Kaçak göçmen ne demek?
(Illegal immigrant): Gittikleri ülkenin otoritelerine kendilerini bildirmeden veya iznini almadan o ülkede yaşayanlardır.
(Structural unemployment): İşgücü arzının bilgi, yetenek, tecrübe, meslek ve coğrafi dağılımının işgücü talebiyle uyuş-mamasından kaynaklanan işsizlik türüdür. En yaygın sebepleri arasında işyerlerinde üretim teknolojilerinin gelişmesi sonucu mevcut işgücü arzı-nın niteliğinin işgücü talebinin niteliğine uyum sağlayamaması gelmek-tedir. İşsizlik türleri içinde çözümü en uzun süre gerektirenidir.
(Technological unemployment): Emek yoğun üretim metotlarından sermaye yoğun üretim metotlarına geçiş sürecin-de işgücü talebinin azalması sonucu ortaya çıkan işsizliktir.
(Seasonal unemployment): Belli ekonomik aktivitelerin gerektirdiği işgücü ihtiyacının mevsimsel olarak dalgalan-ması nedeniyle işgücü talebinin azaldığı dönemlerde ortaya çıkan işsiz-liktir. Tarım sektöründe yaygın olarak görülmektedir. Tarım sektöründe işgücü talebi ekim, hasat, çapalama ve harman dönemlerinde yoğunlaş-mış olup bu dönemler dışında oldukça düşük düzeydedir. Tarımda çalı-şan işgücü bu dönemlerde işsiz kalmaktadır. Mevsimsel işsizlik inşaat sektöründe de yaygın olarak görülmektedir. Özellikle kış aylarının yapım işlerine elverişliliğinin düşük olduğu bölgelerde kışın azalan işgücü talebi beraberinde bu sektörde çalışanların işsiz kalmasını getirmektedir.
(Cyclical unemployment): Ekonominin kü-çülme dönemlerinde üretim hacminin daralmasının işgücü talebini azaltması nedeniyle ortaya çıkan işsizliktir.
(Disguised unemployment): Herhangi bir işyerinde ya da sektörde bir miktar işgücü üretimden/faaliyetten çekilse dahi toplam çıktıda bir azalma olmaması durumudur. Bu işsizlik türü genellikle orga-nizasyonel yetersizliklerden kaynaklanır.
(Frictional unemployment): İnsanların bir işten ya da meslekten diğerine geçişleri sırasında işsiz kalmaları nedeniyle gözlenen işsizliktir. Arizi işsizliğin temel sebepleri, işgücü piyasalarının iyi organize olmayışı, işgücü piyasasındaki bilgi ve mobilite eksiklikleri, ve insanların daha iyi koşullara sahip işlere geçmek istemesidir.
(Unemployment): Belirli bir mekânda ve belirli bir zaman di-limi içinde, cari ücret haddinde çalışmaya hazır ve istekli olduğu halde iş bulamayan kurumsal olmayan (öğrenciler veya hapishane, kışla, huzurei vb. kurumlarda ikamet edenler dışında kalan) ve 15 yaş üzerinde kişile-rin bulunması durumudur.
(Unemployed): Belirli bir referans dönemi içinde istihdamda olmayan, iş aramak için son 3 ay içinde iş arama kanallarından en az birini kullanmış yani herhangi bir girişimde bulunmuş ve iş bulduğu takdirde 15 gün içinde işbaşı yapabilecek durumda olan yetişkindir.
(Labour force participation rate): Hâlihazırda istihdam edilen veya iş arayan insanların kurumsal olma-yan (öğrenciler, yahut hapishane, kışla, huzurevi vb. kurumlarda ikamet edenler dışında kalan) 15 yaş üstü nüfusa oranıdır.
(Occupational safety and health /health and safety at work): İşin yapılması sırasında işyerindeki fiziki çevre şartları sebebiyle işçilerin maruz kaldıkları sağlık sorunları ve mesleki risklerin ortadan kaldırılması veya azaltılması suretiyle işçilere uygun bir çalışma ortamı sağlanmasıdır.
(Decent work): Adil düzeyde gelir, iş güvenliği ve sosyal koruma sağlayan; ça-lışanların kişisel gelişimlerini ve sosyal uyumlarını artıran, insanlara iş yerine ilişkin çekincelerini açıklama, hayatlarını etkileyecek karar verme süreçlerine katılma özgürlüğü sağlayan ve tüm çalışanlar için eşit fırsat ve eşit muamele ortamı sağlayan iştir. ILO tarafından kavramlaştırılan insana yakışır iş; istihdam olanakları, çalışan hakları, sosyal güvenlik ve sosyal diyalog şeklinde dört bileşenden oluşan bir politika çerçevesi ola-rak kabul edilir.
(Lifelong learning): Kişisel veya mesleki amaçlara yönelik olarak, içsel bir motivasyonla, sürekli ve gönüllü olarak bilgi edinme peşinde olmak-tır. Kişisel gelişimi, rekabet gücü-nü, istihdam edilebilirliği, sosyal içerme ve aktif vatandaşlığı artır-ması açısından önemlidir.
(Immigrant): Mülteci tanımında bulunan nedenlerin dışın-da, çoğu zaman ekonomik gerekçelerle ülkesini gönüllü olarak terk ede-rek başka bir ülkeye, o ülke yetkililerinin bilgi ve izni ile yerleşen kişidir. 5543 Sayılı İskân Kanununa göre göçmen, Türk soyundan ve Türk kültü-rüne bağlı olup, yerleşmek niyetiyle yurtdışından Türkiye’ye gelen kişiler-dir. (bknz. “mülteci”, “sığınmacı” ve “kaçak göçmen”)
(Income distribution): Bir ülkenin toplam gayri safi yurtiçi hasılasının, o ülkede yaşayan insanlar, sektörler ve bölgeler ara-sında nasıl dağıldığıdır. En yaygın kullanılan gelir dağılımı ölçüm metodu Gini katsayısıdır.
(Equality of opportunity): Eğitim, istihdam, terfi, te-mel haklar, kaynak dağılımı ve diğer alanların; yaş, cinsiyet, dini inanç, etnik köken, siyasi görüş gibi yetenek, performans ve iş yapma kapasite-si ile ilgili olmayan diğer bireysel karakteristiklerden bağımsız olarak tüm vatandaşların erişimine eşit düzeyde açık olmasıdır.
(Equal pay for work of equal va-lue): Aynı işyerinde, aynı değerde işleri, aynı verimle görenlerin ücretleri arasında bir farklılık bulunmamasıdır.
(Flexible working): İşverenin ve çalışanın toplu iş sözleşmesi veya hizmet akdi gibi hukuki araçları da kullanarak çalışma koşullarını ihtiyaçlara göre değişik şekilde düzenleyebilmelerine imkân veren bir çalışma biçimidir. Esnek çalışmaya örnek olarak, çalışanın belli işleri evden çalışarak yapması, belirli saatler sabit kalmak üzere günlük çalışma saatlerini kendisinin belirlemesi ve daha sonra telafi etmek üze-re belli günler az ya da hiç çalışmaması verilebilir.
(Disabled): Doğuştan veya sonradan herhangi bir nedenle be-densel, zihinsel, ruhsal, duyusal veya sosyal yeteneklerini çeşitli derece-lerde kaybetmesi nedeniyle toplumsal yaşama uyum sağlama ve günlük gereksinimlerini karşılama güçlükleri olan ve korunma, bakım, rehabili-tasyon, danışmanlık ve destek hizmetlerine ihtiyaç duyan kişidir.
(Worker): Ücretli, maaşlı, yevmiyeli, kendi hesabına, işveren ya da ücretsiz aile işçisi olarak bir iktisadi faaliyette bulunan veya iş ile ilişkisi devam eden 15 ve daha yukarı yaştaki kişidir.
(Gender pay/wage gap): Erkek ve ka-dın kazançları arasındaki farkın erkek kazancının yüzdesi olarak ifadesi-dir. İstihdamdaki tüm erkek ve kadınların ortalama ücretlerine göre de hesaplanabilmekle birlikte, aynı meslek veya eğitim düzeyindeki kadın ve erkeklerin ücret düzeylerinin karşılaştırılması daha sağlıklı sonuçlar verir.
(Minimum wage): Ücretli çalışanların yaşamlarını insan onuruna yaraşır biçimde sürdürebilmelerini sağlamak için kamu otoritesi tarafından belirlenen ve hukuki düzenlemelerle ülke genelinde yürürlüğe konulan en düşük ücret düzeyidir.
