Safiyullah ne demek?
Allah’ın saflaştırdığı arındırdığı anlamında Arapça bir terkip. Bu, Hz. Adem hakkında kullanılır.
Saf, Arapça yanyana düzgün bir şekilde dizilmekten meydana gelen sıraya denir. Cemâatle olan namazlarda, sadece bir kişinin üzerinde namaz kılabileceği kadar küçük, saffı düzgün tutmaya yarayan seccadelere, saf seccadesi denir. Bu seccadeler, dar ve uzundur.
Farsça, kadeh demektir. Gayb nurlarını görmeye ve mânâları idrak etmeye yarayan şeye, sağar denir. Bu, arif kişinin gönlüdür. Arifin gönlü, açıklamaya paralel olarak, mecazî anlamda humhâne, meygede ve meyhane olarak da isimlendirilmiştir. Murakabe kabiliyetini elde eden sufî, seher vaktinde, Mevlâsının nurundan zuhura gelen feyz okyanusu ile, manevî kalp kadehini (ki maddî kalp de, anatomik olarak bir kadehi andırır) doldurma çabasındadır; o kadeh ile, feyz deryasından yudum yudum içer ve manen mesafeler kateder.
Sâkıyâ meclise gel cismime gelsün canım.
Ahdler, tevbeler, ol sâğare kurban olsun.
Nedim
Yapılan hayrın sırf Allah için yapılması gerektiğini ve bundan başka bir gaye güdülmemesi icâbettiğini bildiren bir atasözü. Yaptığın hayrı ve sana yapılan kötülüğü unut, esprisi içinde bu atasözü, aynı zamanda, yardım yapılanın kişiliğini korumayı hedeflemektedir. Ayet: “Sadakalarınızı, eza ve başa kakarak boşa çıkarmayınız: (Bakara/264). “Eğer onu fakirlere gizlice verirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır” (Bakara/271).
Arapça, bulut anlamınadır. İlahî feyz, mukaddes feyz, kerem bulutu gibi anlamlar yüklenen bu kelime, rahmetin menbaı ve her şeye hayat veren suyun, yücelerden kopup geldiği bulut olarak da tanımlanır.
Arapça, arkadaş manasınadır. Cürcânî sahabeyi şöyle tanımlar: “Her hangi bir şey rivayet etmese de, Hz. Peygamber (s)’i gören ve onunla sohbet eden kişiye denir. Hatta sohbetinde bulunmayıp sırf görse bile, o kişiye sahabe adı verilir denilmiştir”. Bu tarif Hz. Peygamber (s) zamanında yaşamış, O’na arkadaşlık yapmış, iman üzere ölmüş şeklinde daha da genişletilir. Ebû Bekr el-Vâsıtî, mutasavvıfların diliyle ilk konuşan kişinin, sahabeden Hz. Ebû Bekir (r) olduğunu söyler.
Arapça, arkadaş, dost, bir şeyin mâliki anlamınadır. Tasavvuf ıstılahı olarak; sohbete iştirak eden, mürid, musâhib, ehl gibi mânâları vardır. Bu kelime ile ilgili bazı tâbirler şunlardır: Sâhib-Kırân: Kıran, iki kutlu veya kutsuz yıldızın, aynı dereceye gelmesidir. Kutsuz yıldızlar olan Zühal ve Mirrîh (Merih), aynı dereceye gelirse “kırân-ı nahseyn” yani iki uğursuz, kutsuz yıldızın bir araya gelmesi denir. İki uğurlu ve kutlu yıldızın bir araya gelmesine “kırân-ı sa’deyn” denir. Bu iki uğurlu yıldız Güneş ve Müşteri (jüpiter)’dir. Birincisi uğursuz bir vakit olarak, ikincisi de talihli, uğurlu bir vakit şeklinde değerlendirilir. Padişahın tahta çıkışı, eğer bu iki kutlu yıldızın bir araya gelme zamanına tesadüf ederse, o padişaha “Sâhib-Kırân” denilir. Bu, iki uğurlu ve kutlu yıldızın özelliğini taşıyor anlamına gelir. Sahib-Kıran ifadesi, kutub ve himmet eri anlamına da gelir.
