“Biz onların kalplerinde kin namına ne varsa söküp attık. Altlarından da ırmaklar akar. ‘Hamd, bizi buna eriştiren Allah’a mahsustur. Eğer Allah’ın bizi eriştirmesi olmasaydı, biz hidayete ermiş olamazdık. Andolsun, Rabbimizin peygamberleri bize hakkı getirmişler’ derler. Onlara, ‘İşte yaptığınız (iyi işler) sayesinde kendisine varis kılındığınız cennet!’ diye seslenilir.” (A’râf, 7/43)
Yüce Rabbimiz, okuduğumuz ayet-i kerimede cennet ehlini her türlü kötü duygu ve düşünceden, bilhassa toplumsal sevgi ve kardeşliğin en büyük düşmanlarından olan kin ve öfkeden arındıracağını ifade etmektedir. Bu sebeple cennet, yüce Kitabımızın ifadesiyle “barış ve esenlik yurdu” (En’âm, 6/127; Yûnus, 10/25) olacak, orada bulunanların ayaklarının altından cennet ırmakları akacak, onlar, ruhlarını arındıran, kendilerini cennetin güzelliklerine kavuşturan yüce Mevla’ya şükür ve minnetlerini “Bizi bu nimete kavuşturan Allah’a hamdolsun! Allah bizi doğru yola iletmeseydi, kendiliğimizden doğru yolu bulacak değildik” diyerek dile getireceklerdir. Bu ruhanî arınmışlık ve cennet nimetleri, kuşkusuz Allah’ın büyük bir lütfudur. Fakat o lütfa, ancak iman ve hayırlı amellerle ulaşılabildiği için Allah’a hamd eden cennet ehline “İşte size cennet… Yapmış olduğunuz iyi amellere karşılık ona vâris kılındınız…” diye seslenilecektir.
Yüce Rabbimiz, mağfiretini ve genişliği göklerle yer arası kadar olan cennetini kendilerine vaat ettiği kullarının özelliklerini sayarken, onların, öfkelerini yenen ve insanlara hoşgörüyle muamelede bulunan kimseler olduklarına işaret etmektedir (Âl-i İmrân, 3/133-134). Bu da bize, içinde kin ve öfkenin bulunmayacağı cennetin yolunun daha dünyadayken cennetteymişçesine kin ve öfkeden uzak bir yaşam sürmekten geçtiğini göstermektedir. Kin ve nefretin cennet ehline yakışmaması, bu duyguların müminler arasındaki kardeşlik bağlarını zayıflatıcı olmasından kaynaklanmaktadır. Cennete girmeyi mümin olmaya, kâmil anlamda mümin olmayı da birbirini sevmeye bağlayan sevgili Peygamberimiz, “İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de (gerçek anlamda) iman etmiş olamazsınız” (Müslim, “Îmân”, 93) şeklindeki ifadeleriyle, imanın gereği olan sevginin bulunduğu kalpte kin ve nefrete yer olamayacağına işaret buyurmaktadır.
İnsan olarak bizler, kızma, sinirlenme, sevme ve sevinme gibi birtakım duygularla yaratılmış olmamızın yanında bu duygularımızı meşrû çerçevede tutmamızı sağlayacak akıl ve iman gibi iki önemli kontrol mekânizmasıyla da donatılmış bulunmaktayız. Günlük yaşantımızda hislerimizi müspet veya menfi yönde harekete geçirecek birçok olayla karşılaşmamız mümkündür. Bu gibi durumlarda yüce Yaratıcının murakabesinde olduğumuzu hatırlamalı, imanımız gereği sabırlı, vakarlı ve sağduyulu hareket etmemiz gerektiğini unutmamalıyız. Zira yüce Mevlamız, “Rahman’ın kulları” diyerek övgüyle bahsettiği kişilere, yeryüzünde vakarla hareket etmeleri, kendini bilmezlerin sataşmalarına “selam” sözcüğüyle karşılık vermeleri ve sabırlı olmaları karşılığında cennetin en yüce makamlarını hazırladığını haber vermektedir (Furkân, 25/63–75).
Zaten yüce Yaratıcının hoşnutluğunu ve ebedî mutluluğu yakalamak için kısacık hayatımızda yapmamız gereken önemli ve büyük vazifeleri düşündüğümüzde, ne kin tutmaya, ne de kin tutmaya sebep olacak davranışlara vaktimiz olacaktır.