(Active labor market policies): İşgücü piyasalarındaki işleyiş bozukluklarını iyileştiren, mesleki beceri-leri geliştiren ve işgücü piyasalarının etkinliğini artıran politikalardır. Ka-munun işçi-işveren eşleştirme ve danışmanlık hizmetleri, mesleki eği-tim, sübvanse edilmiş istihdam (özel sektöre yönelik ücret ve istihdam sübvansiyonu, kendi işini kuranlara yardım ve doğrudan kamu sektörün-de istihdam), gençlere ve engellilere yönelik istihdam politikaları bu sı-nıfta yer alır. Yalnızca gelir desteği veya iş gücü piyasasını düzenlemek için gerçekleştirilen erken emeklilik politikaları ise pasif işgücü piyasası politikalarıdır.
Sadıka – Hacı Ömer Sabancı çiftinin çocuğu olarak 15 Mayıs 1941 tarihinde Adana’da doğmuştur. Tarsus Amerikan Koleji mezunu olduktan sonra Manchester Üniversitesi’nde (UMIST) kimya mühendisliği eğitimi almıştır. Ardından da İsviçre’de kimya mühendisliği alanında uzmanlaşmıştır. Türkiye’ye döndükten sonra Sabancı Holding bünyesindeki Sasa’yı kurmuştur.
Otomotiv sanayinde de Türkiye’de en önemli atılımları yapan isim olmuştur. Temsa’da Mitsubishi Maraton otobüsleri, minibüsleri ve ticari araçlarının üretimini sağlamıştır. Aynı zamanda da Japon devi Toyota’yı Türkiye’de %50 ortaklıklı bir fabrika kurmaya ikna etmiştir.
Sabancı Holding bünyesinde bulunan Sasa, Temsa, Toyotasa, Pilsa, Yazakisa, Sapeksa ve Akkardansa şirketleri Özdemir Sabancı’ya bağlıydı.
1970 yılında Sevda Girişken ile evlenen Özdemir Sabancı’nın bu evlilikten Demir ve Serra isimli iki çocuğu vardır.
Öözdemir Sabancı Suikasti
9 Ocak 1996’da Sabancı Center binasında DHKP/C adlı örgüte mensup Fehriye Erdal, İsmail Akkol ve Mustafa Duyar tarafından vurularak öldürülmüştür. Aynı saldırıda ToyotaSA Genel Müdürü Haluk Görgün ve sekreter Nilgün Hasefe’de yaşamını yitirmiştir.
Selçuklu tarihçiliğinin kurucularından sayılan Osman Turan, 1914 Haziranında Bayburt’un Aydıntepe (Çatıksu) köyünde doğmuştur. Trabzon’un fethinden (1461) sonra bölgeye yerleştirilen Kurdoğulları aşiretine mensuptur. Büyük dedesi, 93 Harbi (1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı) esnâsındaki kahramanlıkları ile Bayburtlu Zihni’nin şiirlerine konu olan Mustafa Osman Ağa, dedesi Abdullah Ağa ve babası I. Dünya Savaşı sırasında Erzurum-Kandilli’de şehit düşen (1916) Hasan Ağa’dır. Babasının şehâdeti sırasında henüz iki yaşında olan Osman (Ferit), annesi Şahsene Hanım ve ikisi kız, biri erkek üç kardeşiyle birlikte Çaykara’nın Soğanlı (Hepşara) köyüne göçmek zorunda kalmış, çocukluğu burada geçmiştir.
İlkokulu dayısının himâyesinde Çaykara’da, ortaokulu Bayburt’ta okumuştur. Lisenin ilk iki sınıfını Trabzon’da, son senesini ise Ankara’ya tayin olan ağabeyinin yanında Ankara Erkek Lisesi’nde tamamlamıştır (1935). Aynı sene bizzat Atatürk’ün girişim ve emriyle açılan Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin yatılı imtihanlarını kazanmış ve 9 Ocak 1936’da ders başı yapan fakültenin, 195 kişilik ilk talebelerinden olmuştur. Burada, Atatürk tarafından Ortaçağ kürsüsüne tâyin edilen dünyaca meşhur bilim adamı M. Fuad Köprülü’nün öğrencisi olmuş, zekâsı ve çalışkanlığı ile temâyüz ederek hocasının dikkatini çekmeyi başarmıştır. Bu yıllarda yayınlanan ilk çalışmaları olan “Satuk Buğra Han Menkıbesi ve Tarih” (M. F. Grenard’dan tercüme/Ülkü, 1939-40) ile “İlig Unvanı Hakkında” adlı (Kopuz, 1939) yazıları da onun ileride yayınlanacak büyük eserlerinin işâreti olarak ilim âlemince takdir ve beğeniyle karşılanmıştır.
1940 yılında mezun olduktan sonra aynı fakültede, dâimî bir kadro olmayıp bir çeşit burs olarak tevdi edilen “ilmî yardımcı” kadrosuyla ve 30 lira maaşla çalışmaya başlamıştır. 14.11.1941’de Köprülü’nün danışmanlığında Türkiye’deki ilk tarih doktorası olan 12 Hayvanlı Türk Takvimi isimli tezini savunmuş ve doktor unvanını almıştır. Hocası Fuad Köprülü’nün siyasete atılması (1941) üzerine Ortaçağ Türk İslam Tarihi derslerini vermekle görevlendirilmiştir. Ardından fakültenin açtığı Orta Zamanlar Tarihi Asistanlığı imtihanını kazanarak 28.07.1942’de göreve başlamıştır. Bu arada Farsça, Arapça ve Fransızcasını geliştirip kaynak yayımına ve orijinal araştırmalara başlayan Turan, 1943-1944’te Orta Zaman Türk Devletlerinde Türkçe Unvanlar konulu çalışmasıyla doçent olmuştur.
1944’te Irkçılık-Turancılık Davasına temel teşkil eden 3 Mayıs olaylarından hemen sonra Hüseyin Nihal Atsız’ı fakültedeki odasında misafir etmiş olması sebebiyle Millî Eğitim Bakanlığı tarafından açığa alınmıştır (4 Mayıs 1944). Neyse ki, CHP genel sekreteri Memduh Şevket Esendal ve Tahsin Banguoğlu’nun müdahalesiyle 30 Kasım 1944’te fakültedeki görevine dönebilmiştir. 17 Kasım 1946-12.11.1947 tarihleri arasında Ankara Yedek Subay Okulu Levazım Bölüğü’nde askerlik vazifesini yapmış, ardından tekrar fakültedeki görevine dönmüştür.
19.07.1948’de Paris’te toplanan Şarkiyatçılar Kongresi’ne katılmıştır. Bu esnâda kendisine, bilgi, görgü ve ihtisâsını geliştirmek için İngiltere’de bir yıl kalma izni verilmiş ve böylece 1950 yılına kadar Fransa ve İngiltere’de araştırmalarda bulunma imkânına kavuşmuştur. Bu süre zarfında Milletlerarası Şarkiyat ve Türkiyat Kongreleriyle Unesco konferanslarına muhtelif bildiriler sunmuş, bilhassa Şarkiyat Kongresi’nde sunduğu “Türkiye Selçuklularında Toprak Hukuku, Mirî Topraklar ve Hususi Mülkiyet Şekilleri” başlıklı tebliği büyük takdir ve beğeni toplayarak Osman Turan’a uluslararası şöhret kazandırmıştır. 1949’da Türk Tarih Kurumu’na aslî üye seçilen Osman Turan, 1951’de profesörlüğe yükseltilmiştir.
1954 yılı Osman Turan’ın hayatında bir dönüm noktasıdır. Zira o, tıpkı hocası Köprülü gibi siyâsete atılmış ve Trabzon’dan Demokrat Parti milletvekili seçilmiştir. Bu arada 6 Kasım 1955’te Türk Ocağı’nın Ankara Şubesi reisi, ardından genel merkezin Ankara’ya taşınması üzerine umumî reisliğe seçilmiştir (17 Mayıs 1959).
1956 tarihinde – Atsız Beyin tavassutuyla – (II.) Abdülhamid’in torunlarından Satıâ Sultan ile evlenen Osman Turan, 1957 seçimlerinde tekrar milletvekili olmuş ise de 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra tutuklanmış ve 16,5 ay Yassıada’da kalmıştır.