İradesini Allah’ın iradesinde eritmiş olan olgun kişiler üzerinde, Allah’ın bir takım tasarruflarda bulunmasıdır ki, burada sufî gerçek mutasarrıf değildir, ancak meydana gelen tasarrufun âleti durumundadır. Allah’ın kendisine farz, nafile vb. gibi ibadetlerle yaklaşanlara tutan el, duyan kulak, gören göz, yürüyen ayak olması hadisi, (Buhari, Rikak, 38) bu espiriyi aydınlatır niteliktedir. “Attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı” (Enfâl/17) âyet-i kerimesinde, yine aynı açıklamaya işaret vardır.
Zamanın sahibi, o zamanın kutbudur. Bu tâbir, zamanın etkisinden kurtulmuş, geçmiş, gelecek düşüncesinden sıyrılmış, ân-ı vahidi yakalayan ve onu sürekli yaşayan kişidir. O, bu durumuyla zamanı aşmıştır. Zira Allah’ın vechinden başka her şey helak olacaktır. Bu bilince ulaşan arif, kendisinde ilk berzahın cem’iyyetini (toplanmasını) gerçekleştirmiştir. Zaman, sahibi zamanın, hal, fiil ve sıfatlarına zarf olduğu için o, zamanda ve mekanda tasarruf eder. imamiyye’ye göre sahib-i zaman “Mehdî”dir.
İnce düşünce, ihatalı, geniş olarak tefekkür ve görüş gücüne sahip kişiye denir. Kuşeyrî, sahib-i basireti şöyle anlatır: Kralın biri, tebasından bir adamı kendine nedim edinir. Halbuki onun, zahirî olarak dikkat çeken hiç bir özelliği yoktur. Bu sebeple herkes hayret eder. Bir zaman gelir, kral ordusuyla birlikte sefere çıkar. Bir durak yerinde, kral, yüksek bir dağa uzun uzun bakar, sonra istirahata çekilir. Aradan fazla bir zaman geçmeden kralın nedimi, heybesinde bir top buz parçasıyla pâdişâhın huzuruna gelir ve sıcak mevsimde bu ikram hem makbule geçer, hem de tebâ hayretler içinde kalır. Kral, ona “o dağda buz
bulunduğunu nereden anladn?” diye sorar. Nedim “eğer bir kral, bir şeye uzun uzun dikkatle bakarsa, orada muhakkak bir şey vardır, demektir. Ben sizin o dağa uzun uzun baktığınızı görünce, orada bir şey vardır, diyerek atımla gittim ve orada size layık bu buzu buldum” karşılığını verir. Bu cevabı alan kral, etrafındaki tebâya dönerek” işte, bu ince basireti sebebiyle ben bu adamı kendime nedim edindim, ondaki bu basiret, maalesef sizde yok. Siz kendi başınızın çaresine bakmakla meşgul iken, o benim hallerimle meşgul, bu yüzden o bana sizden daha yakın” der.
Uykudan uyanmak, bulutsuz gün anlamlarında Arapça bir kelime. Cürcânî sahv’ı, kulun, yitirdiği hislerini tekrar kazanması şeklinde tanımlar. Bunun zıddı, sekr (sarhoşluk) halidir. Sekri Hak ile olanın, sahvi (uyanıklığı) de Hak ile olur. Sekri karışık olanın, sahvi de karışıktır. Hal olarak sahv ve sekr, zevk ve şürbden sonra gelir.
Bezminin mahrem-i bî huşı olan ehl-i huzur,
İstemez neşvesini sahv ile etmek tağyir.
Tokadîzâde Şekib
Arapça dirsekten kola kadar olan yer (pazı) e denir. Kuvvet sıfatı, İlâhî kudret. “Teşmir-i sâideyn etmek” Teşmir-i sâideyn: Paçaları sıvamak, yani bir işe dört elle ve ciddiyetle sarılmak demektir.
Arapça, sucu demektir. Feyyâz-ı mutlak, sevgi ve feyzin kaynağı olan Allah, mürşid, gibi anlamları vardır. İçki meclisinde kadehlerle içki dağıtan kişiye saki denir.
