Arapça, değirmen taşının miline denir. Büyük değirmen taşı, milin (kutbun) etrafında döndüğü gibi, kainat denen bu kozmoz da idare bakımından kutbun etrafında döner. Bu yönüyle kutub, manevî derecesi büyük, veli bir kuldur ve âlemin ruhu olarak değerlendirilir. Allah, emaneti, varlıklar içinde, sadece insana vermiş ve buna bağlı olarak, cümle kainatı da onun emr’ine boyun eğdirmiş (teshir etmiş, müsahhar kılmış) tır. Emanet kimdeyse, varlıklar ona boyun eğer. Emaneti tahakkuk ettirebilen, yani onu kuvveden fiile çıkarabilen en mükemmel veli, kendindeki bu özellikle, bütün bir kainatın üzerinde, onun mahkûmu değil hâkimi gibidir. Kutb olabilme özelliği, herkeste bilkuvve vardır. Ama bunu gerçekleştirebilmek çok az kişiye, çok uzun zamanda nasib olduğu gibi, kısa zaman içinde de nasib olur. Kutb, Allah’ın izniyle hareket eder, kendi kafasına göre değil. Mutlak bağımsız yetki ve güç, sadece Allah’ındır. Kutub da, Hz. Muhammed (s) gibi bir kuldur, Allah değildir. Emr âleminden halk alemine doğru meydana gelen tenezzül olayları, kutb üzerinden cereyan ederek vuku bulur, ilâhî program çerçevesini aşmadan, olaylarda bir tür tedbir (yönetme) ile etkinliğe sahip bulunduğu için, keyfe ma yeşâ (dilediği gibi) davranamaz. Allah’ın dileğinin dışında hareket edemezler. Kutub konusunda, bu “tenezzül-i emr” meselesini kavrayamayanlar, “madem kutublar bu özelliğe sahip, kuvvetli kutuplarımız çok, gitsinler Kıbrıs’ta, Bosna’da savaşıp, oradaki savaşları lehimize çevirsinler” demekte ve bu sözleriyle, Kutb’un tasavvuf erbabınca “Allah” olarak algılandığını zannetmek hatasına düşmektedirler. Bir şeyh, Muhammed Esâd Erbili Hazretlerine “efendim siz kutub imişsiniz?” deyince aralarında şu konuşma geçer: “Evladım bu ümmetin en büyüğü kim?” “Hz. Ebû Bekir’dir, Efendim”, “Söyle bakalım onun son nefeste imanla ölme garantisi var mıydı?” “Hayır efendim yoktu”, “Bu ümmetin en büyüğünün son nefes garantisi yok iken, bizim gibi kimselerin hâli n’ola? Fakirin derdi, acaba son nefeste imanlı mı gideceğim, imansız mı? Ben bu endişe içindeyim. Kaldı ki bizim kutubluğumuz, sizin hüsn-i zannınızdan başka bir şey değildir.”
Kısaca kutub, tasarruf sahibidir. Ve o, bu tasarrufu kader-i ilâhî programının dışında, Allah’ın irâdesine rağmen kullanamaz, Kutbü’l-Aktâb, Kutbü’l-Ekber, Kutbü’l-İrşâd en büyük veliye verilen isimler olup, halkı Hakk’a götürmekle görevlidirler. Cisimler âlemine, Kutb-i Şimalî, melekler âlemine de Kutb-ı Cenubî denir.
Kutb-ı vahdet: Maşuk, Allah’ın aşık olduğu veli. iki türlü kutub vardır: 1-Kutbü’l-irşad: Buna, Kutbiyyet-i Kübra denir. Mertebesi, Nübüvvetin bâtınıdır. 2- Kutbü’l-Aktâb ve Kutbü’l-vücûd: Bu hâtemü’l-evliya olup, derecesi bâtın-ı hâtem-i nübüvvettir. Kutubun varlığı, fakihlerce sabit görülmemiştir.
Avalim çün merâyâ-yı kemalât-ı İlâhîdir.
Kutubdur, cümleyi cami ki zât-ı Hakk’a surettir.
Eğer bir kimse kutb-i vakti bulmayub vefat etse
Muhakkak bil anı kim meyte-i vakt-i cehalettir.
Bu kutbiyyet emânettir ki, birden bire nakleyler
Acebdir, iktisâb olmaz ezelden bir inâyetdir.
Rida vü hırka vü tâc teksir-i ibâdâtı
Delil olmaz kemâl-i zâte bunlar hüsn-i sûretdir.
Nişan-ı kutb-i vakti dilde bil sual etme
Eğer makbul olursan, rehberin candan muhabbetdir.
Lâlizâde Abdûlbâki