Yassıada’daki yargılamalardan beraat eden Osman Turan’ın bundan sonraki hayatı fakülteye dönmek mücâdelesiyle geçmiş; fakülteyi defalarca mahkemeye vermesine ve bu mahkemeleri kazanmasına rağmen çabaları sonuçsuz kalmış ve bir daha fakülteye dönememiştir. Belki de bu yüzden tekrar siyâsete atılmıştır. Demokrat Parti’nin yerine kurulan Adalet Partisi saflarına katılarak partinin 1964’teki kongresinde Teşkilâttan Sorumlu Başkan Yardımcılığına getirilmiş ve 1965’te Adalet Partisi Trabzon milletvekili seçilmiştir. 1966’da da tekrar Türk Ocağı Genel Başkanı olmuş ve bu görevini 1973 yılına kadar sürdürmüştür. Bu dönemde Türk Yurdu dergisi Osman Turan’ın gayretleriyle Türk fikir ve kültür hayatına önemli katkılarda bulunmuştur. Fakat kısa bir süre sonra Adalet Partisi’nin yetkilileriyle fikrî konularda uzlaşmazlığa düşmüştür. Bilhassa Yeni İstanbul gazetesinde yazdığı başmakaleleri, partinin genel başkanını rahatsız etmiş ve parti yöneticileriyle yaşadığı bu anlaşmazlık, Haysiyet Divanı’na sevkine ve partiden ihrâç edilmesine sebep olmuştur (1967). Birkaç yıl sonra 1969 seçimlerine Trabzon’dan Milliyetçi Hareket Partisi’nin adayı olarak katıldıysa da kazanamamış, fakülteye dönme girişimleri de başarısız olunca 1 Mayıs 1972’de emekliye ayrılmıştır.
Emekliye ayrıldıktan sonra İstanbul’a yerleşen Osman Turan’ı en çok üzen hadiselerden biri de 1974 senesinde hiçbir gerekçe gösterilmeden ve savunması dahi alınmadan Türk Tarih Kurumu üyeliğinden çıkartılmasıdır. Ömrünün son günlerinde Selçuklu İktisat Tarihi adlı kitabını yazmak için çalışmakla geçiren Osman Turan, ne yazık ki bu eserini tamamlayamamış ve 17 Ocak 1978 tarihinde evinde geçirdiği beyin kanaması sonucu hayata veda etmiştir. 64 yaşında kaybettiğimiz büyük Türk âlimi ve mütefekkiri Osman Turan’ın ebedi istirahatgâhı, Silivrikapı Ayvalık Kabristanı’ndadır.
Osman Turan, siyaset fâsılasına rağmen, bütün hayâtını okumaya ve yazmaya, yâni sadece ilme vakfeden, bunun dışında başka hiçbir heyecanı ve hedefi olmayan, zekâsıyla öğrenme heyecanını birleştirebilen az sayıdaki dikkate değer tarihçilerin en başında yer almaktadır. Bütün ömründe okuyan ve yazan bir ilim adamı olarak sadece 27 Mayıs’tan sonraki on altı buçuk aylık hapishane hayatında okuma imkânı bulamamış, askerlik devresinde bile kitaplarından ayrılmamıştır. Trabzon Lisesi’ndeki talebeliğinden hayatının son demlerine kadar kendisini hatırlayanların hemen zikretme ihtiyacı duydukları müthiş bir çalışma tiryakiliği ile dikkati çeken Osman Turan, siyasî hayatına rağmen tarih araştırmalarına hiç fâsıla vermemiştir. O, okuduklarını hazmeden, kazandığı bilgileri üstâd bir tarihçi, hatta bir târih felsefecisi hüviyetiyle tahlil ve terkip edebilen az sayıdaki târihçiden biridir. Bu bakımdan sadece yirminci asırdakiler arasında değil, bütün Türk tarihçileri arasında, hocası Fuat Köprülü gibi mütefekkir târihçi vasfına en çok lâyık olan şahsiyet olarak kalacaktır.
Osman Turan’ın yakın çevresi, dost arkadaş ve talebeleri, hocanın özel hayatında ve sosyal ilişkilerinde son derece mütevâzı ve kibar bir insan olduğunu, ancak ilmî ve fikrî tartışmalarda, bilhassa millî konularda son derece kararlı, ödün vermez bir karaktere sâhip olduğunu söylerler. Kendisi gibi bir Selçuklu tarihi mütehassısı olan Prof. Dr. Mehmet Altay Köymen’in onun fikir mücadelesi hakkında söylediği şu sözler dikkat çekicidir: “O, esersiz unvan sahiplerinin ve cahillerin amansız düşmanıydı. Fakülte kurullarında yalnız millî meseleler karşısındaki ilgisizliklerini ve câhilliklerini değil, ilme ve ilmî ahlâka uymayan tutum ve davranışlarını da yüzlerine karşı söylemekten çekinmezdi. Osman Turan’ın ilmî ve fikrî kudreti karşısında susmaktan başka bir şey yapamayanlar, siyasî hayata atılması üzerine derin nefes aldılar. Onlar Osman Turan’a karşı olan öçlerini, ellerinden tutup akademik kariyere soktuğu yetiştirmelerinin de kendilerine katılmaları sâyesinde Yassıada dönüşü fakülteye yanaştırmamak suretiyle aldılar.”
Osman Turan’ın işâret edilmesi gereken diğer bir önemli özelliği de Türkçeyi güzel yazma ve yanlış müdahalelerden koruma konusunda yaptığı mücadeledir. Denilebilir ki, Cevdet Paşa’dan sonra gelen târihçiler içinde Türkçeyi hiçbir târihçi onun kadar itinâlı ve sehl-i mümtenî denecek derecede güzel ve açık-seçik bir ifâde ve üslûpla yazamamıştır. Bu kadar rahat ve zevkle okunan eserlerinde kullandığı dil ve üslûbun, başlı başına bir meziyet ve maharet olduğu gözden uzak tutulmamalıdır.
Onun engin bilgi birikimi ve eşsiz üslubuyla kaleme aldığı eser, Kopuz, Ülkü, Belleten, Türk Hukuk Tarihi Dergisi, Millet, Zafer, Studia Islamica, Revue des Etudes Islamiques, Hilâl, İslâm Medeniyeti, Fedai, Türk Yurdu, Yeni İstanbul, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Babıâli’de Sabah gibi mecmuâ ve gazetelerde yayınlanan makale, ansiklopedi maddesi ve gazete yazılarının tam bir dökümü mevcut değildir. Bir ilim ve fikir adamı olarak tamamı ana kaynaklara dayanan ve alanında ilk olma özelliği taşıyan eserlerinin en önemlileri Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti (1965), Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi (I-II, 1969), Selçuklular Zamanında Türkiye (1971), makalelerinden oluşan Selçuklular ve İslâmiyet (1971) ve Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi (1973)’dir. Ayrıca her biri ayrı öneme sâhip kaynak neşirleri ve tercümeleri de mevcuttur. Bunlardan bazıları Aksarâyî’nin, Müsâmeretü’l- ahbâr ve Müsâyeretü’l-ahyâr’ı (1944); “Selçuklu Devri Vakfiyeleri I, II, III” (TTK Belleten, XI/42 [1947]; XI/43; XII/45 [1948]); İstanbul’un Fethinden Önce Yazılmış Tarihî Takvimler (1954); Türkiye Selçukluları Hakkında Resmî Vesikalar: Metin, Tercüme ve Araştırmalar (1958); M. F. Grenard’dan “Satuk Buğra Han Menkıbesi ve Tarih” (Ülkü, 1939-1940) ve E. Cavaignac’dan, Tarihî Kronolojinin Esasları (1954).
Bunların dışında yine her biri başlı başına temel bir kaynak niteliği taşıyan birçok akademik makalesi ve ansiklopedi maddesi bulunmaktadır ki, bu yazılar daha sonra toplanarak Prof. Dr. Osman Turan Makaleler (haz. Altan Çetin-Bilal Koç, Ankara 2010) adıyla yayımlanmıştır.
Osman Turan’ın bir fikir adamı olarak kaleme aldığı ve Türkiye’nin sosyal, kültürel, dinî ve siyasî meseleleri üzerinde yine kendine özgü birikim ve üslupla temas ettiği başlıca eserler ise şunlardır: Gafletten Uyanalım! (1948), Türkiye’de Manevî Buhran Din ve Laiklik (1964), Türkiye’de Komünizmin Kaynakları ve Kültür İhtilâli (1964), Türkiye’de Siyasî Buhranın Kaynakları (1969), Türkler Anadolu’da (1973), Vatanda Gurbet (1980) ile Tarihî Akış İçinde Din ve Medeniyet’tir (1980).
