“Mü’minler, gerçekten kurtuluşa ermişlerdir. Onlar ki, namazlarında derin saygı içindedirler. Onlar ki, faydasız işlerden ve boş sözlerden yüz çevirirler. Onlar ki, zekâtı öderler. Onlar ki, ırzlarını korurlar.” (Mü’minûn, 23/1-5)
İnanmak, insanın doğasında olan bir duygudur. İnançsız insan, sonbaharda yap-raklarını dökmüş bir ağaç gibi yavan ve tatsızdır. Kur’an’ın, inançsız insanları, elbise giydirilmiş odunlara benzetmesi bu yüzdendir (Münâfikûn 63/4). Ama inanan in-san, bol ürün veren Medine hurmaları gibi bereketlidir (Buharî, “Et’ime”, 30). Onun amelleri “yedi başak bitiren ve her başakta yüz tane bulunan bir tohum gibidir” (Ba-kara, 2/261). Odun olmak mı, her bir salkımında ayrı bir tat, ayrı bir bereket olan bir ağaç olmak mı, güzel? İnançsızlık mı, inanmak mı güzel?
Peygamber Efendimiz, “dünyaya gelen her bebek ‘fıtrat üzeredir’, yani ‘inanmaya hazır bir haldedir” der. Kutlu Elçi ekler:
“Fakat anne, babası onu kendi dini doğrultusunda zamanla Hıristiyan, Yahudi, Mecusi yapar.” (Buharî, “Tefsîr”, 30; Müslim, “Kader”, 22)
Bizler kendi doğamıza en uygun inanca sahip bir anne ve babanın çocukları ola-rak dünyaya geldik. Ne mutlu bize! Peygamber Efendimizin haber verdiği, ‘insanı, doğasından uzaklaştıran süreçlere’ tabi olmadık. Doğduğumuzda dedemiz, babamız ya da mahallemizdeki aksakallı bir amca kulağımıza ezan okudu. Babamız veya de-demiz, bizi elimizden tutarak kardeşlerimizle beraber camiye götürdü; annemiz veya ninemiz seccadesi başında namaz kılmış, tespihini çekerken sokuluverdik yanına, ayakları altındaki cenneti arar gibi başımızı dayadık onun kucağına. Çocuktuk, fark edememiştik, Allah’ın bize olan nimetini, rahmetini. Sokakta yürürken köşe başın-da karşımıza çıkan cami, Ramazan ayında kuyruğa girip aldığımız Ramazan pidesi-nin buram buram kokusu, günde beş defa kulaklarımızda yankılanan saba, segâh ve rast makamında ezan nağmeleri, yazları gittiğimiz, evimizin yanındaki mütevazı Kur’an kursunun hocasının gür sesi… Meğer hepsi de aynı bestenin notalarıymış.
Kandil simidi yemek, kandil gecelerinde; bir hurmayla orucumuzu açmak, Rama-zan akşamlarında; kurşunlu camilerde, tarihî şadırvanlardan akan soğuk suyla abdest almak, kışın soğuğuna inat, Cuma namazlarında; servi ağaçlarının altında, Rablerinin kara toprakta uyuttuğu insanlara bir Fatiha okumak, Bayram ya da Arife sabahların-da… Hepsi bizim inandığımızı, mümin olduğumuzu kendi diliyle anlatıyor sanki.
Bütün bunların yanında bir de içten bir duyguyla namaz kılıyor, faydası ol-mayan şeylerden kaçıyor, gönül hoşluğuyla zekâtımızı veriyor ve bunun aslında malımızda bir azalma değil, bilakis bereket olduğunu hissedebiliyorsak eğer ve ‘iffetimiz’ bizim için daha kıymetliyse, cebimizdeki paradan, işte dünya, bizim için kurtuluşa açılan bir kapıdır o zaman.
‘İnandım’ demek güzelliklere yönelmenin ilk durağı. Fakat yeterli mi? İnsan ha-talarıyla insandır. Hatalar ve günahlar her an iyiliklerle, hayırlı ve faydalı amellerle silinmelidir. İman, uçsuz bucaksız kum tepeleriyle çevrili bir ‘beyaz mermer abide’ gibidir. Çölde esen kum fırtınalarının, üzerinde biriktirdiği tozdan temizlenmeyen mermer, isterse sütbeyazı kadar ak olsun, bir zaman sonra güneşin ışığını alamaz, parlayamaz olur. Ne yapsın güneş, üzeri kumla kaplı, tortulanmış varlıkları!
