“Sonra bunların arkalarından başka nesiller yarattık.” (Mü’minûn, 23/42)
Her canlının, hatta her varlığın bir ömrü var şu fani dünyada. Yeryüzündeki herkesin öleceğini buyuruyor, yüce Allah. Bazıları servetleri kendilerini ölümsüz kılacak sansa da (Hümeze, 104/3), ölümsüz olabilmek mümkün değil, bu dünyada.
İnsanların bir ömrü olduğu gibi, milletlere de bir ömür biçilmiştir. Âd, Semûd, alt üst edilen şehirler: Sodom ve Gomore! İrem Bağları! Çöl patikalarındaki Ahkâf şehirleri! Şa-tafatlı saraylarında Firavun Ailesi! Hepsi de kalıntılarıyla hâlâ fısıldıyor kulaklara, mazide yaşanmış isyanları, itaatleri… Kur’an bu kalıntılara, ibret almak için bakmamızı söylüyor (Hicr, 15/76-77; Muhammed, 47/10).
Ne olmuştu bu memleketlere? Kur’an cevap veriyor bize: ‘Bir toplumu yok etmek istediğimiz-de zenginlik ve refahtan şımarmış olanları iktidara getiririz, onlar orada her türlü kötülüğü işlerler. Böylece o memleket bir daha iflah olmaz. Artık oranın altını üstüne getirmişizdir’ (İsrâ, 17/16).
Helâk edilen bütün kavimlerde bu ilahî kanun işledi. Söz sahibi olanlar, çıkar sahipleri, peşlerine takılan kitleleri aldatıp kandırdılar, tarih boyunca. Kur’an’a göre, Firavun, Kârûn ve Hâmân örneğinde olduğu gibi siyasî ve ekonomik şımarıklılık, toplumun helakini belir-leyen ana faktörler oldu.
Tarihin hangi dönemine bakarsak bakalım bu böyle! Bütün bu faktörlere rağmen, ta-rihte, kimileri, inançsızlığın içinden öyle bir sıyrıldı ki, Allah’ın rahmeti onları çepeçevre kuşattı. Fakat kimileri de yanındaki peygambere rağmen hakikati göremedi. Hatırlayalım, gemisine, kurttan kuşa her çeşit hayvanı doldurarak tufanın sularında açılan Nuh’u… Fakat kurtaramadı kendi evladını (Kamer, 54/9). Hatırlayalım, bir avuç müminle sabaha karşı za-lim kavminden kaçan Lût’u… O da kurtaramadı, aynı yastığa baş koyduğu hanımını (Hicr, 15/59-60). Kur’an’ın tabiriyle Nuh’un oğlu da, Lût’un karısı da ‘geriye kalanlardan oldu’. Yani geçmişin kültürüne, uygulamalarına ve dinine bağnazca takılıp kaldılar, onlar. Kısaca bu dünyadan öyle kavimler geçti ki! Şimdi onlar, ‘dün hiç yaşamamış gibiler’ (A’râf, 7/92).
Allah Kur’an’da insanları milletler ve kabileler hâlinde yaratmış olmasının sırrını, toplum hâlindeki insanların birbirini daha rahat tanımasına bağlıyor. Toplum bir sosyalleşme zemini, insanın dünyayı tanıyacağı bir alan (Hucurât, 49/13)… İbadetlerimiz toplum içinde daha bir anlam kazanıyor. Allah, bir toplum kendisini değiştirmedikçe o topluma olan muamelesini de değiştirmiyor (Ra’d, 13/11). Değişmek için ne yapmalı, peki? Ne yapmalı iyiye, güzele doğru ilerlemek için? Toplumu ayakta tutan temel yapıtaşı ailedir, Efendimize göre. Allah’ın Resulü, her türlü değersiz hazinenin karşısına, değerli bir hazineyi, bir anne ve eş olarak kadını yerleştirmiş (Ebû Dâvûd, “Zekât”, 1664). Değişim ancak kadınla, anneyle ve aileyle sağlanabiliyor, toplumda. Aile bütünlüğünü, kendisine sağlam bir temel yapan bir toplumun, muhteşem bir uygarlık olarak insanlığa damgasını vurmaması için bir sebep yok. Bir toplumun ayağa kalkabilmesi için formül Hadid suresinde verilmiş: Allah bir uygarlık için gerekli üç şeyin: Kur’an’ın kendi tabirleriyle ‘mizan’, ‘kitap’ ve ‘hadid’ olduğunu söylüyor, bize (Hadid, 57/25).
Mizan, terazi demek, insanlık tarihinde ‘adaleti’ ifade ediyor. Adalet toplum için ilk şart. Sonra ‘kitap’ geliyor. Bununla, ilahî vahiyle uyumlu kültür, bilgi ve teknik kastediliyor olmalı. Üçüncü kelime ‘hadid’, ‘demir’ demek. Kur’an yorumcuları bu kelime hakkında çok şey söylemişler. Kılıç diyen var buna. Çünkü klasik dönem Kur’an yorumcularının yaşadığı ortaçağda, bir toplumu ayakta tutan şey savaş ekonomisi ve fetihlerdi. Demir, kılıç demekti ve kılıçla dolaylı olarak ganimet, yani para kastediliyordu, onlara göre. Kimi Kur’an yorumcuları ise lafı fazla dolaştırmadan, ilgili ayetteki demir kelimesinin, doğrudan para demek olduğunu söylemekte (Hadîd, 57/25).
Müslüman bir toplumun hayatında paranın ne ifade etmesi gerektiğini bize anlatan müthiş bir tarihî vesika var elimizde. Huneyn Savaşından sonra ganimet dağıtımında, Me-dineli bazı gençler, ‘Hevazinlilerin kanları bizim kılıçlarımızdan damlarken, Peygamber Mekkelilere bolca ganimet veriyor’ diye itiraz etmişlerdi. Oysa Peygamber, haksızlık yapar mıydı hiç? İslam’a kalplerini ısındırmak için ilahî buyruk gereği, yeni Müslüman olanlara ganimetten biraz daha fazla verilmişti o kadar (Tevbe, 9/60). Efendimiz, Medineli Müslü-manlara, ‘Mekkeliler, buradan, yanlarında servetle gidiyor olabilir, ama siz evlerinize daha kıymetli bir şey götürüyorsunuz: Allah’ın Resûlünü!’ demişti.
Allah’ın Resûlü sözlerini, “(Ey insanlar!) Çok yakında sizler, idarecilerin aslan payını pervasızca kendilerine ayırdıklarına şahit olacaksınız (…) Fakat ben, âhirette havuzun ba-şında olacağım” diye bitirmişti. Allah’ın Resûlü tek ganimetin küpler dolusu altın ve gümüş olmadığını, ahiretteki Kevser havuzu gerçeğiyle anlatmıştı, ashabına. O, bir taraftan gani-met dağıtan bir lider olarak dünyevî otoritesine, diğer taraftan Kevser şarabını dağıtan bir elçi olarak uhrevî otoritesine dikkat çekiyordu. Kur’an, “En güzel örnek O’dur” demiyor muydu? Zaten (Ahzâb, 33/21).