Osman Turan’ın eserleri, vefâtından sonra da geniş bir okuyucu kitlesi tarafından tâkip edilmiş, ele aldığı konular üzerine eğilen yeni nesil araştırmacılar için birer başvuru veya el kitabı hâline gelmiştir. Bu cümleden olmak üzere onun hayâtı, şahsiyeti ve târihçiliğinin, kendisinden sonra gelen araştırmacıların yolunu aydınlatan bir kutup yıldızı mesâbesinde olduğu söylenebilir.
O günlerden hâtıra olarak kalan şu hikâye, Osman Turan’ın şahsiyeti hakkında önemli bir ipucu olması bakımdan önemlidir: “Yassıada komutanı Albay Tarık Güryay, bütün mahkûmların kendisini gördükleri zaman ayağa kalkmalarını ve hazır ol vaziyetine geçmelerini ister. Fakat Osman Turan bu isteğe daha doğrusu emre uymaz. Güryay, bunun üzerine Osman Turan’a “Sen neden ayağa kalkmıyorsun?” diye sorar. Osman Turan şu cevabı verir: “Yaşça büyük olana, mevki bakımından yüksek olana ve ilmî mertebesi üstün olana ayağa kalkılır. Siz hem yaşça benden küçüksünüz, hem bir milletvekili olmam hasebiyle mevkîce benden aşağıdasınız. İlim mertebesi konusunda ise talebem bile olamazsınız. Bu durumda niçin size ayağa kalkayım?” Böyle bir cevap beklemeyen Güryay sinirlense de belli etmez ve “Mâdem ayağa kalkmayacaksın, o hâlde ben geldiğimde ortalarda görünme, mesela tuvalete git.” der. Osman Turan hemen cevap verir: “Vallahi kusura bakmayın. Sizin hatırınız için tuvalete bile gitmem!” Bu cevap Güryay’ı kızdırır. Hışımla hocanın üzerine yürür ve bir tokat atar. Fakat Osman Turan, kendisinden beklenmeyen bir çeviklikle hemen kendini toplar ve tokadı Güryay’a iâde eder. O netâmeli günlerde Osman Turan’ın sergilediği bu cesâret, kulaktan kulağa yayılır, dilden dile dolaşır.”
Göktürk Ömer Çakır
Kırım göçmenlerinden Seyit Osman Nuri Bey ve Ayşe Bahriye Hanımın oğlu olarak İstanbul’da doğan Halil İnalcık, ilk tahsilini 1923 – 1930 yılları arasında Ankara Gazi Mektebi’nde ikmâl etmiş, orta öğrenimini ise Sivas Muallim Mektebi’nde geçen bir yılı saymazsak, Ankara Gazi Muallim Mektebi’nde tamamlamıştır. 1931 yılında buradan mezun olduktan sonra Balıkesir Necati Bey Muallim Mektebi’ne başlayan İnalcık, bu okuldaki lise tahsilini 1935’te bitirip aynı yıl Ankara Dil ve Tarih – Coğrafya Fakültesi’nde târih öğrenimine başlamıştır. Bekir Sıtkı Baykal ve Fuad Köprülü gibi büyük isimlerin öğrencisi olan İnalcık, Timur hakkında hazırladığı seminerle Köprülü’nün dikkatini çekmiş, ilgi ve taltifine mazhâr olmuştur. Bu vesileyle de üniversiteden mezun olduğu 1940 yılında aynı fakültenin Yeni Çağ kürsüsünde ilmî yardımcı olarak göreve başlamıştır. 1942’de Tanzimat ve Bulgar Meselesi başlıklı teziyle doktorasını tamamlayan hoca, bu ilk eseriyle ilmî kariyerinin başından îtibâren parlamaya, Osmanlı târihyazıcılığında belgelere dayalı sosyo-ekonomik nokta-i nazarın hâkim olacağı târih anlayışı tebellür etmeye başlamıştır. Yeni Çağ kürsüsüne asistan olarak atanmasından sonra, Viyana’dan ‘Büyük Ricat’e Osmanlı İmparatorluğu ve Kırım Hanlığı başlıklı doçentlik teziyle 1943’te doçentliğe atanan İnalcık’ın ihtisâsını artırmak üzere 1949’da İngiltere’ye gitmesi, şüphesiz ilmî çalışmalarının sonraki yönünü daha da berkitecek önemli gelişmelerin ışığında değerlendirilmelidir. Aynı yıl ünlü Annales târihçisi Fernand Braudel’in La Méditerranée et le monde méditerranéen à l’époque de Philippe II (II. Felipe Döneminde Akdeniz ve Akdeniz Dünyası) adlı muazzam çalışmasının neşredilmesi bu gelişmeler içerisinde en önemli olanıdır. Eser, coğrafya ve târih, zaman ve mekân üzerinde “la longue durèe” olarak tâbir edilen ve sosyal hâdiselerin gerisindeki çok geniş bir zaman dilimi içerisinde meydana gelen coğrâfî, klimatolojik, gündelik gelişmeleri birkaç katmanlı bir târih anlatısı içerisinde ortaya koyan çığır açıcı bir çalışmadır ve İnalcık’ın üzerinde çok tesiri olmuştur. 1950 yılında bu eser üzerine kaleme aldığı değerlendirme de bu etkiyi ortaya koymaktadır. 1951’de Türkiye’ye dönen İnalcık, 1952’de Viyana Bozgun Yıllarında Osmanlı-Kırım Hanlığı İşbirliği başlıklı teziyle profesör olmuştur. 1953 – 1954 yıllarında Columbia Üniversitesi’nde misâfir profesör olarak bulunan ve Amerikan târihçiliğinde Osmanlı- Türk târihyazıcılığının inkişâfı noktasında ilk katkılarını yapan İnalcık, aynı zamanda bâzı uluslararası yayınlardaki Osmanlı târihi ile ilgili kısımların kontrolünde aranan bir isim olmaya başlamıştır. Osmanlı tarihçiliğine bu erken târihlerde yaptığı diğer bir katkı da ilmî çalışmalarıyla önemli hataları tashih etmek konusundaki başarılarında aranmalıdır. 1953’te yayınlanan “Stefan Duşan’dan Osmanlı İmperatorluğu’na: XV. Asırda Rumeli’de Hıristiyan Sipahiler ve Menşeleri” adlı makâlesiyle. Osmanlıların Balkanlara yerleşmesi hakkında çığır açıcı tespitlerde bulunarak bu süreçte eski askerî feodal zümrenin yeni Osmanlı rejimi içerisinde varlığını sürdürdüğünü ortaya koyması ve umûmiyetle düşmanlık ve taassup üzerinden şekillenen Balkan tarihçiliğinin bu bakış açısını sarsmak sûretiyle ortaya koyduğu katkı bunların en önde gelenidir.
1957’de memlekete döndükten sonra Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Osmanlı ve Amerikan târihleri dışında Teşkîlat Târihi ve Türk İnkılâp Târihi de okutan İnalcık, akademik hayatının başlarında Osmanlı toprak rejimi hakkında yaptığı çalışmalar ve bu rejimin kuruluş ve çözülüşünü anlamak için tahrir defterleri ile kânunnâmeler üzerine yoğunlaşması sebebiyle, 1960’ların başlarında toprak meselesi ne dâir çalışma ve değerlendirmelerde bulunmak amacıyla Millî Birlik Komitesi’nin isteğiyle Güneydoğu Anadolu bölgesinde inceleme gezisi düzenlemiş; Kıbrıs, İsrâil, Beyrut gibi Doğu Akdeniz memleketlerinde çeşitli arşiv çalışmaları yapmıştır. 1940’lardan îtibâren muhtelif uluslararası kurumlara (1947: Türk Tarih Kurumu aslî üyeliği; 1966: Uluslararası Güneydoğu Avrupa Araştırmaları Kurumu üyeliği; 1974: Royal Historical Society muhabir üyeliği; 1978: The Royal Asiatic Society) üye seçilen İnalcık, çeşitli uluslararası kongrelere iştirâk etmiş ve 1969’da Tibor Halasi-Kun ile birlikte Archivum Ottomanicum dergisini yayınlamaya başlamıştır.
