Suhte ne demek?
Farsça, yanan anlamında olan bu kelime medrese talebelerine denir. Galat olarak “softa” şeklinde kullanılır. İlim aşkıyla yanan talebelere, bu özellikleri sebebiyle “suhte” denilmiştir.
Farsça, yanan anlamında olan bu kelime medrese talebelerine denir. Galat olarak “softa” şeklinde kullanılır. İlim aşkıyla yanan talebelere, bu özellikleri sebebiyle “suhte” denilmiştir.
Arapça, cennet çarşısı demektir. Cennette bulunan erkek ve kadın resimleri. Herkes, burada beğendiği resmin şekline girer ve o halde ailelerinin yanına gider. Cennettekilerin sonsuza kadar şekil değiştirebileceği kaydedilir.
Arapça, hüccet, delil, güç, kudret, vali padişah, zor gibi anlamları olan Arapça bir kelime. Tarihte ilk defa, Abbasi vezirleri için kullanılan bu unvan, zamanın akışı içerisinde hükümdarlar için de, geçerli olmuştur. Tasavvuf önderlerine, belli bir zamandan sonra sultan lâkabı verilmiştir. Balım Sultan, Sultan Veled, Emir Sultan vs. gibi.
Mevlevî tâbiridir. Mukabele günü, semâ’dan önce, şeyh efendi önde, derviş (can)ler ortada olmak üzere, semahanenin etrafında halka şeklinde yürüyerek yapılan üç devir (daire)’e Sultan Veled Devri denirdi. Bunun ilk düzenleyicisi Sultan Veled olduğu için, onun adıyla anılmıştır.
Arapça, şekil, heykel, çeşit, nevi, kılıç, biçim vs. gibi anlamları olan bir kelime. Hadis olduğu kaydedilen, Allah’ın Hz. Adem’i kendi suretinde yaratması hususu, onun halifeliğini anlatan bir tabirdir. Kul, hiçbir zaman Allah olamaz. Ortaya çıkıp gerçekleşme tavrında, suretler hem ulvî, hem de süflîdir. Ulvî suret, hakiki ve izafi olmak üzere ikiye ayrılır. 1. Hakiki olanı, vücûdî hakikatler ve rubûbî isimlerin suretlerinden ibarettir. Faal hakikatin, zât-ı ûlûhiyyetden bir cem’i vardır. 2. İzafî olan ise, aklî, müheyminî ve nefsî ruhların hakikatlerinden ibarettir. Süflî suretlere gelince, bunlar imkana ait hakikatlerin suretleridir. Süflî suretler de, ulvî ve süflî olarak ikiye ayrılır. Ruhanî suretlerden, zikri geçenlerin hepsi, ulvîdir. Mutlak ve mukayyed misal âleminin suretleri, bu grubdandır. Süflî’ye gelince, cisimler âleminin suretleri, arş ve kürsi hâriç olmak üzere, bu gruptandır. Anasır ve unsuriyyatın suretleri, buna dahildir.
Arapça, iradenin sureti demektir. Nefsin, hiçbir şeyin Allah’ın iradesinin dışında bir irâde ile vuku bulduğunu görmemesi. Herşeyin Hakk’ın irâdesi ile meydana geldiğini görmesi.
Arapça, Hakk’ın sureti demektir. Hakikat-ı Ehadiyye ve Vâhidiyyeyi gerçekleştirdiği için, bu, Hz. Muhammed (s)’dir. Bu sebeple ona “Sâd” da denir, ibn Abbas (r)’a “Sâd”ın ne anlama geldiği sorulduğunda, şu karşılığı vermiştir: “Mekke’de, üzerinde Rahmanın Arşının bulunduğu bir dağdır”.
Allah bunu, el-Bedî ve el-Kâdir isimlerinin nurlarından yaratmıştır. Allah, Hz. Adem’in suretini, Muhammedi (s) suretin bir nüshası olarak yaratmıştır. Hz. Adem Cennetten inince, ruhlar âleminden ayrıldığı için, ona ait suretin hayatı sona ermiştir. Cennette iken, Allah vicdanına duyurma yapmaksızın, Hz. Adem hiç birşeyi kendi başına düşünemiyordu. Dünyaya inince, Allah’tan aldığı bu vicdanı hissedişi kayboldu. Zira Cennette suretlenmiş hayat, onun nefsiyle iken; dünyadaki hayatı, ruh ileydi. Dünya ehline göre Allah ebedî hayatla diriltmedikçe, bu ölü hükmündedir. Ona nazar, onunla onun zatına nazar etmekle olur. Bu da, Allah’ın isim ve sıfatlarıyla tahakkuk eder.
