Rüyada Adımlamak ve Adım Atmak
Rüyada bir yeri adımladığını görmek, iş hayatında mühim meselelerle karşılaşmaya delâlet eder.
İlk insan ve ilk peygamber Hazret-i Adem’i kendi suretinde görmek, ilme ve fazilete delâlet eder.
Rüyada Hazret-i Adem’e arkadaş olduğunu görmek, yüksek makamlara işarettir. Bu rüyayı gören zat eğer âlimse, bütün insanlar onun ilminden faydalanır.
Yine Hazret-i Adem’i görmek, hacca gitmeye, dost ve ahbaplarıyla bir araya gelmeye, bazân da neslinin çoğalmasına delâlet eder.
Nablûsî demiştir ki:
– Rüyada Adem (a.s.)’i kestiğini görmek, sultana hiyanet, ana babaya ve öğretmene asi olmakla tâbir olunur.
Bazı tâbirciler de şöyle demişlerdir: Rüyada Hazret-i Adem’i gören düşmanlarının sözüne aldanarak mağdur olur. Bir müddet sonra tekrar rahata kavuşur.
Rüyada Hazret-i Adem’in rengini kaçık olarak görmek, bir yerden bir yere hicret ile tâbir olunur.
Kendisinin Adem olduğunu veya Adem’e arkada şlık ettiğini görmek, eğer ehilse melik olur.. Bazı kere de Hazret-i Adem’i görmek, rüya tâbircisi olmaya delâlet eder.
Yine Hazret-i Adem’i görmek, kalın elbiseye ve ağlamaya, uzak bir yere yolculuğa delâlet eder. Çünkü Adem Nebi, Cennetten çıkarılıp dünyaya gönderilmişti ve o zaman çok ağlamıştı..
Hazret-i Adem’i çok iyi bir halde görmek, büyük hayra ve çok nimete işarettir..
Yine Hazret-i Adem’i görmek, günaha, günahtan sonra tevbeye delâlet eder. Çünkü ilk hata işleyen Adem’di ve ilk tevbe eden de yine Adem’dir..
Kişinin kendisini rüyada herhangi bir iş için aday mevkiinde görmesi, eğer hakikaten böyle bir işde aday ise, kazanacağına delâlet eder. Eğer aday değilse, hayatta muvaffakiyete işarettir..
Kişinin rüyada bir şey adadığını görmesi, hayırlı bir işe önder olacağına işarettir. Nezrettiğini yerine getirdiğini görmek, yeni bir iş tutmaya; adak satın almak da, muradına ermeye delâlet eder.
Rüyada ada görmek, ele girecek para ile tâbir olunur.
Adaya çıkmak, adadan bir şey almak, mirasa konmaya işarettir. Kendisi tarafından adaya bir şey götürmek ise, veraset ilâmı almaya delâlet eder.
Rüyada bir adadan ayrıldığını görmek, malın zarara uğrayacağına işarettir.
Kişinin rüyada isminin değiştiğini görmesi, hayra, saadet ve selâmete işarettir.
Güzel bir isimle kendisine hitap edildiğini görmek, izzet ve şerefe delâlet eder.
Kör, topal, aksak ve sevimsiz bir isimle hitap edildiğini görmek, çirkin bir nam ile anılmaya delâlet eder..
“İnkar edenler grup grup cehenneme sevk edilirler. Cehenneme vardıklarında oranın kapıları açılır ve cehennem bekçileri onlara şöyle derler: ‘Size içinizden, Rabbinizin âyetlerini size okuyan ve bu gününüze kavuşacağınıza dair sizi uyaran peygamberler gelmedi mi?’ Onlar da, ‘Evet geldi’ derler. Fakat inkârcılar hakkında azap sözü gerçekleşmiştir. Onlara şöyle denir: ‘İçinde ebedî kalmak üzere cehennemin kapılarından girin. Büyüklük taslayanların kalacağı yer ne kötüdür!’” (Zümer, 39/71-72)
İnsanoğlunun “iman” ile “küfür” arasındaki tercihi, ahiretteki durumu açısından kendini iki farklı sonuca götürmektedir. Cenab-ı Allah dünya hayatında her şeyi çift yarattığı gibi ahirette de Cennet-Cehennem, ceza ve mükâfat gibi çift unsurlar yaratmıştır. Dünyada fıtratı üzere hareket ederek, Yaratan’ı ve rızık vereni tanıyan ve itaat edenle; küfrü, isyanı ve her türlü kötülüğü hüner sayan, nefsini putlaştıran, ki-birlenip Hakk’ı terk eden ve Allah’ın gönderdiği emir ve yasaklara uymayanı, elbetteki yüce Allah eşit görmeyecektir.
Bilenle bilmeyen, çalışanla çalışmayan, iyilikle kötülük, doğru ile yalan, adaletle zulüm, açlıkla tokluk, aydınlıkla karanlık, savaşla barış, nasıl farklıysa imanla küfürde öyle farklıdır. Sonucu da farklı olacaktır. İnananlar ve inkâr edenler fiillerinin karşılığını görmeseydi, imtihanın anlamı kalır mıydı? Çevremizdeki her varlık ve olay, bize ilahî güç ve kuvveti, ilim, irade ve kudreti, kısacası bir yaratıcının varlığını haykırırken; sırf inadı ve kibri yüzünden inkârı tercih ederek nankörlük yapan bir kimse için cehennem; iman edip teslim olan, nefsini ve şeytanı yenmeyi başaran, iyilikler yapan, kötülüklerden kaçınan, haddini bilen bir kul için de cennetin veril-mesinden daha güzel ve daha tabii ne olabilir?
Din gününün sahibi Allah Teâlâ insanlık tarihi boyunca peygamberler gönde-rerek kullarını uyarmış ve aydınlatmıştır. Bütün bu uyarılara rağmen küfürde ısrar edenlere de cehennemin hazırlandığı, adeta cehennemin onları tanıyıp karşılarca-sına kapılarının açıldığı ve cehennem bekçilerinin bu kimselere, hangi nedenle bu kötü duruma geldiklerini bildirdiği zikrettiğimiz âyetlerinde anlatılmaktadır. O gün artık ehli küfrün tutacak dalı kalmamıştır. Vardıkları yerin geri dönüşü de yoktur. Rablerine yakaracak yüzleri de kalmamıştır. Gerçeği anlamışlardır. İş işten geçmiştir. Muhatapları cehennem bekçilerinden ibarettir. Onlara yakarma ihtiyacı duyarlar. Ve şöyle derler:
“Ateşte olanlar cehennem bekçilerine, ‘Rabbinize yalvarın da (hiç değilse) bir gün biz-den azabı hafifletsin’ derler.”
“(Cehennem bekçileri) derler ki: ‘Size peygamberleriniz açık mucizeler getirmemiş miydi?’ Onlar, ‘Evet, getirmişti’ derler. (Bekçiler), ‘Öyleyse kendiniz yalvarın’ derler. Şüphesiz kâfirlerin duası boşunadır.”
Çünkü yalvarıp yakarmaya, af ve mağfiret dilemeye ne hakları ne de yüzleri var-dır. Müminlere gelince;
“Şüphesiz ki, peygamberlerimize ve iman edenlere dünya hayatında ve şahitlerin şa-hitlik edecekleri günde yardım ederiz.”
O gün zalimlere, mazeretleri fayda vermez. Lânet de onlaradır, kötü yurt da on-laradır (Mümin 40/52).
“Andolsun, sizi ilk defa yarattığımız gibi teker teker bize geldiniz. Size verdiğimiz dünyalık nimetleri de arkanızda bıraktınız. Hani hakkınızda Allah’ın ortakları olduğunu zannettiğiniz şefaatçilerinizi de yanınızda görmüyoruz? Artık aranızdaki bağlar tamamen kopmuş ve (Allah’ın ortağı olduklarını) iddia ettikleriniz, sizi yüzüstü bırakıp kaybolmuşlardır.” (En’âm, 6/94)
Yaratıklar arasında en saygın varlık insandır. Her şey onun emrine verilmiştir. Hiçbir varlığa nasip olmayan aklı sayesinde varlıklar üzerinde tasarruf yapabilmek-tedir. İradesini doğru istikamette kullanabilmesi için de yüce Allah, kitaplar ve pey-gamberler göndermiştir. Peygamberler onlara yaratılış gayelerini ve Allah’ın emirle-rini tebliğ etmiştir. Bazı insanlar peygamberlere kulak vermiş, Allah’a kul olmanın gereklerini yerine getirmeye çalışmış ise de, bazıları sahip oldukları makam ve mala aldanmış ve bunların kalıcı olduğunu zannederek Allah’a ve peygamberlere karşı çıkmıştır.
