“Kolanizatör Türk Dervişleri” tâbiri merhum tarihçi üstad Ömer Lütfi Barkan’ın meşhur “Kolanizatör Türk Dervişleri ve Zâviyeler” adlı eseri ile tarih ve sosyoloji literatürüne kazandırılmış bir ifâdedir. Müessese ve Medeniyet ile Osmanlı İktisâdı üzerine ihtisas sahibi olan merhum üstad, kaleme aldığı bu eseri ile bir ufuk açmış ve toplum yâni insan, din ve kültür merkezli sosyal tarih çalışmalarına önemli bir bakış açısı kazandırmıştır. Kolanizatör Dervişler tanımı, özellikle Anadolu ve Balkanlar Türk – İslam tarihinin önemli bir dönemini ve bu dönemde gerçekleştirilen Türkleşme ve İslamlaşma faaliyetlerini tam manası ile açıklayan ve ifade eden bir tanım olmuştur.
Selçuklu, daha genel bir ifâde ile Türkmen akınları ve göç faaliyetleri ile başlayan Anadolu Türk tarihi, özellikle başta “Malazgird” ve daha sonra “Miryakefelon” zaferi ile birlikte ileri bir boyuta taşınmıştır. Özellikle bu dönemde Ön Asya yâni İran coğrafyasından Anadolu’ya gelmeye başlayan Türkmen zümreler çoğunlukla “konar-göçer” olmakla birlikte azınlık da olsa İran’ın yerleşik şehirli Türkmen toplulukları da Anadolu’ya gelmeye başlamıştır. Siyasi, ekonomik ve toplumsal şartlara bağlı olarak zaman içerisinde Anadolu içerlerine yavaş ve sürekli olarak devam eden Türkmen göçleri başta Selçuklu olmak üzere çağdaş diğer Türk Beylikleri’nin devlet politikaları ile de desteklenmiş ve belirli bir düzene oturulmak istenmiştir. Bu dönemde konar-göçer Türkmen zümreler ile şartlara bağlı olarak zaman zaman devlet ve bürokrasi ile ciddi sorunlar meydana gelmişse de bu husus bahs-i diğerdir.
Anadolu’ya bu dönemde başlayan Türkmen akınları öncesi Anadolu’nun genel ifade ile sosyolojik yâni dini, siyasi ve kültürel hafızası Doğu Anadolu’da çounluğu Ermeni, azınlık bir kısım olarak da dağlık bölgelerde yaşayan Kürtler ile başta İç Anadolu ve Ege olmak üzere Rum yâni Bizanslı Grek Hıristiyan halktan oluşmakta idi. Bu döneme gelinceye kadar Anadolu coğrafyası ilk çağlardan itibaren bir çok devletin hayat alanı bulması, bir çok savaşların bu bölgede cereyan etmesi ve etnisite farklılığından dolayı kozmopolit yapısı nedeni ile oldukça yıpranmış ve harab bir haldedir. Nitekim ilk Türk akıncılarının verdiği bilgiler ile bu bölge Türkler tarafından bereketli topraklardan ziyâde ören, viran ve harab gibi adlar ile tanımlanmıştır.
“Konar-göçer” veyahut “göçer evli” olarak ifâde ettiğimiz Türkmen zümrelerin Anadolu’ya başlayan akınları Anadolu’nun çehresinin hızlı bir şekilde değişmesine sebebiyet vermiştir. Özellikle Türkmen zümreler ki ekseriyeti hayvancılık ile geçimini sağlamaktadır. Anadolu’ya gelirken İslâmi dönem ve İslam öncesi döneme ait bir çok dini ve kültürel değerlerini de taşımıştır. Anadolu’ya gelen Türkmenlerin büyük çoğunluğu yerleşik yaşama geçmeye başlamış, yerleşik yaşama geçmeyen ve geçmemekte ısrarcı olan zümreler ile yerleşik düzen oluşturan Türkler arsından siyasi ve sosyal bir çok olay vukû bulmuştur. Nitekim Türkmen zümrelerinin yerleşik hayat geçmesi başta “Devlet-î Aliyye-î Selçuk” olmak üzere devlet politikası olarakta benimsenmiştir.