1972’de Ankara Üniversitesi’nden emekli olan Halil İnalcık, Chicago Üniversitesi’nin dâvetiyle Amerika’ya giderek imtiyazlı profesör unvânıyla burada çalışmalarını sürdürmeye başlamıştır. Uluslararası otorite ve şöhretiyle uzun zamandır Osmanlı târih araştırmalarının önde gelen ismi olarak ilk sentez eseri de bu yıllarda İngiltere’de neşredilmiş olan The Ottoman Empire: the Classical Age, 1300–1600 (1973) olmuştur. Siyâsî târih, saray teşkîlâtı, hukûkî yapı, dinî hayat ve kültür konularında bütüncül bir bakış açısıyla hâlâ temel bir referans kitabı olarak kullanılmaya devam eden bu eser, pek çok dile de çevrilmiş, Balkan ve Ortadoğu dillerindeki etkisi oralardaki Osmanlı târihyazıcılığının yeniden ele alınmasında sağladığı katkıyla tebârüz etmiştir. Sosyal târih çalışmalarının önemli bir öznesi olarak hukuk târihi, şehir târihi, reform târihleri üzerine de çalışmalarını sürdüren İnalcık’ın yılların birikimini değerlendirdiği bir diğer mühim sentez eseri de 1994’te yayınlanan ve Osmanlı klâsik çağının (1300 – 1600) ekonomik ve sosyal gelişmelerini çeşitli başlıklar üzerinden ele aldığı An Economic and Social History of the Ottoman Empire adlı çalışmasıdır. Bu eser, 1996’da S. Faroqhi, B. McGowan, D. Quataert ve Ş. Pamuk’un çalışmalarıyla 1600 – 1900 arası dönemi ele alan ikinci bir cildin ilâve edilmesi sûretiyle iki cilt olarak neşredilmiş ve 2001’de Türkçeye çevrilmiştir.
1986’da Chicago Üniversitesi’nden emekli olan İnalcık, 1990 – 1992 yılları arasında Harvard ve Princeton üniversitelerinde fahrî profesör olarak ders verdikten sonra 1993 yılında Türkiye’ye dönerek Bilkent Üniversitesi Tarih Bölümünün kuruluşunda yer almıştır. Pek çok değerli çalışmanın yanı sıra edebiyat târihi konusunda da öncü eserlere imza atan Halil İnalcık’ın bu sahadaki ilk eseri Osmanlı edebiyâtında hâmi – mahmi ilişkilerini, yani patronaj konusunu ele aldığı monografisi 2003 yılında neşredilen Şâir ve Patron’dur. İkinci eseri ise, 2011 yılında yayınladığı kapsamlı bir çalışma olan Has-bağçede ‘ayş u tarâb – Nedimler Şairler Mutribler başlıklı kitabıdır. Bu eserinde de Osmanlı pâdişahlarının eğlence meclislerini, klâsik edebiyâtın kaynaklarından, İran ve Emevî, Abbâsî saraylarından Orta Çağ’ın muhtelif Türk hükümdarlıklarına kadar çeşitli gelenekleri ele alarak anlatmış, saray kültürü ve imtiyazlı sınıfların işret ve sanatla tedâhül hâlindeki sefâ âlemlerini temel kaynakları kullanmak sûretiyle ortaya koymuştur. Halil İnalcık, 2008’de yayınlanan Türkiye Tekstil Tarihi Üzerine Araştırmalar adlı eserinde de bu sektörün muhtelif gelişme evrelerini uzun bir zaman dilimi içerisinde ticârî krizler, doğan rekabet piyasaları, arz ve talep meseleleri üzerinden ele alıp konuyu günümüze kadar getirerek önemli bir monografi ortaya koymuştur. Son yıllarını ise, Osmanlı târihinin siyâsî, sosyal, iktisâdî anlamda bütüncül yeni ve daha kapsamlı bir sentezine hasrederek Devlet-i ‘Aliyye üstbaşlığıyla vefâtından evvel üç cildini neşredebildiği çalışmalarını ortaya koymuştur. İlk cilt, beylikten güçlü bir imparatorluğa dönüşümün anlatıldığı “Klâsik Dönem (1300 – 1606) Siyasal, Kurumsal ve Ekonomik Gelişim” (2009) altbaşlığıyla, ikinci cilt, pâdişah otoritesinin zayıfladığı 17. asrın ilk yarısına dâir gelişmelerin, “Kadınlar Saltanatı” olarak da tesmiye edilen “Harem Sultanları” dönemlerinin anlatıldığı “Tagayyür ve Fesad (1603 – 1656): Bozuluş ve Kargaşa” (2014) altbaşlığıyla, üçüncü cilt ise devlet otoritesinin bir dizi güçlü sadrâzam – diktatör (sâhib-i seyf) eliyle yeniden kurulduğu “Köprülüler Devri” (2015) altbaşlığıyla yayınlanmıştır ve henüz neşredilmemiş ciltler de yayına hazır vaziyette beklemektedir.
Halil İnalcık’ın Osmanlı târih çalışmalarına hiç bitmeyen katkılarından birisi de 2007 yılında İslam Ansiklopedisi’nde neşredilen ve o târihten îtibâren muhtelif yayınlarda yer alan “Osman Beg” maddesidir. Osmanlı beyliğinin kuruluş dönemlerini aydınlatan ve temel kaynaklar ışığında devletin bânisi Osman Gâzi’yi bulanık bir târih öncesi manzarasının içinden çıkararak târihe daha fazla yaklaştıran İnalcık’ın, bu çalışmasıyla ulaştığı sonuçlardan biri, geleneğin 1299 olarak kabûl ettiği Osmanlı’nın kuruluş târihini, Osman Gâzi’nin çağdaşı Bizanslı târihçi Pachymeres’in tanıklığıyla 1302 yılında cereyân eden Bapheus Savaşına çekmesidir. Muhtelif vesîlelerle erken Osmanlı târihi incelemelerinde sâha araştırması ve arkeolojik yöntemlerin önemini de ortaya koyan İnalcık, ömrünün son aylarına kadar azimle çalışmaktan ve Türk târihinin en mühim sahafatını teşkîl eden Osmanlı evreleri hakkında bir standart belirleyen dünya çapında tâyin edici eserler ortaya koymaktan bir ân geri durmamış, ilmî heyecânını bir ân olsun kaybetmemiştir. İnalcık, 27 Temmuz 2016 târihinde, İlber Ortaylı’nın tâbiriyle “bir Türk pantheonu” olan Fâtih Camii hazîresine defnedilmiştir.
Asıl adı Hüseyin Cemil olan Cemil Meriç, Balkan Savaşı esnâsında Dimetoka’dan Antakya’ya göç eden bir âilenin çocuğu ve baba tarafından, Dimetoka Müftüsü Hafız İdris Efendi’nin torununun torunu ve kendi ifâdesiyle, “çeşitli nekbetler yüzünden hayata küsmüş eski bir yargıç”ın oğlu olarak bugünkü Reyhanlı’da dünyâya gelmiştir. 1921 Ekim’inde imzâlanan Ankara İtilafnâmesiyle artık Osmanlı sınırları dışında kalan, Fransız himâyesindeki bir Hatay’da çocukluğunu idrâk etmeye başlayan ve muhtemelen bu dededen intikâl eden Müslüman geleneği içerisinde büyüyen Meriç, 1925’e kadarki hayat devresini “koyu Müslümanlık” olarak tanımlayacaktır. Soyadını, bir hicret hâtırâsı ve âilesinin geldiği toprağın bergüzârı olarak taşıyan mütefekkir, Ü. Meriç’ten öğrendiğimize göre bu soyadından evvel, Türkçülük tesiriyle Şaman ve Yılmaz gibi soyadlarını kullanmıştır. Milliyetçiliği de bu Müslüman çocukluk devresinde temâyüz etmeye başlayacaktır; zîrâ okumayı da Mehmed Emin’in Türk Sazı’ndan heceleyerek öğrenmiştir. Bununla birlikte, yine kendi ifâdesiyle “tecessüsünü dünya düşüncesine kanatlandıran bir yol gösterici” olarak Ahmed Midhat Efendi’nin Kırkanbar’ı da ilk okuma temrinlerinin içindedir. Daha sonraları, Halep’te bulunan Refik Hâlid’İn yazdıklarını okuyacak, onun “âhenkli”, “taze” ve “samimi” nesrine hayrân olacaktır.