Yüce Kitabımız bu konuda bazı kişileri örnek vermiştir. Mesela Kârûn bunlardan biridir. Kârûn’a hazineler verilmiş, o, bunları hayır yolda kullanmadığı gibi, böbür-lenmiş, nasihat dinlememiş ve sahip olduğu malın gerçek sahibinin kendisi olduğu-nu zannetmiş ve “Bunlar bana bendeki bilgi ve beceriden dolayı verilmiştir” (Kasas, 28/78) demiş, bu anlayışı ve davranışları sebebiyle helak olmuştur. Firavun ise sıhhat ve saltanatına aldanmış ve helakine sebep olan şu sözleri söylemiştir:
“Ey kavmim! Mısır hükümdarlığı benim değil mi? Şu nehirler de benim altımdan akı-yor (değil mi?) Hâlâ görmüyor musunuz?”
Kur’an-ı Kerim’de ders almamız için hayatları anlatılan bu insanlar sahip olduk-ları mal ve makamlarının devamlı olacağını ve bunların kendilerini kurtaracağını zannetmişlerdir. Fakat durum hiç de böyle olmamıştır. Kendileri ölüp gitmiş, sahip oldukları her şey geride kalmıştır. Üstelik mal ve makamın vebalini de sırtlarında götürmüşlerdir. Yüce Kitabımızda, kişinin kendisine en yakın ve en yararlı olan kim-seler olan kardeşinden, anasından, babasından, eşinden bile kaçacağı belirtilmiştir:
“Kişinin kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçacağı gün kulakları sağır edercesine şiddetli ses geldiği vakit, işte o gün onlardan herkesin kendini meşgul edecek bir işi vardır.”
Peygamberimiz; “İnsanlar kıyamet günü yalın ayak, çırılçıplak ve sünnetsiz ola-rak haşr olunacaklar” buyurmuştu. Bunun üzerine Hz. Aişe;
Hz. İbrahim’in şu duası bizim için ibret vericidir:
“(Kulların) diriltilecekleri gün beni utandırma! O gün ki ne mal fayda verir ne oğullar! Allah’a arınmış bir kalp ile gelen başka.” (Şuara, 26/87-89)
Dostlar ve dostluklar sadece dünyada değil ahirette de insanın mutluluğuna veya mutsuzluğuna sebep olacaktır. Peygamberlerin mesajlarına uymayıp mal ve maka-mına güvenip şeytana ve din düşmanlarına dost olanlar kıyamet gününde pişman-lıklarını dile getirecekler ancak; iş işten geçmiş olacaktır:
“O gün zalim kimse, (çaresizlik içinde) ellerini ısırıp şöyle diyecektir: Ne olurdu ben de peygamberle beraber aynı yolu tutsaydım! Yazıklar olsun bana, keşke falanı dost edinme-seydim! Andolsun, Kur’an bana geldikten sonra beni ondan o saptırdı. Zaten şeytan insanı yardımcısız bırakıverir.”
Ayet-i kerimede verilen mesajı şöylece özetleyebiliriz: İnkârcılar âhirette, mutlak güç ve hâkimiyet sahibi olan Allah karşısında yalnız ve çaresiz kalacaklar ve onla-rın dünyadaki akraba ve dostları, kendilerini şımartıp azgınlaştıran mal ve mülkler, makam ve mevkiler, Allah’tan başka tapmış oldukları şeyler Allah karşısında onlara zerre kadar fayda sağlamayacak, yardımını umdukları şeyler kaybolup gidecektir.
“O (azap) gerçek midir? diye senden haber soruyorlar. De ki: Evet, Rabbime andolsun ki o elbette gerçektir. Siz (bu konuda Allah’ı) âciz kılacak değilsiniz.(O gün) zulmetmiş olan herkes, eğer yeryüzündeki her şeye sahip olsa, kendini kurtarmak için onu fidye verir. Azabı gördüklerinde, için için derin bir pişmanlık duyarlar. Onlara zulmedilmeksizin aralarında adaletle hükmedilir.” (Yûnus, 10/53-54)
Peygamber Efendimize risalet görevi verildikten sonra, ona inanmak istemeyen-ler ısrarla, ölüm sonrası hayatın, dirilişin, azabın gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini soruyorlardı. Kutlu Resul de bu konuların hak olduğunu ve mutlaka gerçekleşeceği-ni anlatıyordu. Fakat onlar inkârlarında ısrar ediyor, hatta bazen ahiret inancını ken-di aralarında alay konusu da yapıyorlardı. Okuduğumuz ayetler, bu şekilde inkâr eden insanları konu edinmekte ve onların ahiret gününde karşılaşacakları durumu tasvir etmektedir.
Ahiret gününde bütün insanlar yeniden dirilecek ve Allah’a hesap verecekler. Allah’a iman edenler güzel ve rahat bir hayat ile karşılaşacak ve kendilerine veri-len nimetlerden istifade edeceklerdir. İnkâr edenler ise, karşılaşmak istemedikleri gerçeklerle yüz yüze gelecekler. Ahiret hayatında görecekleri manzara karşısında şaşıracak, dünya hayatında sergiledikleri isyan ve inkârlarından dolayı pişmanlık duyacak, derin bir üzüntü ve ıstırap hâline bürünecekler. Kur’an-ı Kerim onların bulunacakları manzarayı şöyle tasvir etmektedir:
“Onlar şöyle derler: Evet, bize bir uyarıcı gelmişti. Fakat biz onu yalanlamış ve ‘Al-lah hiçbir şey indirmemiştir. Siz ancak büyük bir sapıklık içindesiniz’ demiştik. Yine şöyle derler: Eğer kulak vermiş veya aklımızı kullanmış olsaydık, şu alevli ateştekilerden olmaz-dık.”
Dünya hayatında ilahî vahye uymayıp isyan eden ve kendilerine doğru yolu gösteren peygamberlere hakaret edenler, büyük hesap gününde, şaşkınlık içinde çırpınıp bir şeyler yapmaya çalışacak, iyi niyet gösterisinde bulunmaya çalışacak, dünyada çok sevdiği malını feda etmeyi deneyecektir. Okuduğumuz ayetlerde Al-lah Teâlâ, inanmayan insanların bütün malları yanlarında olsa ve hepsini vermek istediklerini söyleseler de, onlardan kabul edilmeyeceğini ve azapla yüzleşeceklerini anlatmaktadır. Allah’ın azabı onları yakalayacağı vakit, pişmanlıktan ve üzüntüden dolayı donakalacaklardır. Ne yapacaklarını, ne söyleyeceklerini bilemeyecekler. Çünkü bunu yapmaları gereken yer dünya hayatı idi. Ahiret ise hesap, karşılaşma ve sonuç günü olacaktır.
Allah’ı ve Resûlünü inkâr edenler, dünyada iken, makam ve mallarını kaybetme endişesi ile bu yola başvurmuşlardı. Dünya hayatımız, rahatımız iyi olsun, malımız, mülkümüz çok olsun da ondan sonra ne olursa olsun diyerek inkâr yolunu seçmiş-lerdi. Fakat Allah’ın Resûlü aracılığıyla bildirdiği gerçeklerle yüz yüze kalınca, dün-ya miktarınca malı feda etmeye hazır olduklarını ifade edecekler. Fakat bu ayetten anlıyoruz ki dünyada ilahî risaleti kabul etmeyenlerin ahiretteki yersiz gerekçeleri bir şey ifade etmeyecek, onları azaptan kurtarmayacaktır.
Sağlıklı iken uğruna birçok fedakârlıkta bulunulan dünya malının Allah katında bir değeri olmayacak. Fakat O’nun uğrunda harcanılan mallar bunun dışındadır. Bu dünyada iken Allah yolunda harcanan mal değerlidir. O zor günde sahibinin yanında hayır ve hasenat olarak yer alacaktır. Bundan dolayı şu hakikat zihnimiz-den çıkmamalıdır. Aklımızı, fikrimizi, gecemizi, gündüzümüzü meşgul eden dün-ya nimetleri dünyada kalacaktır. Yanımızda götüreceklerimiz ise sadece Allah’a ve Resûlüne iman ve bu yolda sergilediğimiz güzel davranışlardır. Dünya nimetlerini elbette elde edeceğiz, kullanacağız, fakat bunlar bizi Allah’tan uzaklaştırmaya götür-memeli. Bilakis Allah’ın rızasını kazanmaya götürecek araçlar olmalı.
Ayetin sonu bize ilahî bir hakikati bildirmektedir. Bu insanlar günahlarını ha-tırlamaları ve vaat edilen azabı duymalarından ötürü suçluluk psikolojisi altında ezilecek ve kendilerini sahipsiz, kimsesiz, yardımsız hissedeceklerdir. Onlar bütün malını mülkünü kaybeden bir müflis tüccarın durumunda olacaklardır. Ancak bu durumdan ötürü hiçbir kimseyi suçlayamazlar. Kendileri yaptılar ve sadece yaptık-larının karşılığını göreceklerdir. Allah onlara sadece adaletle karar verecek ve hiçbir haksızlık etmeyecektir.
“Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük gazap gerektiren bir iştir.” (Saff, 61/2–3)
Surenin ilk ayetinde kâinattaki bütün varlıkların, kendi lisan ve hâlleriyle yüce Allah’ın her türlü noksanlıktan münezzeh oluşunun tesbihi ile O’nun mutlak güç, hüküm ve hikmet sahibi olduğu anlatılmaktadır.
Bilindiği üzere insanlar inanç bakımından inanan, inanmayan ve inanmış gibi görünenler olmak üzere üç gruptur. Okuduğumuz ayetlerde ise genelden özele gi-dilerek şuurlu varlıklar arasında müstesna bir yere sahip olan insanlara yüce Allah, “Ey iman edenler” nidasıyla seslenmektedir. Bu hitapta inananlar arasında kadın erkek cinsiyet ayrımı olmadığı gibi dil, ırk, renk, sınıf, ruhbanlık v.b. faktörler de bulunmamaktadır.
Bu âyet hakkında İslam âlimlerinin yorumlarına baktığımız zaman “Ey iman edenler” cümlesindeki hitabın muhatabının kim olduğuna ilişkin tercihe göre iki gruba ayrıldıkları görülmektedir. Bunlardan bir gruba göre Kur’an’ın geneli doğrul-tusunda ayette müminlere hitap edilmiş olmakla beraber söz ve eylemleri arasında uyumsuzluk olan Müslümanlara bu konuda uyarı yapılmakta yahut Müslümanların sözünde ve amelinde tutarlı olması istenilmektedir. Diğer gruba göre ise, “Ey iman etmiş görünenler” tarzında bir anlam taşımakta ve söylediği ile yaptığı bir olmayan ikiyüzlü kimseler kınanmaktadır.
Bu yorumlarda çelişkili söz ve davranışlardan kaçınmanın önemine ilişkin kalıcı bir mesaj verilmesi amaçlanmaktadır (Kur’an Yolu, V/258).
Diğer bir ifadeyle yüce dinimizin evrensel oluşunun bir tezahürü olarak imanı-mızdan sonra inandığımız gibi yaşamamız bizlere hatırlatılmakta, Allah’ı unuttuk-ları için kötü akıbete düşenlerin durumuna düşmememiz için uyarılmaktayız. Bu uyarıyı hayatımıza yansıtmamız ancak samimiyet ve içtenlikle dinimizin emir ve yasaklarına riayet etmemizle mümkün olur. Bu nedenle tutum ve davranışlarımızda sadece Allah’ın rızasını gözetmeli, özümüz sözümüze, sözümüz özümüze uygun olmalı, riyakâr ve iki yüzlülükten kaçınmalı, yaptığımız iş ve eylemlerimizde hulûs-i kalple ve iyi niyetle davranmalı, içten pazarlıklı olmamalıyız.
Tüm yaşantımızda yapabileceklerimizi söylemeli, yapamayacağımızı söyleme-meliyiz. İşte bu bağlamda yüce Allah, Kur’an’da; “Ey iman edenler niçin yapmayaca-ğınız şeyleri söylüyorsunuz. Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında şiddetli bir buğza sebep olur.” (Saff, 61/3-4) buyurmaktadır. Zira İslam’da itikadî konuların ruhu tevhid, ibadetlerimizin ruhu ihlas, dünyevi işlerimizin ruhu da adalet ilkesine uy-gun olmalıdır (Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İst. 1991, s.240).
Nitekim Hz. Peygamberin bütün yaşantısına baktığımızda onun hiçbir zaman yapamayacağı hiçbir şeyi söylemediğini, ancak yapacağı şeyleri söylediğini görüyo-ruz. Çünkü o bizim için yegâne örnektir. Onun her yönüyle örnek hayatı ve tevhit mücadelesindeki başarısı, Mekke’nin fethine muvaffak olması ve tebliğ ettiği mesa-jın kıyamete kadar baki kalması da bunun bir göstergesidir.
Bu hususta Kur’an’da yüce Allah, Hz. Peygamber hakkında inananlara seslene-rek; “Andolsun, Allah’ın Resûlünde sizin için; Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır.” (Ahzâb, 33/21) diye belirtilmek-tedir.
İşte bu nedenlerden dolayı bizler, Cenab-ı Mevlâ’yı tanıma ve sevme mutluluğu-na, yalnız O’na yönelme, yalnız O’na ibadet etme özgürlüğüne ulaşamazsak hayatı-mızdan lezzet alamayız. Dünyevi ve uhrevi haz ve lezzetler ise kâl (söz) ile değil, hâl (öz) ile idrak edilir. Balın tadını cam kavanozun dışından tatmak mümkün olmadığı gibi dinimizin güzelliklerini de yaşamadan idrak edebilmemiz mümkün değildir. İçimizin ve dışımızın birbirini tutmaması da dinen nifak alameti sayıldığı için böy-le hâllere düşmekten de sakınmamız gerekir. Bunun için dünya hayatı önemli bir fırsattır. Çünkü dünya hayatında marifete ulaşmamız için yüce Rabbimizi tanımayı, bilmeyi ve sevmeyi bütün hücrelerimize nakşetmeliyiz. Rabbimize verdiğimiz sözü hatırlama, bu tanımaya ve söze uygun davranma taahhüdümüzdür.
Cenâb-ı Hak cümlemize yapabileceğimiz şeyleri söylemeyi nasip eylesin, yapa-mayacağımız şeyleri söylemekten de bizleri muhafaza eylesin.
“Dediler ki: ‘Gerçekten biz, ölüp bir toprak ve kemik yığını hâline geldikten sonra mı tekrar diriltileceğiz?” (Mü’minûn, 23/82)
‘İnanmıyorum’ demek kolaydır, ama bir o kadar zor. Kolaydır, çünkü ‘inanmı-yorum’ kelimesi ağızdan bir çırpıda çıkar nihayetinde. Tıpkı diğer söylenmesi kolay kelimeler gibi: ‘Uykum geldi’, ‘karnım acıktı’, ‘üşüdüm’, ‘inanmıyorum’. Aslında di-ğerleri gibi değildir, o kelime. Doğal değildir, çünkü. İnsan soğuk olunca üşür, sı-caktan terler, ama doğa, toprağın derinliklerinden göğün yükseklerine kadar hayatı cıvıl cıvıl haykırırken, inanmamak hiç de doğal ve kolay değildir. İnanmayan insan, düşünmemiştir yeterince, göz gezdirmemiştir doğadaki olaylara. Zihinleri karışıktır, inanmayanların, bazen her şeyin sahibinin Allah olduğunu düşünseler de, ‘Yedi Gö-ğün Rabbi, Arşın Rabbi; Allah’tır’ deseler de, öldükten sonra çürümüş bedenlerinin tekrar hayat bulacağını bir türlü akılları almaz (Mü’minûn, 23/85-86).
Bazen inançsızlara, uyarıları yapanlar sıradan insanlar da değildir. Bir Peygamber çıkar karşılarına, anlatır onlara, bıkmadan, usanmadan. Karşılığında düşünür ya da düşünür gibi yapar inanmamakta direnen insan; “Bunlar, peygamberlik iddiasın-da bulunan adamın uydurduğu sözler”, der, ya da “başkalarından almış olmasın?” diyerek kendini avutur (Mü’minûn, 23/4-5). Oysa bilse “O kitabı, göklerin ve yerin sırrını bilen indirmiştir.” (Mü’minûn, 23/6) Bu öğütleri veren Allah’tır. Aklı almaz, bir türlü direnen insanın, “Bu ne biçim peygamber ki, yemek yiyor, çarşıda, pazarda dolaşıyor. Ona bir melek indirilseydi de, bu onunla beraber bir uyarıcı olsaydı ya!” diye mırıldanır (Mü’minûn, 23/8). “O’nun benden ne üstünlüğü var ki?” der. “Hadi, hazinesi olsa, ürününden besleneceği bir bahçesi olsa” takılayım peşine ama… Yok, işte, yok!
Aslında bilse ki, “bütün peygamberler yemek yerler, çarşıda pazarda gezerlerdi.” (Mü’minûn, 23/20) Allah, inanmamak için direnen insanı “bir zamana kadar, gaflet ve şaşkınlığıyla baş başa bırakır” (Mü’minûn, 23/54), onu paraya boğar, inançsızın ço-cukları olur, boy boy… Bu dünyadan hiç ayrılmayacağını sanır (Mü’minûn, 23/55-56). Din duygusundan yoksun, zamanla kendi nefsinin arzusunu tanrılaştırır (Mü’minûn, 23/43). Aslında böyle yapmakla farkında olmadan insanlıktan çıkar, hatta hayvan-dan daha aşağı duruma düşer (Furkân, 25/44). Acınacak haldedir artık, dünyada ya-pıp ettikleri, “ıssız bir çöldeki serap gibidir. Susamış kimse serabı su sanır, yanına geldiğinde hiçbir şey bulamaz ya! İşte öyle. Veya inançsızın dünyada yaptığı işler derin bir denizdeki karanlıklar gibidir. Hırçın dalgalar her yanını sarmıştır, üstüne karanlık bulutlar çökmüştür, karanlık içinde yeni bir karanlığın başladığı, göz gözü görmez bir deniz üzerine gelmektedir.” (Nûr, 24/39-40) “Allah onun amelini dağılmış zerreciklere çevirmiştir” (Furkân, 25/23).