Allah’ın nuru, güneş gibidir hayatımızda, hiç eksilmeyen! Bir ışıktır o, asla tü-kenmeyen! (Nûr, 24/35) İnançlı insan Allah’ın nuruyla parlar, ışıldar, bir mermer abide gibi. Üzerine bulaşmış kumu, tozu, toprağı, tortuyu, cürufu, yani günahları üzerinden silkelerse eğer.
Allah’ın indirdiği ayetlere inanmayan ve dikkate almayana, ‘nankör’ denir an-cak! İman öyle bir duygudur ki, doyurur insanı, iliklerine kadar. ‘Nankör’, ‘inanç-sız insan’ doyumsuzdur. Peygamberimizin eşsiz anlatımıyla, ‘inançsız insan bağır-saklarındaki her boğuma kadar yer, yine de doymaz; mümin, bir tas süt içer, doyu-verir. İnançsız, yedi tas süt içer, ancak öyle pes eder, içmeye (Buharî, “Et’ime”,12, 20; Müslim, “Eşribe” 182).
Kur’an’da bahsedilir ya! Doksan dokuz koyunu olan, ama yine de kardeşinin bir koyununa göz dikip gasp eden adamdan. Davud’un Mihrabı’na dayanır da, adalet ister, mağdur kardeş, hakkını talep eder, suçuna aldırmaz görünen kardeşinden (Sâd 38/21-24). Nasıl da adalete susamış… Dünyamızı resmediyor bu ayet, tapta-ze, capcanlı! Sanki Davud’un Mihrabı’na yüz sürmeyi bekleyen milyonlarca insan var, bugün! Davud’un Mihrabı’ndaki kardeşlerden acaba hangisiyiz, biz?
Allah ideal mümini, Kur’an’da pek çok yerde anlatır. Bunlardan biri Mü’minûn suresinin ilk ayetleri. Bahsettik size, biraz. Bu ayetlerde ‘namaz kılmak, yararsız iş-lerden kaçınmak, zekât vermek ve iffetimizi korumak’ kol kola girmiş bizi ideal mümin olmaya çağırıyor. Bunu sınav sorusu yapsak, şöyle sıralardık herhalde, ce-vaplarınızı hazırlayın, sorular kısa, cevaplar da kısa olmalı.
1-Namaz kılıyor muyuz, beş vakit?
2-Yararsız işlerden kaçıyor muyuz, fellik fellik?
3-Zekât veriyor muyuz, bereketini Allah’tan umarak?
4-İffetimizi, namusumuzu koruyor muyuz, Allah’ın emaneti olarak?
Dört soruya dört doğru cevap, dört dörtlük mümin olmak için yeterli. Dinimiz kolaylık dini. İsterseniz bir sınav daha yapalım. Bu defa beş soruluk; Kur’an’ın bir başka yerinde ‘gerçek mümin’in beş özelliği anlatılmış. Bir test imkânı daha hepimi-ze! Cevaplarınızı hazırlayın, sorular kısa, basit; cevaplar da bir o kadar kısa ve net olmalı.
1-Allah’ın adı anıldığında kalbimiz cız cız ediyor mu, ürperiyor mu yani biraz?
2-Allah’ın ayetleri okunduğunda inancımız artıyor mu, kalbimizde bir kıpırdanma oluyor mu yani?
3-Allah’a güveniyor muyuz? Her ne pahasına!
4-Namaz kılıyor muyuz, günde beş defa?
5-Allah’ın rızasını kazanmak için, elimizi cebimize atıyor muyuz, hiç düşünme-den? (Enfâl, 8/2-4).
Notumuz kaç çıktı? Kırığımız, zayıfımız var mı? Hiçbir pürüz yok ise eğer, o za-man harika! ‘Sınavı başaranlara ödül var’ elbette! Allah bu ödüle ‘Firdevs’ adını ver-miş, ‘Firdevs Cenneti’! ‘Kurtuluş Yurdu’! Rabbimiz hepimize kurtuluşu nasip etsin.