Böylece dünyadaki kişi, cennettekilerde bulunan şeyi elde etmiş olur. Yani cennetteki gibi, Allah kendisine vicdanî sezişle bildirimde bulunmadıkça, hiçbir şeyi tasavvur edemez. Abdülkadir Geylanî’nin yorumu işte bu şekildedir.
Arapça, susmak demektir. Tasavvufta susmak, teslimiyeti ifade eder. Tasavvuf hal ilmi olduğu için, konuşarak değil, susarak yani hâl ile (yaşayarak) öğrenilir. Hz. Hızır (a)’ın, Hz. Musa (a)’dan istediği “susmak”tı. Ancak, bu gerçekleşmedi, iki çeşit sükût vardır: 1. Dış sükût 2. İç sükût. Mesela, tevekkül halindeki kişinin rızık endişeleri açısından kalbi (içi), susma durumundadır. Vücûdun hareketsiz hali de, kendine göre sükûtu ifade eder. Muhib’in sustuğunda helake uğrayacağı, arifin de sustuğunda malik olacağı kaydedilir. Sükût’un sebebi bedihi (açık) hayrettir. Aşık susarsa, arif konuşursa helak olur. ibn Ebi’d-Dünya’nın, konuyla ilgili olarak “Kitabü’s-Samt ve Âdâbü’l-Lisân”ı meşhurdur.
Arapça, yola girmek, yol almak demektir. Bir şeyhe bağlanan kişinin, belli bir metodla, Allah’a doğru, yani kemalâta doğru iç (manevî) planda yaptığı yolculuğa sülük denir. Süluk’un sonunda “Allah’ı sevmek” tefekkürü (murakabe-i mahabbet) verilir. Ondan sonra “fena” ve “beka” gibi haller ortaya çıkar. Bir kul, en mükemmel varlık olan Allah (c.c) olmıyacağı için, gerçek mânâda sülûkun sonu yoktur. Eşrefoğlu Rumî resmî sülûkunu bitirince, kayınpederi Hacı Bayram Veli (k)’ye “varmamız gereken manevî kemâlâtın sonu bu mudur?” deyince, şu karşılığı alır: “Bir velinin, bin yıl ömrü olsa, ve bu süre içinde sülûka devam etse, peygamberlerin topuğuna bile varması imkansızdır.” Peygamberimizin (s) Allah (c)’a en fazla yaklaşan beşer varlığı olarak, Miraç Gecesi’nde, kendisiyle Rabbisi arasında Kabe Kavseyn (iki kaşın arası) kadar bir mesafe bırakılmıştır. Eğer o mesafe de olmasaydı, Peygamberimiz Allah’la ontolojik manada birleşmiş olacaktı ki bu takdirde (hâşâ) Allah olması gerekirdi. Bu ise muhaldir, mümkün değildir. Zira “vema nüve illa beşer” (Mü’minûn/24) O, ancak bir beşerdir.
Kurucusu Hacı Şa’ban-ı Veli’dir. Halvetî tarikatının kollarından biri. Hacı Şa’ban-ı Velî’nin Şeyhi de Hayreddin-i Tokâdi (k) hazretleridir. Mezarı Bolu’ya 10 km. mesafededir.
Arapça sevinç demektir. Üzüntünün mukabili olan sevinç, üç türlüdür: 1- Zevk sürürü. 2- Şühûd sürürü: ilim perdesinin açılmasıyla oluşan sevinç. 3- icâbet-i semâ sürürü: Vahşet izlerini gideren müşahede kapılarını açan, sâlikin ruhunu güldüren sürür.
Farsça, hükümdar, demektir. Hafifletilmiş olarak şeh şeklinde de kullanılır. Şeyh ve Velî’ye de, şah denir. Orta Asya ve Hindistan’daki sûfîler için, bu tâbir kullanılır: Şah Abdullah Dihlevî, Şah Muhammed Bahâeddin Nakşbend vb. Bektaşîlerin de, bu tâbiri sıklıkla kullandıkları görülür. Hz. Ali için, Şâh-ı Merdân, Şâh-ı Necef, Şâh-ı Vilâyet gibi tâbirler kullanılır.