Derken hayat biter, o zaman anlar her şeyin boş olduğunu. “Rabbim! Beni dün-yaya geri gönder, ne olur geri gönder, güzel şeyler yapayım” diye yalvarır. Hayır! Bu arzu, boş hayaldir. Onun arkaya, dünyaya, sevdiklerine, çocuklarına, parasına ve itibarına dönmesine engel bir perde çoktan çekilmiştir (Mü’minûn, 23/99). Beklemek-ten başka çaresi yoktur artık.
Hesap günü, şaşkınlığı ve pişmanlığı daha da artar, “(çaresizlik içinde) ellerini ısırıp, homurdanır: ‘Ne olurdu, ben de peygamberin yolundan gitseydim. Yazıklar olsun bana, keşke beni yoldan çıkaranları dost edinmeseydim! Kur’an da hazır bana kadar gelmişti! Beni, dost bildiklerim saptırdı.”
Mizan, sorgu derken, tutarlar onu, yüz üstü, yaka paça cehenneme sürüklerler (Furkân, 25/34). Artık kimden yardım istesin? Çok güvendiği çocuklarından, akra-balarından, adamlarından da yardım isteyemez ki! “Sûr’a üfürüldüğü zaman, ne aralarında soy-sop yakınlığı kalmıştır, ne de birbirlerini arayıp soracak durumda-dırlar” (Mü’minûn, 23/101). Tartısı da pek hafif gelmiştir hani, (Mü’minûn, 23/102) bir savunma yapabilsin.
Ateş yüzünü yalamaya başlamıştır bile. Cehennem çok yakınlarda bir yerlerde olmalıdır. Yüzü kavruluverir, sırıtıyormuş gibi, dişleri öne çıkıvermiştir (Mü’minûn, 23/104). Çektiği acıya mı yanmalı, çirkin suratının hâline mi?! Derken Allah seslenir, bir umut doğmuştur, içine. Acaba affedilecek midir? “Ayetlerim sana okunuyordu ve sen onları yalanlıyordun, değil mi?” der Rabbi. Titrek bir sesle cevaplar, Rabbini: “Ey Rabbim! Ben azgınlığıma yenik düştüm, sapıttım. Ey Rabbim! Beni buradan çıkar. Eğer (tekrar günaha) dönersem yine at,” ama şimdi çıkar, ne olursun!”
Allah seslenir, son kez: “Aşağılık içinde kal orada, artık benimle konuşma” diye (Mü’minûn, 23/105-108). ‘Aman Allah’ım ses kesildi, Allah bana bir şans daha vermiyor. Mahvoldum, ben!…’ diye hayıflanır. Çok geçmez, “görevliler ellerini boynuna bağlarlar, tepesi üstü cehennemin daracık bir yerine atıverirler, onu. Ümitleri tama-men tükenmiştir, artık. Yok olmak ister, unutulmak, hiç olmamış olmak. Bir ses ku-laklarında yankılanır, uzaklardan, o an: “Bugün bir kere yok olmayı isteme, birçok kere yok olmayı iste!” diye (Furkân, 25/13-14) …
Orada onu yeni bir hayat beklemektedir, hiç kolay olmayan bir hayat. Öyleyse öte dünyada benzer durumlara düşmemek için, hazır elimizde fırsat varken, inancı-mızın gereğini yapalım, dinimizi yaşayalım.
“Rablerine karşı gelmekten sakınanlar da grup grup cennete sevk edilirler. Cennete vardıklarında oranın kapıları açılır ve cennet bekçileri onlara şöyle der: ‘Size selâm olsun! Tertemiz oldunuz. Haydi, ebedî kalmak üzere buraya girin.’ Onlar şöyle derler: ‘Hamd, bize olan vaadini gerçekleştiren ve bizi cennetten dilediğimiz yere konmak üzere bu yurda varis kılan Allah’a mahsustur. Salih amel işleyenlerin mükâfatı ne güzelmiş!’ Melekleri de, Rablerini hamd ile tesbih edip yücelterek Arş’ın etrafını kuşatmış hâlde görürsün. Artık kulların arasında adaletle hüküm verilmiş ve ‘Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur’ denilmiştir.” (Zümer, 39/73-75)
Dünya hayatının bin bir çeşit zorluğunu aşarak, nefsine ve şeytana karşı verdiği mücadelenin mükâfatı mümin için cennet olarak belirlenmiştir. Allah (c.c)’a karşı verilen hesap yüz akıyla tamamlandıktan sonra, cenneti hak edenler grup grup cennete sevk edilecekler, cennet ve görevlileri onları karşılayacak. Kendilerine “hoş geldiniz” denerek iltifat edilecek.
Artık bundan sonra imtihan yok. Bela, musibet yok. Hastalık, ölüm yok. Horlanma, dışlanma yok. Açlık, sefalet, zulüm yok. Geçim derdi yok. Düşmanlık, yok. Barış ve güven var, huzur ve mutluluk var. Bolluk var. “Öte git” diyen yok. Haset, kin, intikam, kan davası, yalan, iftira, dedikodu, laf taşıma, hakaret, dolandırıcılık, adam kayırma, onun bunun hakkını yeme gibi insan huzurunun baş düşmanı şeyler yok artık. Her türlü kötülükten soyutlanmış, huzur, güven ve mutluluktan ibaret yeni bir hayat başlıyor artık.
Hazinesi sonsuz olan yüce Allah’ın takdiri ile nimetleri sergilenen cennet, kitabımız Kur’an’da geniş şekilde tanıtılmıştır. Bu nimete nail olan insanlar, dünyada özlemini çektikleri şeylere burada ulaşacaklardır. İnancını ve insanlığını yitirerek heva ve heveslerinin peşine takılıp, şeytanın teşviklerine aldananlar bu nimetlerden yoksun kalacaklardır. Dünyada iken hayatlarında, barış, saygı, itaat, sevgi ve türlü güzellikler olanlar, inanmanın ve güzel işler yapmanın tatlı sonuna ermiş olacaklardır. Bu, Allah’ın vaadidir ve artık bu söz yerini bulmuştur. Rabbimiz, şöyle buyurmaktadır:
“Cennet Allah’a karşı gelmekten sakınanlara uzak olmayacak şekilde yaklaştırıla-cak. Onlara şöyle denir:) ‘İşte bu, size (dünyada) vaat edilmekte olan şeydir. O, her tövbe eden, onun emrini gözeten için, görmediği halde sırf saygıdan dolayı Rahmân’dan korkan ve O’na yönelmiş bir kalp ile gelen kimseler içindir.”
“Ancak tövbe edip inanan ve salih amel işleyenler başka. Onlar cennete, Rahman’ın, kullarına gıyaben vaat ettiği ‘Adn’ cennetlerine girecekler ve hiçbir haksızlığa uğratılma-yacaklardır. Şüphesiz onun vaadi kesinlikle gerçekleşir. Orada boş söz işitmezler. Yalnızca (meleklerin) ‘selam!’ (deyişini) işitirler. Orada sabah akşam rızıkları da vardır. İşte bu, kullarımızdan Allah’a karşı gelmekten sakınanlara miras kılacağımız cennettir.” (Meryem,19/60-63)
“Her kim de O’na salih ameller işlemiş bir mümin olarak varırsa, işte onlar için en yüksek dereceler, içinden ırmaklar akan, içinde ebediyen kalacakları Adn cennetleri vardır. İşte bu günahlardan temizlenenlerin mükâfatıdır.” (Tâ-Hâ, 20/75-76)
“Onlar için altın tepsiler ve kadehler dolaştırılır. Canlarının istediği ve gözlerinin hoş-landığı her şey oradadır. Siz orada ebedî olarak kalacaksınız. İşte, bu yapmakta oldukla-rınıza karşılık size miras verilen cennettir.” (Zuhruf, 43/71-73)
“İman edip, salih ameller işleyen ve Rablerine gönülden bağlananlara gelince, işte onlar cennetliklerdir. Onlar orada ebedî kalacaklardır. Bu iki zümrenin durumu, kör ve sağır ile gören ve işiten kimseler gibidir. Bunların durumları hiç birbirlerine denk olur mu? Hâlâ düşünmez misiniz?” (Hûd, 11/23-24)
Mealini verdiğimiz ayeti kerimenin ilk bölümünde yüce Rabbimiz, iman edip salih amel işleyen ve gönülden Rablerine bağlananların cennetlik olduklarına dik-katlerimizi çekmekte ve onların ahiretteki konumlarına işaret etmektedir. Dinimiz-de öncelikli olan imandır. Bundan sonra ise imanın gerekleri olan namaz, oruç, hac, zekât ve insanlık için faydalı olan diğer güzel işler gelmektedir. İman, kavram olarak inanılması gerekli esasların tümünün kalp ile tasdik ve dil ile ikrarından ibarettir. Küfrün zıddı olan iman, âlemlerin Rabbi olan Allah’ı tanımak ve O’na yönelmektir.