Anadolu’da Türkmen göçleri ile birlikte hızlı bir şekilde Türkleşme ve İslamlaşma faaliyetleri başlamıştır. Özellikle yeni şehirler inşaa edilmiş, eski harab şehirler de ihyâ edilmeye başlanmıştır. Nitekim bu dönemde Derviş, Abdal, Ahi vb. sosyal gruplara mensub olan Türkmenler âdeta kılıç fethi değil gönül fethi ile Anadolu’ya hızlı bir şekilde Türk dini, dili ve kültürünü taşımaya ve yaşatmaya başladılar. Bu dönemde bir çok yeni şehirler kurulmuş, han, hamam, kervansaray, imarethane, köprü ve yollar, mescid, hankah, zaviye vb bir çok yerleşik medeniyet unsuru inşaa edilmiş, müslüman ve gayrı müslîm eşit olarak bütün Anadolu halkının istifâdesine sunulmuştur. Derviş ve Abdallar, din alanında Anadolu’da irşat faaliyetlerine başlamışlar, Ahi’ler yerleşik Rum esnaf zümrelerine karşılık Türk esnaf zümrelerini tesis etmiş ve sanâyi alanları kurmuşlardır. Tüm bu faaliyetler devlet politikası ile olduğu gibi aynı zamanda da gönüllü bir şekilde de devam etmştir.
Türkmen zümrelerin bu faaliyetleri tarihi süreç içerisinde uzun yıllar devam etmiş ve Anadolu’daki “Müslüman Türk” varlığını pekiştirmiş ve sağlam temeller üzerine inşaa edilmesinde başat rol üstlenmiştir. Türkmen unsurlarının bu medeniyet olşuturan girişimleri Anadolu’nun o dönemdeki yerli halkı olan başta Rum ve Ermeniler tarfından hoşgörü ile karşılanmış, benimsenmiş ve Türkmenler ile aralarında dostluk münasebetlerinin başlamasını sağlamıştır. Nitekim Bizans’ın otoriter ve saldırgan politikaları karşısında yerli Rum ve Ermeni halkı çoğunlukla Türkmen zümreler arasına yerleşmiş, Türk devletinin himâyesine girmiş ve zamanla çeşitli hizmetlerde de rol almışlardır.
Anadolu’da cereyan eden bütün bu faaliyetler sonucunda Türkmen zümreler ile gayrı müslim zümreler arasında başta dinî olmak üzere kültürel alışveriş gerçekleşmiş, ortak faaliyetler yürütülmüş, müşterek bir toplumsal hafıza inşa edilmiştir. Bunun neticesinde aynı zamanda Anadolu’da “heteredoxs/heteredoxy” yâni iç içe geçmiş karışık bir görünüm arz eden bir inanç ve kültür birikim de oluşmaya başlamıştır. Müslüman ve gayri müslimler bu dönemde birbirlerini dinî ve kültürel alanda etkilemişler, bir çok hususta kültür aktarımı sağlamışlardır.
Anadolu’da devam eden Türkleştirme ve İslamlaştırma faaliyetleri bu dönemde kaleme alınan veya şifahi/sözlü olarak aktarılan Menakıbnâme, Fütüvvetname ve destanlar gibi bir çok esere konu olmuş ve başta Abdal, Derviş ve Ahilerin felsefeleri kaleme alınmış ve aktarılmıştır.