Meriç, 1923’te Reyhaniye Rüşdiyesi’nde başladığı eğitimini, 1928’den îtibâren Antakya Sultânîsi’nde sürdürmüş; Karagöz dergisinde Fırsat Yoksulu mahlasıyla ilk şiirleri neşredilmiş, ilk yazısı da, henüz öğrenciyken Yenigün gazetesinin 23 Eylül 1933 târihli 673. sayısında F. Y. Yılmaz müstearıyla yayınlanan, işgâl yıllarında Türkler tarafından çok okunan Yeni Mecmua ve onun devâmı olarak yayınlanan Yenigün’ün neşriyâtını övdüğü “Geç Kalmış Bir Muhasebe” olmuş, aynı târihlerde Işkın adlı bir Antep dergisinde “Şairler Irmaklara Benzer” başlıklı bir başka yazısı da neşredilmiştir. O sıralar Fransız mandası altında bulunan Antakya’daki okulunda, Fransız yanlısı idâre ve öğretmenlere karşı milliyetçi hislerle Yıldız gazetesinde yönelttiği eleştiriler sebebiyle barınamayarak, 1936’da İstanbul’a gelip Pertevniyal Lisesi’ne kaydolan ve bu tepkileri doğuran milliyetçi hislerin damga vurduğu ve “yeni bir arayış, yeni bir bütünleşme ümidi” ile Türkçü olduğu hayat safhasını, 1925 – 1936 arasına yerleştiren Meriç, maddî sıkıntılar eğitimini İstanbul’da sürdürmesini engelleyince tekrar Antakya’ya dönerek eski okulunda lise eğitimini tamamlamıştır.
Cemil Meriç’İn kendi ifâdelerine göre entelektüel hayâtı üzerinde etki yapan ilk kitap, Rıza Tevfik’in Kâmus-ı Felsefî adlı eseri olmuştur. Selim Sırrı’nın Terbiye-i Bedeniye Nazariyatı onu jimnastik yapmaya, sağlam bir vücuda sâhip olmaya teşvik etmiş, İbrâhim Ethem’in Terbiye-i İrade adlı eseri de disiplin içerisinde çalışmayı öğretmiştir. Bu sıralar, baştan sona okuduğu ilk kitap da Dostoyevski’nin büyük eseri Suç ve Ceza’nın Fransızca bir tiyatro uyarlaması olmuştur. Yabancı dil konusundaki çabalarında en mühim yardımcısı ise, Şemseddin Sâmi’nin Kâmus-ı Fransevî’sidir. Cemil Meriç, çeşitli Avrupa ediblerinden sonra, Engels ve Marks’la da lisede tanışacaktır. Aynı yıllarda Andre Gide’in Clarte dergisine, Gringoire adlı sağcı bir Fransız gazetesine ve Nouvelles Literaires’e abone olan Meriç’in irfan kaynakları neredeyse bütünüyle Fransız’dır: Aynı yıllarda edebiyatta ilk aşkı olarak, düşünce dünyasına kendisiyle girdiğini belirttiği Balzac’ı keşfeder; Zola’yı gençliğinin tanrılarından sayar. Hugo, Chateaubriand ve filozof olarak Voltaire en sevdiği yazarlardandır.
Mezuniyetinden sonra kısa bir süre İskenderun’da öğretmenlik yapan Cemil Meriç, muhtemelen, sosyalist Leon Blum’un hükûmetine bağlı olan, Hatay’daki Fransız mandasının ve daha büyük oranda okuduğu kitapların etkisiyle sosyalizme meyletmiştir. Kendisi de, Ergun Göze’yle gerçekleştirdiği mülâkaatta, “hayâtının fikrî grafiği” içinde 1936 – 1938 arasını “sosyalistlik devrim” olarak tanımlamıştır. Yine aynı mülâkaatta belirttiği gibi, okuma ve araştırmaları ve bilhassa “Stalin gibi bir canavarın karşısında Sovyet intelijansiyasının zavallılığı” sebebiyle soldan uzaklaşacaktır. Diğer yandan solculuğu da Türkçülüğü de tefekkür çilesinden doğmuş birer araştırma mahsülü değildir.
Meriç, Tercüme Bürosu, Nâhiye Müdürlüğü ve Türk Hava Kurumu’nda çeşitli vazifeleri deruhte etmiş, bu sırada Türkiye’ye yeni katılan Hatay hükûmetini devirmeye çalışmak suçlamasıyla tutuklanmıştır. “Sınıf kavgasının, sınıf şuurunun olmadığı Hatay”daki mahkemede “tek işçinin elini sıkmamış” biri olarak Marksizmini açıkça îlân etmesine rağmen beraat eden fakat sicili bozulan Meriç, bu dönemden başlamak üzere 1960 yılına kadar sürecek hayat safhasını, kuluçka devri veya “bir Jan Valjan hayatı” olarak nitelendirmiştir; fakat bu devir de hareketsiz bir bekleyiş dönemi değildir. İstanbul Üniversitesi’nde Yabancı Diller Okulu’na burslu olarak girip iki yıl okuyan ve bu tahsilin sonunda staj görmek için iki yıllığına Fransa’ya gönderilecekken II. Dünya Savaşı hengâmesinde bu imkânı bulamayıp Elazığ’a Fransızca öğretmeni olarak atanıp iki yıl burada kaldıktan sonra İstanbul Üniversitesi’ne Fransızca okutmanı olarak giren Cemil Meriç, bu zaman zarfında, Ayın Bibliyografyası dergisinde tercüme tenkitleri yayınlamış, ayrıca 1943’te, dünyanın en büyük romancısı saydığı ve Türkçe’ye çevrilmedikçe ülkemizde gerçek anlamda romanın boy atamayacağına inandığı Balzac’tan Altın Gözlü Kız’ı çevirip neşretmiştir.
1944 – 1947 yılları arasında Yurt ve Dünya, Yücel, Gün ve Amaç dergilerinde çeviri vâdisindeki eleştirileri ile Fransız edebiyâtına ilişkin incelemeleri yayınlanan ve 1947’de Yirminci Asır dergisinin kurucuları içinde yer alan Meriç’in, kitaplaşan ilk telifi, yüz sayfalık Altın Gözlü Kız çevirisinin başında yer alan yetmiş beş sayfalık Balzac incelemesi sayılmazsa, 1960 – 1964 arasında kendisini hasrettiği Hint kültürüne dâir bir eser olan Hind Edebiyatı’dır[1]. Avrupa’yı incelerken karşısına çıkan ilk Asya unsuru olan Hint, onun Doğu’ya ve İslâm’a dönüşünün de ilk kıvılcımını çakacak ve ondan “tesâmuhu, düşüncenin gökkuşağını bütün renkleriyle sevmeyi, peşin hükümlerin mahpesinden kaçarak hakikatin çeşitli yönlerine eğilmeyi” öğrenecektir. Bununla birlikte Avrupa’dan hiçbir zaman bütünüyle kopmaz. Hind Edebiyatı’ndan üç yıl sonra, 1967 senesinde, “toplumun dertlerine çare arayan bir aydının Batı düşüncesine, daha doğrusu düşünceye uzanışı” olarak târif ettiği Saint Simon İlk Sosyolog – İlk Sosyalist basılır. Kendisini çok daha geniş bir çevreye tanıtacak ve nesilleri etkileyecek eserlerini emekliliğinden sonra vermeye başlayan Cemil Meriç’in, en çok okunan eserleri arasında başı çeken, Türk düşüncesini, Doğu ve Batı arasındaki Türk aydınını ve son iki asırlık sergüzeştimizi, belirli odak noktaları üzerine dillendirilmiş aforizmatik ifâdelerle ele aldığı ve “yarım asırlık bir tetebbuun, bir sanatçı mizacından süzülen usaresi. Bir mesaj, daha doğrusu bir çığlık” olarak târif ettiği Bu Ülke ile ondaki tohumun ağaca dönüşmesiyle meydana çıkan, Platon’un meşhur metaforu içinde Türk ve Batı aydınını ele aldığı, “çarpık, güdük ve yerine oturmamış düşüncemizin kurşunkalemle çizilmiş bir taslağı” olan Mağaradakiler ve çağdaş uygarlık, medeniyet, kültür, ideoloji, devlet gibi kavramlarla düşünce târihinin çeşitli isimlerini ve eserlerini, bunlara ilişkin tercümeleri “zamanla çiçekleşen tomurcuk düşünceler” hâlinde işlediği Umrandan Uygarlığa 1974 yılında neşredilecektir. 1980’de ise, “bir mefhumlar kâmusu, derbeder ve dağınık bir ansiklopedi” olarak vasıflandırdığı Kırk Ambar ve 1984’te “büyük âbideye birkaç sütun, birkaç oda daha” eklemesini sağlayan Işık Doğu’dan Gelir gün yüzüne çıkar. Hayattayken yayınlanan son eseri ise, ondan bir yıl sonra kitaplaşan, kültür, medeniyet, İslâm düşüncesi, edebiyat, aydın meselelerini yine ve yeniden irdeleyeceği, Kültürden İrfana olacaktır.