Bizler, inandıktan sonra “nasıl olsa iman ettim öyleyse bundan sonra hiçbir şey yapmama gerek yok, bütün mesele hallolmuştur mu?” diyeceğiz; yoksa iman ve İslam dairesine girdik deyip yüce Rabbimizin emirlerini yerine getirmeye mi çalı-şacağız? Elbette iman etmek her şeyin başıdır. İnanmakla çok büyük bir mesafe kat etmiş oluruz. Ancak bunu yeterli görüp ayetin devamındaki salih amel işleyenler ve O’na gönülden bağlı olanlar kısmını dikkate almamak, ayeti bir bütün olarak ele almayıp yanlış anlamak olur. Çünkü iman sadece kuru bir sözden ibaret olmayıp amel yapmayı gerektirir. İman ağacının meyvesidir amellerimiz. Öyleyse imanımızı salih amellerle meyveli hâle getirmeliyiz. İman, zihinlerde hapsolan soyut bir dü-şünce değildir. Bilakis iman, inandığımız şeylerin hayata geçirilmesi, salih amele dö-nüşmesi ve gerektiğinde bu uğurda birtakım sıkıntılara katlanılmasıdır. Bu konuya işaretle Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
“İnsanlar, ‘İnandık’ demekle imtihan edilmeden bırakılacaklarını mı zannederler. An-dolsun, biz onlardan öncekileri de imtihan etmiştik. Allah doğru söyleyenleri de mutlaka bilir, yalancıları da mutlaka bilir.”
Kutsal kitabımız Kur’an’ın, imandan bahseden ayetlerine dikkat edecek olur-sak, hemen tamamında imanla amelin yan yana zikredildiğini görürüz. Özellikle de iman ve salih amelin birlikte kullanıldığına şahit oluruz. Yüce Kitabımız, amelin imandan bağımsız olmadığının delilleriyle doludur. Çoğumuzun da ezberinde olan Asr suresi başta olmak üzere birçok ayette iman ile amel bir arada zikredilerek şöyle buyurulmaktadır:
“Andolsun zamana ki, insan gerçekten ziyan içindedir. Ancak, iman edip de salih amel-ler işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler, birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka
(Onlar ziyanda değillerdir).”
“İnanan ve salih amel işleyenler için, mutluluk ve güzel bir dönüş yeri vardır.”
“İnanan ve salih ameller işleyenler, Rablerinin izniyle, ebedî kalacakları ve içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokulacaklardır. Oradaki esenlik dilekleri ‘selam’dır.”
“İman edip salih ameller işleyenlere gelince; onlara içinden ırmaklar akan, cennetler vardır. İşte bu büyük başarıdır.”
Bu ayet-i kerimelerde hep iman ile salih amelin peş peşe zikredildiğini görü-yoruz. Bu da iman ile amel arasında ayrılmaz bir bağın varlığına işaret etmektedir. İman ile amel arasındaki bu münasebetin Peygamberimizin hadislerinde de sıkça vurgulandığına şahit olmaktayız. Kısa bir örnek vermek gerekirse günlük hayatı-mızda çoğumuzun, karşılaştığı bir hayâsızlık karşısında söylediği hadisinde hayâ kavramının imanla birlikte ifade edildiğini açıkça görmekteyiz. Salih amel sadece ibadetlerle sınırlı olmayıp hayatın her alanını kaplayan bütün güzel davranışları içine almaktadır. “İman yetmiş küsur şubedir. En üst derecesi la ila-he illallah, en alt derecesi, çevreyi rahatsız edici bir engeli yoldan kaldırmaktır.” (Buhârî, “Îmân”, 3; Müslim, “Îmân”, 58) hadisinde görüldüğü gibi iman ile inancın gereği olan salih amel “halka eziyet veren şeyi ortadan kaldırmak” şeklinde sosyal hayata yöne-lik bir ilke olarak birlikte zikredilmektedir.
O hâlde; Müslümanlar olarak, salih amellerle hayatımızı donatmalı ve böylece Rabbimize gerçek anlamda bir kul olmalıyız.
“Hani Rabbin (ezelde) Âdemoğullarının sulplerinden zürriyetlerini almış, onları kendilerine karşı şahit tutarak, ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ demişti. Onlar da, ‘Evet, şahit olduk (ki Rabbimizsin)’ demişlerdi. Böyle yapmamız kıyamet günü, ‘Biz bundan habersizdik’ dememeniz içindir. Yahut ‘Bizden önce babalarımız Allah’a ortak koşmuşlar. Biz onlardan sonra gelen bir nesiliz. Şimdi batılcıların işlediği yüzünden bizi helak mi edeceksin?’ dememeniz içindir. Hakka dönsünler diye işte âyetleri böylece ayrı ayrı açıklıyoruz.” (A’râf, 7/172-174)
Mealini verdiğimiz bu ayetlerde; yaratılışta insanoğlunun sorumlulukları hak-kında bilgi sahibi olduğu veya bu bilgiye ulaşma konusunda gerekli donanıma sahip olarak yaratıldığı ifade edilmektedir. Bu nedenle biz insanların mükellefiyetlerimizi yerine getirmekte herhangi bir mazeret veya bahane ileri sürmeye hakkımızın olma-dığı açık şekilde görülmektedir.
Müfessirler bu ayetleri iki farklı anlam vererek açıklamışlardır:
Birincisinde; Allah Teâlâ dünyayı yaratmadan önce dünyaya gelecek olan bütün insanların ruhlarını kendi varlığına tanık kılmış; kendisinin onların rabbi olduğunu yine onlara onaylatmış; bu gerçeği tasdik ettikleri yönünde onlardan söz almış ve böylece kendisi ile dünyaya gelecek bütün kulları arasında bir tür sözleşme akdet-miştir. Ayrıca bu sözleşmeye onların bizzat kendilerini veya bir kısmını diğerleri hakkında şahit tutmuş ya da bizzat kendisinin ve meleklerin bu sözleşmeye şahit ol-duklarını onlara bildirmiştir. Böylece insanların, “Bizim böyle bir sorumluluğumuz olduğunu bilmiyorduk” diyerek yahut inkârcılık veya putperestliği kendilerinin icat etmediğini, bunu atalarından miras aldıklarını, başka türlü bir bilgiye sahip olma-dıkları için kendilerinin de bu inancı sürdürdüklerini, dolayısıyla bu hususta ken-dilerinin bir günahı ve sorumluluğu olmaması gerektiğini belirterek sorumluluktan kurtulmaları da önlenmiştir.
İkincisinde ise; bu ayetlerde belirtilen sözleşmenin mecazi anlamda olduğu ve bu olay, dünya yaratılmadan önce değil, her insanın kendi bedeninin yaratılması sırasında gerçekleştiği; zürriyetlerin anne rahmine yerleşip organik oluşumunu ta-mamlaması sürecinde Allah Teâlâ’nın insanoğlunun doğasına ya da fıtratına kendi-sinin varlık ve birliğini tanıma, kavrama ve dolayısıyla kendisine inanma yeteneğini yerleştirdiği ifade edilmiştir. Buna göre Allah (c.c) her insanı, iman etmesi için yeterli zihnî ve psikolojik donanıma sahip kılmakta; iç ve dış âlemde kendi varlığına ve bir-liğine kılavuzluk edecek birçok kanıtlar yaratmaktadır. Nitekim Hz. Peygamber’in, “Her doğan çocuk fıtrat üzere doğar” anlamındaki hadisi de (Buhârî, “Cenâiz”, 93; Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 18) bu gerçeği anlatmaktadır. Böylece Allah (c.c) sanki insanlara, “Ben sizin rabbiniz değil miyim?” diye sormakta, onlar da “evet” diyerek bunu tas-dik etmektedirler. İnsanın doğasındaki iman kabiliyeti bu âyetlerde temsilî bir dille anlatılmış bulunmaktadır. Nitekim başka âyetlerde de buna benzer anlatımlar söz konusudur (Kur’an Yolu, 2/489-490).