Şah kılıcı sallamak: Eskiden Anadolu’da İran’a bağlılığını bildiren kişiler için Osmanlı tarihçileri tarafından kullanılan bir deyim. Şahlığı şeyhliğe çeviren İbrahim Ethem gibi zatların yanı sıra, şeyhliği şahlığa çeviren, siyasal faaliyetlerde bulunan sûfîler az değildir. Tasavvuf tarihi içinde, sûfîlerin kurmaya muvaffak olduğu devlet sayısı Orta Asya, Hindistan, Malezya, Çin, Afrika, Kafkasya gibi yerlerde kırkı bulmaktadır. Hoca Muhammed Bahâeddin Nakşbend’in hocası Halil Ata Gazan Han’ın Maveraünnehir’de, hâkimiyeti yedi yıl süren ve Şamanist Türkler arasında İslam’ı yayma çabaları içinde bir devlet kurduğu görülür. Afrika’da, Osman Dan Fudî, Umar Tal Hac, Amadu Bellu, Emir Abdulkâdir-i Cezâyirî, Kafkasya’da Şeyh Şamil en-Nakşbendî ve Hacı Murad gibi zevat, konunun başat örnekleridirler, iran’daki Safevîleri de bu meyânda zikretmek mümkündür.
Şâh-ı Murgan-ı Melekût : Melekûttaki kuşların şahı; Hz. Muhammed (s).
Şâhbâz-ı Sidre-Nişîn: Sidre-i Müntehâya konan şahin: İnsan ruhu, arınmış ruh.
Biz ezelden tâ ebed meydana gelmişlerdenüz,
Şâh-ı Merdân aşkına merdâne gelmişlerdenüz.
Hatayî
Arifin halini tarif ne hacet,
Efsâne sözlerden eyle feragat.
Herdedir, bir göster, sâhib-kerâmet?
Ali çokdur, Şâh-ı Merdân bulunmaz.
Türabî
Şah içün çak eylediler ten libasın terk edüb,
Terk-i tecrîd oldılar, tâc u kabadan geçdiler.
Hayretî
Farsça-Arapça tamlama. İki dünyanın hükümdarı manasınadır. Hz. Muhammed (s) için kullanılır.
Şâh-ı kevneyn ü imâmü’l-Harameyn
Nûr-u bi-şeyn ü Nebiyyü’s-Sakaleyn
Hâkânî
: Farsça-Arapça tamlama. Levlâke levlâke lemâ halaktu’l-eflâk (Sen olmasaydın, Sen olmasaydın, kâinatı yaratmazdım) hadis-i kudsîsindeki levlâk ifâdesi kullanılarak, Hz. Peygamber (s)’e Levlâk’ın hükümdarı, yani “Şâh-ı Levlâk” denir.
Şâh-ı Levlâk gibi hısn-ı haşinim var iken,
Ne bu sûziş, bu güdaziş ne bu âh ü feryad.
Nâbî
Farsça tamlama, erkeklerin şahı, hükümdarı demektir. Hz. Ali için kullanılır bir tabirdir.
Yüz meşakkat çekse kâm-ı dil tapar encâm-ı kâr,
Her kimin mevtası âlemde Şeh-i merdân olur.
Fuzulî
Zülfikâr Hz. Ali Efendimizin (r) kılıcının ismidir. Farsça-Arapça terkib olarak, Zülfikâr’ın şahı demektir. Bu unvan, Hz. Ali (r)’ye aittir.
Bunda bağlamış gaza şemşirini sultan-ı Rûm,
Bunda salmış saye-i ikbâl Şâh-ı Zülfikâr.
Fuzulî
Arapça gören, şâhid olan, şehâdet eden demektir. Sâlikin kalbinde hazır ve mevcut olan, kalbin iştigal ettiği düşünceye, denir. Kalbi istilâ eden ilim ise, şahid-i ilm, vecd ise şâhid-i vecd olarak anılır. Bir kimse bir başkasına kalbten ilgi duyar ve ona bağlanırsa, bu sevdiği şahıs, o kimsenin şahididir. Aklın, fikrin meşgul olduğu şeye şâhid denmesi, sanki zihnen meşgul olunan şeyin gözönünde imiş gibi bulunmasmdandır. Şâhid, temaşa edilen zuhurlar, feyz ve tecellî manalarında da kullanılmıştır. Bir de, şâhid-şâhed vardır ki bu, güzel ve sevgili manalarını içerir.