1970’lerden îtibâren sağın önde gelen mevkûteleri olan Hisar, Türk Edebiyatı, Hareket, Kubbealtı Akademi Mecmuası gibi dergilerle Orta Doğu ve Yeni Devir gibi sağ tandanslı gazetelerde yazıları görünen Cemil Meriç, 1943’teki Balzac çevirisinden sonra da çeviri faaliyetlerini bırakmamış, Balzac’tan 1946’ya kadar bazısı neşredilmeden kaybolan altı roman daha çevirdiği gibi, 1956’da Victor Hugo’nun Hernani adlı tiyatro eseri ile 1966’da yine Hugo’dan Marion de Lorme adlı tiyatro eserini, 1980’de Uriel Heyd’in Foundations of Turkish Nationalism: The Life and Teachings of Ziya Gökalp adlı çalışmasını, Ziya Gökalp: Türk Milliyetçiliğinin Temelleri adıyla ve 1983’te sosyalist düşünür Maxime Rodinson’un La Fascination de l’Islam adlı çalışmasını, Batı’yı Büyüleyen İslam adıyla çevirerek neşretmiştir.
Kitaba tapmadığını fakat onu bir liman olarak gördüğünü, onun sâyesinde bir kanat darbesiyle Olemp’e, bir kanat darbesiyle Himalaya’ya uçtuğunu; okuduğu karakterleri, onların ülkelerini ve asırlarını yaşayacak denli benimsediğini belirten Cemil Meriç, arayışlar ve tecessüsler içindeki hayatını iki perdelik bir trajediye benzetmiştir: “Birinci perde evleninceye kadar geçen zaman: yıldızsız, allahsız, cıvıltısız, katran gibi bir gece. Vıcık vıcık ıstırap. Birkaç şehri fethe yeten bir enerji yeldeğirmenlerine saldırmakla harcanır. İkinci perde izdivaçla başlar. Daha büyük, daha derin, daha uzun acılar. Fakat vahaları olan bir çöl bu ve göğü yıldızlarla dolu: çocuklarım, kitaplarım…” Türk düşünce târihinde çok önemli ve belli başlı sîmâlardan biri olarak temâyüz eden Meriç, şu veya bu ideolojinin tesirinde kaldığı gençlik dönemleri sayılmazsa, fikrî hürriyetin ve insan idrâkinin önünde bir engel olarak gördüğü ideolojik angajmanlardan uzak durmuş; fakat son iki asırlık Batılılaşma, çağdaşlaşma mâcerâmız ile Türkiye’nin düşünce târihine dâir vurucu, kendine has özlü bir belâgatle dile getirdiği fikirler, çeşitli siyâsî – ideolojik mecrâların mümessilleri tarafından aynı tehâlükle benimsenmesini sağlamıştır. Bununla birlikte Meriç, Türk düşüncesi içerisinde, “sevebileceklerim dilsiz, dilimi konuşanlarla konuşacak lakırdım yok” diyerek kendi bölünmüşlüğünü de bedâhetle ortaya koymuştur. Batı’nın kaynaklarına son derece hâkim olan, hatta fikrî gelişmesini Taine, Paul Borget, Rousseau, Quinet ve Michelet’ye borçlu olduğunu söyleyen ve kendisini “Tanzimat’tan beri Batı’yı heceleyen Türk aydın”ları içinde gören Meriç, ömrü boyunca o kaynaktan beslense ve “60’lara kadar tecessüsünün yönlendiği kutup” olarak Avrupa’yı görse de onun muârızı olmuştur. Bütün zirvelerine rağmen Batı’nın nazarında bizim, kabûl edilmeyecek başka bir dünyâ olduğumuzu ifâde etmiş ve yine kendi ifâdesiyle fikrî mâcerâsının son merhalesi olarak 1964’ten îtibâren kendisini sâdece Osmanlı saymıştır. “Hayâtını Türk irfânına adamış mütecessis bir fikir işçisi” olarak bu yolda arayış, okuma, öğrenme, aktarma çabalarından uzaklaşmayan Cemil Meriç, çocukluğundan îtibâren zayıf olan görme duyusunu 1955’te tamamıyla kaybetmesine rağmen, tefekkür ikliminde, dostlarının ve kendisini sevenlerin muavenetiyle kanat çırpmayı sürdürmüştür. Bu durumda ömrünün son 30 yılını karanlıklar içerisinde; fakat kafasının içinde yanmaktan hiç vazgeçmeyen bir tecessüs ışığıyla mânevî olarak aydınlanmış hâlde geçiren Cemil Meriç, Karacaahmet Mezarlığı’nda medfundur.
Göktürk Ömer Çakır
Cerrah Mehmet (Dombayoğlu) Bey ile okuduğu gazel ve mevlidler dolayısıyla sesinin güzelliği methedilen Zehra Hanım’ın kızı olarak Bursa’da dünyâya gelen Türk mûsıkîsinin büyük ses sanatçısı ve “Cumhuriyet’in Divası” Müzeyyen Senar, henüz altı yaşındayken Bursa hamamlarının ud, kânun ve tef eşliğinde yapılan şenliklerinde sesiyle sivrilmeye başlar. Kekemeliğine rağmen, şarkı okurken “billûrî ve şakrak sesiyle” küçüklüğünden îtibâren temâyüz etmiş; yeteneğini fark edenlerin tavsiyesiyle, onun doğduğu yıl Dârülfeyz-i Mûsıkî Cemiyeti adıyla kurulan, İmrahor’daki Anadolu (Üsküdar) Mûsıkî Cemiyeti’ne, 1931’de, kaydedilerek mûsıkî eğitimine başlamıştır. Kendisini getirip götürmek annesine ağır gelince, Cemiyet hocalarından ûdî Hayriye (Örs) Hanım’ın evinde kalmaya başlayan Müzeyyen için, haftasonları birçok bestekârın buluşma yeri olan bu ev de artık bir okula dönüşmüştür. Çok önemli isimlerle de o yıllarda tanışma imkânı bulan Senar, ünlü edîb ve bestekâr Ahmed Rasim Bey’in önünde, onun “Gel seninle yeni bir aşka giriftâr olalım” mısrâıyla başlayan sûzinak eserini de okuma imkânına kavuşur.
1932’de, Hayriye Hanım’ın ve bir diğer hocası Kemal Niyazi Bey’in isteğiyle İstanbul Radyosu’nda ilk programına çıkan ve programın beğenilmesi üzerine her perşembe, program başı beş lira mukâbilinde yarımşar saat mûsıkî icrâ eden Senar, 1933 yılında, bir taraftan radyo emisyonları sürerken ilk defâ olmak üzere Belvü Gazinosu’nda, yaşı büyütülüp doğum yılı 1913 olarak tashih edilmek sûretiyle, sahneye adımını atar. Daha sonra gazino programlarına yine Dervişzâde İbrâhim’in sâhip olduğu Mulenruj’da devâm edecek ve ilk taş plâğı da, içinde Yesâri Âsım Arsoy, Sâdeddin Kaynak, Mustafa Nâfiz Irmak gibi isimlere âit on eserin yer aldığı ve 1933’te basılan “Sahibinin Sesi’nde” olacaktır.
1935 yılında ilk defa Münir Nurettin Selçuk’la aynı sahneyi paylaşan Senar, soyadını aynı yıl evlendiği Âli Senar’dan alacaktır. Radyo sâyesinde şöhreti yayılan ve programı kesintiye uğradığı zamanlar aranan bir ses hâline gelen genç bir ses sanatçısı olarak, 1936 senesinin Aralık ayında keman sanatçısı Nubar Tekyay’ın haberdâr etmesiyle apar topar hazırlandıktan sonra kendisini Dolmabahçe Sarayı’nda, Atatürk’ün huzûrunda Tatyos Efendi’nin bir hicazkâr şarkısını okurken bulmuş, onun takdîr ve iltifâtına mazhâr olmuştur. Daha sonra birkaç defa daha Atatürk’ün dâvetiyle onun meclislerinde bulunan Senar, kendisine son defa 1938 Haziran’ında Savarona yatında şarkı okumuştur.