Farklı iki şekilde açıklanan bu ayetlerin konusu insanoğlunun bilgi alanını aştığı ve gayb alanına girdiği için âyetlerde bildirileni ayniyle tasdik ederek insanlardan bir şekilde iman sözü alındığına inanmamız gerekmektedir. Bizler bunun mahiyetinin ne olduğu hususunda kesin bir bilgiye sahip olamayabiliriz. Ancak, konumuz olan son ayette işaret buyurulduğu üzere biz insanlara düşen görev, Allah’ın rab olduğu gerçeğini kavrayabilecek güçte yaratıldığımıza ve bu hususta bizlerden söz alındığı-na iman edip, verdiğimiz bu söze sadık kalmaktır.
“Allah, her kimi doğruya erdirmek isterse onun göğsünü İslam’a açar. Kimi de saptırmak isterse, onun da göğsünü göğe çıkıyormuşçasına daraltır, sıkar.
Allah, inanmayanlara azap (ve sıkıntıyı) işte böyle verir.” (En’âm, 6/125)
İman, insanın Allah ile kendisi ve kâinat arasındaki ilişkiyi görebilmek ve Allah ile irtibat kurabilmektir. Mümin bir insan, etrafına baktığında gördüğü her şeyin ona Allah’ı hatırlatması gibi meydana gelen her olayın da Allah’ın bilgisi ve yaratma-sı dışında olamayacağını bilir. Dolayısıyla mümin başına gelen sıkıcı veya sevindirici bir olayı bu bakış açısıyla değerlendirir. Her iki durumda da Allah’ın kendisini im-tihan ettiğini bilir. Bunun için kötü olaylar karşısında karamsarlığa ve endişeye düş-meden, iyi olaylar karşısında da şımararak azıp sapmadan mümine yakışan olgun tavır ve davranışları sergiler. Gerçekte bu durum her halükârda mümin için gönül ferahlığı, inanmayan için ise karamsarlık, telaş, endişe, şımarıklık veya azgınlığın sebebi oluverir.
Yaratılışımız itibariyle zayıf ve aciz olduğumuzdan hayatımızın her anında bir-takım problemlerle karşılaşmamız kaçınılmazdır. İnanan insanlar olarak bu prob-lemler karşısında Allah’tan yardım diler, O’na sığınır ve O’na güveniriz. Her şeyin ancak kendi izin ve iradesiyle meydana geldiğine inanırız. Şüphesiz, kudret sahibi yüce bir varlığa dayanmamız bizi güçlü ve huzurlu kılar. Bu gerçeğe işaret eden yüce rabbimiz kendisinin bize yardım etmesi durumunda hiçbir gücün bize ga-lip gelemeyeceğini, bizi yardımsız bırakması durumunda ise kimsenin bize yardım edemeyeceğini ifade ettikten sonra inanan insanların kendisine tevekkül etmesinin gerektiğini bildirmektedir (Âl-i İmrân, 3/160). Bu itibarla her türlü darlık ya da geniş-lik her an Rabbimizi hatırımızda tutmamız, her şeyin O’nun bilgisi ve yaratmasıyla meydana geldiğini bilmemiz (Ra’d, 13/28; Hadîd, 57/22-23) mutluluğumuz ve gönül huzurumuzun temel kaynağıdır.
Bu itibarla gündelik hayatında yüce Allah ile irtibatını koparıp, O’nu hatırına getirmeyenler, nefs ü hevâ ve arzularının peşinden sürüklenip gidenler, gönül fe-rahlığı değil, sıkıntı, darlık ve stresli bir ruh hâline mahkûm olurlar. Bu insanların her türlü çabasına rağmen mutluluk ve gönül huzuru sanki onlardan kaçmaktadır. İnsan bazen bu huzur arayışının peşine düşerek onu şeytan işi işlerde bulabileceği gafletine düşer, böylece, nefis ve şeytanın esiri olabilir. Oysa nefis ve şeytanın peşin-den gitmek, huzuru içki, uyuşturucu, yapay eğlencelerde aramak vicdanlarındaki derin ıstırabı dindirmeye çare olmaz; bu ıstırabı daha da artırır. Mümin bir kimsenin sahip olduğu iman kaynaklı basiretten yoksun insanlar, kâinattaki her türlü var-lık ve olay ile Allah arasındaki münasebeti kavrayamadıklarından Allah’ın rahmet ve yardımından mahrum olurlar. Kendilerini yalnızlığa ve huzursuzluğa mahkûm ederek strese düşerler. Yüce Rabbimiz kendisini tanımak ve hatırlamaktan yüz çe-virenleri sıkıntılı bir yaşamın beklediğini bildirmektedir (Tâ hâ, 20/124). Ayrıca, yüce kitabımızda, inançsızlığı tercih ederek şeytanın peşine takılan ve hevasına uyan bir kişinin iç dünyasında yaşadığı kararsızlıklar, gelgitler ve tatminsizlikler, dilini çıka-rarak devamlı şekilde heyecanla soluyan bir köpeğin manzarasıyla tasvir edilmek-tedir (A’râf, 7/175-176).
Sonuç olarak diyebiliriz ki iman etmiş olmak insan için kararlılık ve gönül huzu-runa, inançsızlık ise gönül darlığı, stres ve sıkıntıya giden yoldur.
“Ey insanlar! Peygamber size Rabbinizden hakkı (gerçeği) getirdi. O hâlde kendi iyiliğiniz için iman edin. Eğer inkâr ederseniz bilin ki, göklerdeki her şey, yerdeki her şey Allah’ındır. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nisa, 4/170)
İnanma ve ibadet ihtiyacı, insanın havaya ve suya olan ihtiyacı kadar önem arz etmektedir. İnsanın tabiatı gereği iman ve ibadet konusunda yönlendirilmeye ihtiyaç duyması nedeniyle bütün dinler, onları Allah’tan başka ilah olmadığını kabul etmeye ve sadece Allah’a ibadet etmeye çağırmıştır. Bu çağrı, tarih boyunca peyderpey peygamberler gönderilerek gerçekleştirilmiştir. Son olarak da, Hz. Muhammed (s.a.s) gönderilmiş ve Allah’ın insanlığa olan din nimeti tamamlanmıştır.
Yukarıda zikri geçen ayet-i kerimede yüce Rabbimiz bizleri Resûlullah’ın getir-diği gerçeğe (Kur’an’a) inanmaya çağırmakta ve bunun bizim hayrımıza olduğu-nu vurgulamaktadır. Allah’ın bizleri imana ve iyi davranışlarda bulunmaya (amel-i sâlih) çağırması, kendisinin buna ihtiyacı olduğu için değildir. Çünkü biz insanlar da dâhil olmak üzere bütün yaratılmışlar O’na aittir, O’nun mülküne dâhildir. İman ve sâlih ameller biz insanlara lazımdır, buna muhtaç olan bizleriz, dünya ve âhiret mutluluğumuz imana ve güzel davranışlar sergilememize bağlıdır. Bu sebeple bizler için hayırlı olan davranış, dini inkâr ve ilâhî emirlere isyan etmek veya bunlara karşı ilgisizlik değil, iman ve salih amellerdir.
İslam dininin ortaya koymuş olduğu inanç sistemini kabul eden, Allah’a inanan ve güvenen her insan manevi açıdan büyük bir güç elde etmiş olur. Çünkü bizler bazı özelliklerimiz sebebiyle çok güçlü gibi gözüksek de, her zaman Allah’ın yardımına muhtacız. Muhtaç olduğumuz o yüce varlığa inanıp bağlanmak bizlere hu-zur verir ve hayatımızı güven içinde sürdürmemize vesile olur. Allah’a iman, bizleri yalnızlıktan, boşlukta kalmaktan kurtarır. Hepimiz günlük hayatımızda hastalık, fakirlik ve bir yakınımızın vefatı gibi çeşitli sorunlarla karşılaşabiliriz. Böyle durum-larda kalplerimizde bulunan Allah inancı ümitsizliğe kapılmamıza engel olur. Yüce Rabbimize sığınır, O’na güvenir ve O’nun yardımıyla bütün sıkıntılarımızın üstesin-den gelebiliriz. Buna karşılık sağlam bir inanç ve sâlih amellerden mahrum olanlar ise, huzursuzluk içinde kıvranırlar. Belki de sıkıntılardan kurtulmak düşüncesi ile huzuru içkide, uyuşturucu madde kullanmakta ararlar ve daha büyük felaketlere sürüklenirler. Böylece hem dünya hem de ahiret mutluluğunu kaybetmiş olurlar.