Mevlevî-hanelerde, Bektaşî tekkelerinde suculuk görevini yapanların oturdukları yere (daha doğrusu posta) verilen addır. Saka postu, mutfak kapısının yanıbaşında bulunurdu.
Mevlevî tekkelerinde dervişliğe soyunmak isteyenler, mutfak kapısının yanındaki saka postunda, üç gün oturma tecrübesinden geçerdi. Bunu başarırsa hizmete girebilirdi. Bu post üzerinde, tarikata girecek kişi, diz üstü üç gün tefekkür ve murakabe ile meşgul olurdu.
Divan şâirlerinin sâkî ve şarabın övülmesi ve sâkîden şarap istenmesi konusunda yazdıkları manzumeler hakkında kullanılan bir tâbirdir.
Sakî tut elim ki, hasta hâlim
Gam rehgüzerinde pâyimalim,
Sensin, meni mübtelâya gamhâr,
Senden özge dahi kimim var,
Müşkil işe düşmüşem, meded kıl,
Mey-i Hızır ile belâmı red kıl.
Fuzûlî
Arapça. Ezandan önce, özellikle Cum’a günleri, Hz. Muhammed (s)’i övmek maksadıyla okunan na’at. Bu bir Mevlevi tâbiridir. Mevleviler davet anlamında kullanırlar. Sebebi çağırana göre değişirdi. Somatçılık (Sofracılık) görevi yapan derviş (can) “sala” diye bağırırsa bu “yemek hazır, buyurun” anlamına gelirdi. Kandilci olan derviş “sala” diye bağırsa, bu, “camiye, namaza buyurun” demekti. Zikir töreninin icra edildiği mukabele günleri, dış meydancı her kapıyı vurur ve “mukabele olacak, tennurenizi giyin, hazır olun” manasında olmak üzere “Destur tennureye, sala yahu” diye bağırırdı. Sala, Mevlevî-hânenin ortasında yüksek bir sesle bağırılırdı.
Mestân-ı harâbâbâda saladır ne dururlar,
Zühhâda tegallüb idecek dem bu zamandır.
Nef’î
Bu tâbir, meydan okuma manasında da kullanılmıştır. Bu cümleden olmak üzere, meydan okununca “benimle başa çıkacak kişi varsa, sala” denirdi.
İstikamet, iyilik, uygunluk, doğruluk gibi anlamları ihtiva eden Arapça bir kelime. İbadetin devamıyla, kulun süveydâ-i kalbinde İlâhî nüktenin iyice yerleşmesi.
Arapça, dua demektir. Hz. Peygamber (s)’e dua olmak üzere hazırlanmış olan ve bir kısmı bestelenen ibarelere salât denir. Delâil-i Hayrât’da, Süleyman Cezûlî’nin terkip ettiği salavat sayısı yüz yirmiden fazladır. Hz. Peygamber (s)’e dua etmek mü’minler üzerine bir vecibedir. Nitekim bu, şu âyette ifadesini bulur: “…Ey iman edenler Nebi üzerine salât (dua) ediniz… (Ahzâb/56).
Arapça, dua demektir. Hz. Peygamber (s)’e dua olmak üzere hazırlanmış olan ve bir kısmı bestelenen ibarelere salât denir. Delâil-i Hayrât’da, Süleyman Cezûlî’nin terkip ettiği salavat sayısı yüz yirmiden fazladır. Hz. Peygamber (s)’e dua etmek mü’minler üzerine bir vecibedir. Nitekim bu, şu âyette ifadesini bulur: “…Ey iman edenler Nebi üzerine salât (dua) ediniz… (Ahzâb/56).
İstihare namazı. Hakkında, hayır mı, şer mi diye şüpheye düşülen bir hususta, hayırlı olup olmadığını anlamak üzere, kılınan iki rek’at namazdır. Birinci rek’atta Fatihadan sonra “Kâfirun”, ikinci rek’atta da “İhlâs” suresini okumak sünnettir. Namazın ardından, bir de okunacak özel, mesnun bir duası vardır.
Cuma günleri, namazdan önce minarelerde makamla okunan dua. Bir de, ölen kimseler için minarelerden sala vermek âdeti vardır ki, Anadolu’da oldukça yaygındır.