Selçuklu inkirâzı ve Moğolların tahakkümü ile Anadolu’da başlayan siyasi, dini ve kültürel anlamdaki tüm olumsuzluklara rağmen İslamlaşma ve Türkleştirme süreci hızlı bir şekilde devam etmiştir. Bu tarihi izleyen dönem içerisinde Batı Anadolu’ya başlayan Türkmen göçleri ile birlikte daha önceleri Doğu Anadolu ve İç Anadolu’da faaliyet alanı bulan derviş ve ahiler Batı Anadolu’ya doğru bir yayılma göstermişlerdir. Bu süreç ile birlikte Batı Anadolu’da da hızlı bir şekilde Türkmen koloni faaliyetleri devam etmiştir. Medeniyet oluşturan bir çok unsur, Batı Anadolu’ya da aktarılmış ve buradan inşaa edilmiştir.
Batı Anadolu Beylikleri’nin faaliyetleri ve özellikle de Osmanoğulları ile başlayan feth hareketleri neticiesinde kolonizatör diye tâbir ettiğimiz derviş, abdal ve ahiler yeni feth edilen bölgeleri yerleşime açmışlar, Türkleşmesini ve İslamlaşmasını sağlamışlardır. Bu faaliyetlerin had safhada devam ettiği en önemli yerleşim alanları Osmanoğullarının feth hareketleri ile Türklere açılan Balkanlar’dır. Balkanlar’a Anadolu’dan bir çok Türkmen nakledilmiş, derviş, abdal ve ahiler bu coğrafyaya geçerek burada koloni faaliyetleri sürdürmüşlerdir. Özellikle de Osmanlı’nın “istimâlet” yâni hoşgörü politikası ile de bu toprak parçası hızlı bir şekilde Türkleşmiş ve İslamlaşmıştır.
Türkmen zümreleri ile bir çok dini önderin şenlendirme faaliyetleri ile Balkanlar’da birçok han, hamam, köprü ve yollar, kervansaray, hankah, zaviye, medrese ve mescid inşa edilmiştir. Bizans’ın menfi devlet politikaları ve âdil olmayan vergi talepleri ile zor duruma düşen Balkan halkları, Türklerin istimâlet politikası ve adil yönetimi ile karşılaşınca zamanla Türk devletinin himâyesine girmiş, Türk din ve kültürünü benimsemeye başlamıştır.
Yukarıda tarihi sürecini ele aldığımız koloni faaliyetleri Anadolu’da inşaa edilen Türk ve İslam medeniyeti mayasının neticesinde Türklerin bu coğrafyada uzun yıllar kalmasını ve başarılı ve sağlıklı devletler inşaa etmesini sağlamıştır. Bugün dâhi bu coğrafya üzerinde yaşam alanına sahip olmamızın ve bir çok askeri faaliyete rağmen bu toprakları elimizde tutmamızın yegâne nedeni tarihi süreçte oluşturduğumuz bu mayadır. Derviş, Abdal, Gazi, Ahi vb. gibi adlar ile anılan gönül erlerinin müşterek mücâdelesi ve sahip olduğu hizmet ruhu dünya tarihinde benzeri görülmemiş bir ruhtur.
Bugünün küresel sisteminde başta kendi topraklarımız ve sınırlarımız olmak üzere dünya üzerinde güçlü ve dirâyetli bir şekilde sağlam durmamız için gereken şey bu ruha sahip olmamızdır. Toplum olarak bütün benliğimizle bu ruhu bulmalı ve ona sımsıkı sarılmalıyız. Devlet politikaları ile bu ruhu tekrar ihya edecek bir siyaset oluşturmalı, sivil toplum kuruluşları ile de bu faaliyetleri yürütmeliyiz.
Yakıp yıkan değil, geçmişteki medeniyeti inşaa edecek, yeni birer abdal, derviş ve ahiler olacak nesiller yetiştirmeli ve bu ruhu gençlerimize kazandırmalıyız.
Türk-İslam Medeniyeti demek; inşaa, vakıf, hoşgörü ve vicdan temellinde bir felsefeye sahip medeniyettir demektir.
Umut Güner