Ayrıca iman ve ibadetler bizi birbirimize bağlar, toplumsal barışa ve kardeşliğe katkıda bulunur. Nitekim kâinatın efendisi Hz. Muhammed (s.a.s); “İman etmedik-çe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de gerçek manada iman etmiş olamazsı-nız.” (Müslim, “Îmân”, 93; Tirmizî, “Sıfâtu’l-Kıyâme”, 56) buyurarak imanı toplumsal barı-şın temel taşı yapmıştır. İbadetler ise dikey boyutuyla bizim Allah ile ilişkilerimizi düzenlerken yatay boyutuyla da insanlarla ilişkilerimizi en güzel kıvama getirmeyi hedeflemektedir. İnsanî değerlerin alt-üst edildiği, ilişkilerin menfaate, maddeye ve beklentilere dayalı olarak yürütüldüğü bir zaman diliminde yaşamı paylaşıyoruz. Bize düşen inancımızın ve ibadetlerimizin sevgi, kardeşlik ve yardımlaşma boyu-tunu hayata yansıtmak ve yaşadığımız toplumda barışın ve huzurun hâkim olması için gayret sarf etmektir. Bununla birlikte insanlarla olan ilişkilerimizden doğan gö-rev ve sorumluluklarımızı ilahî ölçüleri gözeterek yerine getirmektir. Bu bağlamda herkese adaletle davranmak, kimseyi aldatmamak, komşusu açken tok olarak yat-mamak, yalancılık ve dolandırıcılık yapmamak, kimseye iftira etmemek gibi dini-mizin Allah’a imanla irtibatlandırdığı ahlaki davranışlarımıza çok dikkat etmeliyiz. Bu anlayışla hareket etmemiz hâlinde dinin rahmet ikliminde hep birlikte huzuru yakalamamız daha kolay olacaktır.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Hakiki mutluluk ve huzur, yalnız sağlam bir imana sahip olmak ve sâlih ameller yapmakla elde edilebilir. Hayatlarını Allah’ın emirleri doğrultusunda geçirenler, hem ailelerine hem de içinde yaşadıkları topluma faydalı birer kişi olurlar ve böylece dünya ve ahiret mutluluğuna ulaşabilirler.
“Ey iman edenler! Allah’a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman edin. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse derin bir sapıklığa düşmüş olur.” (Nisa, 4/136)
İman, Hz. Peygamberin Allah’tan getirdiklerini tasdik etmek, haber verdiklerini tereddütsüz kabul ederek, bunların gerçek ve doğru olduğuna gönülden inanmaktır.
Her vesileyle sıkça söylenildiği üzere İslam üç ana bölümden meydana gelmek-tedir. Bunların ilk ve en önemli kısmı imandır. Diğeri ise bu imanın hayata yansıyan şekli dediğimiz ibadet, üçüncüsü de daha ziyade insani ilişkilerde kendisini göste-ren ahlaktır. Bunların hayata en güzel şekilde yansımasına da “ihsan” adı verilmek-tedir. Bu bölümlerden her birinin şüphesiz diğerleri ile yakın ilgisi vardır. Ancak kendileri arasında önemine binaen bir sıralamaya tabi tutulacak olsa, her şeyden önce iman gelir. Zira iman ile müşerref olmayan kimselerin ibadetle mükellef olması düşünülemez. İman olmadan cennete girilemez. İman olmadan İslam olmaz. O hal-de insan veya bir başka tabirle Müslüman’ın ilk görevi, Allah’ın varlığını ve birliğini bilip tasdik etmesidir. Şüphesiz bu tasdikin makamı ise kalptir. Dil ile ikrar edilmesi ayrı bir önem taşımaktadır.
Konumuz olan ayette, daha çok “amentü esasları” diye bildiğimiz imanın şartla-rına değinilmiş, bir Müslüman’ın bunlara tereddütsüz inanması gerektiği üzerinde durulmuştur. Bunlardan birini inkâr etmek imana zarar verecektir. O nedenle bir Müslüman burada sayılan bütün esaslara inanmalı, inancının gereğini yerine geti-rerek bu imanını muhafaza etmelidir. Bu hâliyle iman büyük bir nimettir, bölünme kabul etmeyen bir bütündür, ebedî bir saadettir ve kurtuluş vesilesidir. O nedenle bizi, mümin bir aileden ve Müslüman bir ülkede dünyaya getiren ve kendini tanı-makla şereflendiren Allah’a şükretmeli, böyle bir nimete rağmen nankörlükte bulu-nulmamalıdır.
Aslına bakılırsa iman fıtrîdir. Yani kişinin doğuştan beraberinde getirdiği duy-gulardan biridir. Ne bireysel ne de toplumsal bazda iman ve inanç olmadan yaşa-mak mümkündür. Tarihte kütüphanesiz, hapishanesiz, hastanesiz şehirleri görmek muhtemel iken, mabetsiz bir şehrin ve toplumun düşünülmesi ihtimal dâhilinde değildir. Neticede insan doğal olarak bir büyük güce sığınma, korunma ve ondan yardım dilemeye muhtaçtır. Zorluk, sıkıntı, felaket anında, kendini teselli edecek birini aramak durumunda kalmaktadır. Bu güç belki farklı toplum ve kültürlerde, farklı mekân ve zamanlarda, farklı varlıklar olabilir. Zira inanç ve iman olmaksızın uzun süre bir toplumun varlığını sürdürmesi duyulan ve görülen hadiselerden ol-mamıştır. Üstelik imandan tecrit edilmiş bir hayat tarzının, ebedî âlemi dikkate al-mayan bir anlayışın doğuracağı sonuçları düşünmek bile kişiye korku vermektedir. Bu dünyaya niçin geldiğinin, yaratılış maksadının ne olduğunun farkında olmayan, istediği gibi kayıtsız, kuralsız, dilediği gibi yaşayanların hem kendilerine, hem de etrafına oldukça zarar vermesi tabiîdir. İşte iman ve ahlak kişiye bunu düzene koy-ma, belli bir amaca göre yaşama azmi vermekte ve ona göre davranılması gerektiğini hatırlatmaktadır.
O halde, bir Müslüman olarak bu nimeti korumanın azami gayreti içinde olmalı-yız. Kişinin imanla dünyaya gelmesi nasıl mümkün ise, bu imanını korumayıp zayi etmesi de o denli mümkündür. O nedenle iman, ibadet ve güzel ahlakla korunmalı ve takviye edilmelidir. Nitekim Hz. Aişe validemizin naklettiği şu hadis-i şerif ima-nın korunması gerektiği, bunun ibadetlerle güçlendirilmesi yönünde bize önemli ipuçları vermektedir. O şöyle buyurmuştur:
“Nebiyyi muhterem (s.a.s) efendimiz mübarek ayakları şişinceye kadar geceleyin ibadet ederdi. Bunun üzerine: Ya Resûlallah! Geçmişte ve gelecekteki günahların ba-ğışlandığı halde niçin böyle yapıyorsun? dedim. ‘Rabbime şükreden bir kul olmayayım mı?’ buyurdu.”
Ayrıca imanımızı muhafaza edebilmek için kalbimize, özellikle de dilimizden çıkacak sözlere dikkat etmek zorundayız. Bu sebeple olsa gerek sık sık son nefeste Allah’tan bize iman ve Kur’an nasip etmesi, kelime-i şahadeti söylemeyi kolaylaştır-ması niyazında bulunmaktayız.
“Şüphesiz, göklerde ve yerde, inananlar için (Allah’ın varlığını ve birliğini gösteren) nice deliller vardır. Sizin yaratılışınızda ve Allah’ın (yeryüzüne) yaydığı her bir canlıda da kesin olarak inanan bir toplum için elbette nice deliller vardır. Geceyle gündüzün birbiri ardınca gelişinde, Allah’ın gökten rızık (sebebi olarak yağmur) indirip, onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltmesinde, rüzgârları evirip çevirmesinde aklını kullanan bir toplum için deliller vardır.” (Câsiye, 45/3-5)
Akıl, kâinatta cereyan eden olaylar arasında mantıklı bir örgü kurmaya, hadi-selerin niçin ve nasıl meydana geldiğini kavramaya ve bir sonuca ulaşmaya çalışır. Meselâ, insan, akıl ve tecrübe yoluyla bir filizin yeşermesi veya bir tohumun mahsul vermesi için toprağa atılması gerektiğini bilir ve bu amelin bir sonucunun olacağına; yani mahsul vereceğine inanır. Elde edilen mahsulün kendiliğinden olamadığına, onu işleyen ve toprağa atan birinin olması gerektiğine aklıyla hükmeder ve böy-le olduğuna inanır. Evrendeki düzenin sebep sonuç ilişkisine bağlı olarak cereyan ettiğini kavrayan akıl, tefekkürünü derinleştirdiği zaman evrenin ve evrendeki mü-kemmel nizamın da sebepsiz olmadığını, bu düzeni ve işleyiş ahengini yaratan bir kudretin olması gerektiğine hükmeder.
Kur’an-ı Kerim’de insan, aklını kullanmaya, düşünmeye ve ibret almaya davet edilmektedir. Bunun güzel bir örneği olarak Hz. İbrahim verilir. O, aklını kullanmak suretiyle evrendeki harika nizamın bir yüce Yaratan’ı olması gerektiğine hükmetmiş ve O’na iman etmiştir (Bk. En’âm, 6/74-79; Mümtehine, 60/4). Demek ki inanmak, Hz. İbrahim örneğinde olduğu gibi, akıl ve tecrübeye dayanan mantıklı bir muhake-meyle erişilen bilinçli bir olgudur. İnsan akıl ve ibret gözüyle kâinatı ve içerisindeki hadiseleri tefekkür ettiğinde imanındaki bilinç hâlini yakalar. Böylece insan Allah’a iman etmiş olmanın itminanını/doyum hâlini yaşar ve huzur duyar.