1938 – 1941 yılları arasında Ankara Radyosu’nda çalışan sanatçı, R. Dikici’den öğrendiğimize göre, 1942’de Halil Kamil tarafından çekilen Kerem ile Aslı adlı filmde başrolü oynar. 1969’ta yayınlanan Ana Yüreği adlı filmle birlikte filmografisinde iki başrol oyunculuğu yer alan Senar, ayrıca 1941’den îtibâren, o yıllar bir furya hâlinde yayılan Mısır filmlerindeki Arapça şarkıları çoğunlukla Vecdi Bingöl’ün güfteleri ve Sadeddin Kaynak’ın besteleriyle Türkçe olarak seslendirmiştir. Senar, ilki 1943’teki Nasreddin Hoca Düğünde, sonuncusu ise Fatih Akın’ın 2004’te vizyona giren İstanbul Hatırası adlı filmde olmak üzere toplam yedi filmde kendi adıyla görünmüş; ayrıca ilki 1941’de yayınlanan ve yönetmeni Muhsin Ertuğrul, senaristi Nâzım Hikmet olan Kahveci Güzeli olmak üzere 1969’a kadar on sekiz filme sâdece sesiyle dâhil olmuştur.
Yine R. Dikici’nin biyografisinde mukayyed bilgilere göre, 1933’ten 1960’a kadar, çoğunluğu hicaz makâmında, 257 adet taş plâk şarkısı dolduran Senar, 1960’dan îtibâren 30 adet lonplay hazırlamış; yurt içinde ve Amerika’da pek çok konser vermiş, 1974’ten îtibâren, sonuncusu 10 Kasım 2002’de Atatürk’ü anmak için gerçekleştirilen bir program olmak üzere, pek çok televizyon programına konuk olmuş, 1998’de, her ne kadar böyle geç hatırlanmasına kızıp kabûl etmese de, kendisine Devlet Sanatçısı unvânı verilmiştir[1]. Plâkları, konserleri ve tavrıyla Türk mûsıkîsine yeni bir soluk getiren ve onu uzun yıllar temsil eden Müzeyyen Senar, sahne konserlerini 1983’te sonlandırmış; fakat Haziran 2004’te Rumelihisarı’nda 72. sanat yılını dostlarıyla birlikte şarkı söyleyerek kutladıktan başka vedâ konserini 5 Eylül 2006’da Sepetçiler Kasrı’nda vermiş, 2001’de çıkarttığı En Son Okuduklarım adlı CD’sinden sonra, 90. yaş günü dolayısıyla Odeon firması 2008’de bir taş plâk CD’sini çıkartmıştır.
2006’da kısmî felç geçiren ve son yıllarını Bodrum’da hareket kabiliyetini yitirmiş olarak sürdüren sanatçı, aralarında Lemi Atlı, Zeki Arif, Osman Nihat, Şerif İçli gibi isimlerin de yer aldığı pek çok ünlü bestekârın, eserlerini ilk kendisinden dinlemek isteyecekleri büyük bir icrâcıydı. R. Dikici’nin tâbiriyle o; şâirin güftesini kendi mûsıkîsi içinde aynı değerde koruyan, şâirin iç dünyasındaki değerleri kavrayan ve bunları şahsî bir yaratıcılığa eşlik eden tavır ve üslup zenginliği içinde sunan büyük bir ustadır. Ârif Nihat Asya’ya, “Tambur, o sülün boyla ve ut, enle gelir / Güften, girerek kol kola, bestenle gelir / Yay telde, nefes neyde… Müzeyyen nerde? / Ey şarkı, senin tadın Müzeyyen’le gelir!” dedirten de bu icrâ anlayışı ve gücüdür.
Dünyâca tanınmış bir Türk fizikçisi olan Behram Kurşunoğlu, aslen Trabzon Çaykaralıdır. İstanbul Üniversitesi’ndeki öğrenimini 1945’te tamamladıktan sonra devlet bursu ile İngiltere’deki Edinburgh Üniversitesi’ne giderek burada önce astronomi çalışmaları yapmış, ardından çalışma sâhasını fiziğe kaydırarak 1949’da mezkûr okuldan ikinci lisans derecesiyle mezun olmuştur. Aynı yıl Cambridge Üniversitesi’nde doktora öncesi çalışmalarına başlayan ve Einstein’la Erwin Schrödinger’in Birleşik Alan Teorisi üzerine eğilerek 1952 yılında bu konudaki özgün katkılarını kendi doktora teziyle ortaya koyan Kurşunoğlu, doktora sonrası çalışmalarını Cornell Üniversitesi’nde sürdürmüş ve 1953’te, dinleyicileri arasında Einstein’ın da bulunduğu, Princeton Üniversitesi’ndeki bir kollokyumda, doktorasından îtibâren tâkip ettiği Birleşik Alan Teorisi üzerine önemli bir konuşma yapmıştır.
İlmî mesaisinin başlarında önemli başarılar gösteren ve atom çekirdeği üzerine yaptığı çalışmalarla ortaya koyduğu önerileri izleyen Robert Hofstadter’in 1961 yılında Nobel’e aday olmasını sağlayan Kurşunoğlu, doktora sonrası çalışmalarını bitirince, 1954’te Miami Üniversitesi’ne misâfir profesör olarak atanmıştır. 1955’te askerliğini yapmak için döndüğü Türkiye’de Genelkurmay Başkanlığı’na kendi sâhasıyla ilgili danışmanlık yapan ve 1956’da Türkiye Atom Enerjisi Komisyonu’nun kuruluş çalışmalarına katılan Kurşunoğlu, 1958’de Birleşmiş Milletler Atom Barışı Konferansı’nda Türk delegesi olarak devletimizi temsil etmiş; fakat Ankara’da ihtisas alanına uygun bir kürsü bulunamadığı için aynı yıl içinde tekrar Amerika’ya dönüp Miami Üniversitesi’nde fizik profesörü olarak çalışmaya başlamıştır.
Miami Üniversitesi bünyesinde Centre for Theoretical Studies’i kuran ve emekli olacağı 1992 yılına dek buranın direktörlüğünü yapan Behram Kurşunoğlu, bu merkezde pek çok doktora sonrası çalışma yapılmasının yolunu açmış, ayrıca Coral Gables Konferansları’na dâvet ettiği öncü isimlerle, A. Perlmutter ve S. Meshkov’un tâbiriyle, hem bu konferansların hem de kurucusu olduğu Merkez’in “ilim adamlarının Mekke’si” olmasını sağlamıştır. Çeşitli araştırma alanlarından ilim öncülerini, disiplinlerarası bir kurum hâline getirmeye çalıştığı Merkez’e dâvet ederek buradaki çalışmalara süreklilik kazandıran Behram Kurşunoğlu, bir taraftan nükleer çalışmalara odaklanırken bir taraftan da nükleer enerji üretimi ile bunun çevreye ve ekonomiye tesirleri üzerine eğilen küresel ölçekli vakıflara katkı sunup nükleer enerji konusunda Amerikan Temsilciler Meclisi’nde çalışma arkadaşlarıyla sunum yapmak dışında, 1983 yılında, kurucusu olduğu Merkez’de fizikçi ve siyâset bilimcilerin katılımıyla Nükleer Savaş – Nükleer Barış konularında kurslar başlatmış ve bu çalışmalar onun başkanlığında 1991 senesine kadar sürmüştür.
1961’de Münih’teki Max Planck Fizik ve Astrofizik Enstitüsü’nün ve aynı sene Harwell’daki İngiliz Atom Enerjisi Kurumu’nun kuruluşlarına katkı sağlayan Kurşunoğlu, Amerika’da, 1962 – 1964 yılları arasında Oak Ridge Ulusal Laboratuvarı’nda görev yapmıştır. 1962’de Modern Quantum Theory adlı çalışmasını yayınlayan Kurşunoğlu’na, 1972’de Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Büyük Ödülü tevcih edilmiştir. Ayrıca 2000 senesinde Ataturk Society of America tarafından kendisine Atatürk Ödülü verilen Kurşunoğlu’nun iki yüz civârında ilmî makâlesinin yanı sıra, şüphesiz en fazla öne çıkan mesâisi, kendisini 1953 yılında Princeton Üniversitesi’ndeki kollokyumdan sonra evine dâvet ederek birkaç saat görüşen Albert Einstein’ın İzâfiyet Teorisi’nin elektromanyetizmayla birleştirilmesi üzerine temellenen ve bu görüşmeden kısa bir süre önce G. Rickayzen’le neşrettiği “Unified Field Theory and Born-Infeld Electrodynamics” adlı makâlesinde işleyerek Genelleştirilmiş İzâfiyet Teorisi adını verdiği çalışmalarıydı. Einstein, Kurşunoğlu’na, kendi teorisinden daha kapsamlı bulduğu bu teori için, “kimin haklı olacağını, zaman gösterecek” demiş ve kendisini teşvik etmiştir.
Göktürk Ömer Çakır