Genel olarak insan, özel olarak da müminler aklı kullanmakla sorumlu tutul-duğu için akıl ve imanın birbirinden ayrılması düşünülemez. Bunun için dinî tek-liflerde akıl esas alınmıştır. Meâlini zikrettiğimiz âyet-i kerimeler, bu itibarla, aynı zamanda, iman ile akıl arasındaki doğru ilişkiye işaret etmektedirler. Buna bağlı olarak iman etmiş olmak, alelade bir hadise olmayıp mantıkî ve ilmî veriler sonu-cunda ulaşılan bir bilinç hâlidir; bu bilinç düzeyi müminin Allah ile olan ilişkisini belirler. Dolayısıyla iman etmiş olmak akıl dışı değil, bizatihi aklı kullanmış olmanın bir sonucudur. Kâinatta işleyen harikulade nizam aklî ve ilmî veriler çerçevesinde değerlendirildiğinde bu sanat eserinin bir sanatkâra dayandığı o sanatkârın da ancak yüce Allah olduğu idrak edilmiş olur.
Yüce Allah’ın mahiyeti ise insan idrakini aştığından; O’nun nasıl olduğu, ilahî vahyi nasıl indirdiği ve buna bağlı olarak öteki âlemin ne olduğu hususları da gayr-i makûl/akledilemez değildir; ancak bunlar insan aklının, idrakinin ötesine taşan hakikatlerdir. Yani akıl onların mahiyetini tam anlamıyla kavrayıp izah edebilecek yeterlikte ve göz de insana gayb olan bu hususları görebilecek nitelikte değildir. Bu itibarla Kur’an’da iman konuları, “gayb”a iman olarak nitelendirilmektedir. Ancak insanın görünenden hareketle bu görünmeyenlerin hakikat olduğuna hükmedebilir ve bunların akledilebilir hadiseler olduğunu idrak edebilir.
Yüce Allah, mealini verdiğimiz âyet-i kerimelerde gerek bizim, gerekse diğer can-lıların yaratılışında, kâinatın işleyişinde; gece ve gündüzün birbiri ardınca bir seyir izlemesinde, yağmurla birlikte yeryüzünün canlanmasında ve rüzgârın esmesinde akıl sahipleri için birçok deliller olduğunu belirtir. Bu deliller, kâinatta işleyen ku-sursuz mükemmel düzenin bir tesadüfün değil, güç ve kudret sahibi yüce Yaratı-cının eseri olduğunu ispat eder; bizi, O’na iman etmeye çağırır. Nahl suresinin 12. âyetinde şöyle buyrulur:
“O, geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize verdi. Bütün yıldızlar da O’nun emri ile sizin hizmetinize verilmiştir. Şüphesiz bunlarda aklını kullanan bir millet için ibretler vardır.”
Bu itibarla Allah’ın yüce yaratıcı olduğuna inanan biz müminler, kâinata ve içeri-sindeki her şeye akıl ve ibret gözüyle bakmalıyız. İbret gözüyle bakabilmek, aklımızı ve tefekkür gücünü kullanmaya bağlıdır. Kâinatın işleyişindeki ulvi ahengi tefekkür edip kavradıkça Allah’a olan imanımız tahkîk mertebesine erişir. Böyle bir iman, bilinçsiz/taklidî bir iman değil, aklî delillere ve aklı kullanmaya dayanan bilinçli/ tahkikî bir imandır.
“Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ederlerse, babalarınızı ve kardeşlerinizi bile dost edinmeyin. İçinizden kim onları dost edinirse, işte onlar, zalimlerin ta kendileridir. De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz bir ticaret ve beğendiğiniz meskenler size
Allah’tan, peygamberinden ve onun yolunda cihattan daha sevgili ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin! Allah fasık topluluğu doğru yola erdirmez.” (Tevbe, 9/23-24)
Peygamberler, tüm mesailerini insanlık âleminin kurtuluşu, tevhit akidesinin yeryüzüne hâkim olması ve ilahî mesajların kalplerde ve gönüllerde yer alması için harcamışlardır. Ancak inkârcılar ve müşrikler, her dönemde Cenab-ı Hak tarafından gönderilen peygamberlerin bu ortak ve ilahî mücadelelerine karşı koyarak küfür cenahında yer almışlardır. İşte, iman-küfür veya hak-batıl mücadelesi bu şekilde Hz.
Âdemle başlar, Peygamber Efendimiz (s.a.s) ile doruk noktasına ulaşır. Tevhid dini İslam, bütün insanlığa hitab eden evrensel bir mesajla mükemmel bir şekilde gönderilmiştir:
“Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam’ı seçtim.”
Dolayısıyla kendi devirlerindeki toplumların ihtiyaçlarını karşılayan önceki semavî dinlerin ve ilahî vahye dayandığı halde insanların eliyle tahrif edilen ilahî kitapların yerini İslam ve Kur’an-ı Kerim almıştır. Küfre, putperestliğe ve şirke karşı mücadelede tevhid sancaktarlığını ve nübüvvet bayraktarlığını Allah (c.c), Hz. Mu-hammed (s.a.s)’e ve onun ashabına tevdi etmiştir.
İşte o kutlu insanlar bu ağır ve meşakkatli görevi severek ve içtenlikle üstlen-mişlerdir. İmanı küfre, İslam’ı şirke, hicreti Mekke’deki servetlerine, uhuvvet ve meveddeti kabile ve aşiretlerine, Medineli Ensar’ı da öz yurtlarında bıraktıkları sev-gili ve dostlarına tercih etmişlerdir, dolayısı ile Kur’an-ı Kerim’in övgüsüne ve Hz. Peygamber’in meth ü senâsına layık olmuşlardır. Öyle ki bu kutlu insanlar, iman etmeyen çocuklarını, eşlerini ve ana-babalarını terk etmişler, onlarla ilişkiyi kesmiş-lerdir. Yukarıdaki her iki ayet-i kerimede de iman ve İslam için özverinin, Kur’an ve Nübüvvet için de fedakârlığın zorunlu bir vecibe olduğuna, Allah ve Peygamber sevgisinin tüm sevgilere tercih edilmesinin gerekli olduğuna işaret edilmektedir. Ancak bu ayetlerden mümin olmayan akraba, dost ve yakınlarla her türlü ilişkiyi kesme manasının çıkarılması doğru değildir. Ayrıca bu âyetlerde, kâfir ve müşrik de olsalar, İslam dinine ve Müslümanlara zarar vermeyen ve onları sevgiyle, saygıyla karşılayan, akraba, komşu ve diğer insanlarla iyi ilişkiler kurmayı ve onlara güzel davranmayı engelleyen bir anlam da çıkarılmamalıdır.
Her ne olursa olsun âyetlerin ifade ettiği mana ve gösterdiği hedef geneldir. Esas itibari ile verilen mesaj, bir Müslüman için, hiçbir gayenin Allah ve Resûlüne “iman”dan daha önemli ve değerli olmayacağı hususudur.
Aslında Kur’an âyetlerine ve ilahî mesajlara baktığımızda Allah (c.c)’ın iman edip etmeme konusunda insanları serbest bıraktığı görülmektedir. İnsanlar kendi iradeleri ile özgürce iman ettikleri takdirde imanlarının geçerli olacağı ifade edil-miştir. Nitekim “De ki: “Hak, Rabbinizdendir. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr et-sin.” (Kehf, 18/29) ayeti bu gerçeği dile getirmektedir. Herkes, dilediği gibi inanabilir, iman, küfür çatışmasında veya hak, batıl mücadelesinde dilediği tarafı tercih ede-bilir. Cenab-ı Hak da her zaman iman edeni övmüş, inkârcıyı ise yermiştir. Ancak insanların iradelerine bu noktada müdahale edilmemiştir. İnsanlar, kendi iradeleri doğrultusunda inanma ya da inanmama özgürlüğüne sahiptir.
Küfre saplanmış, batıl inanca sahip kimselere veya diğer dinlere mensup olan insanlara güzellikle bu inançlarının bozuk ve hatalı olduğunun anlatılması bir gö-revdir. Ancak, dinde zorlamanın söz konusu olmadığı da bilinen bir gerçektir Tüm ilahî ve semavi dinlerde olduğu gibi Peygamber Efendimiz (s.a.s) ve ashabının yap- tığı tebliğ, irşat ve inzar görevinin din ve inanç özgürlüğüne müdahale şeklinde algılanmaması gerekir. Çünkü tebliğde zor kullanma söz konusu değildir, güzellikle ikna, tatlı anlatım ve müjdeleme vardır.
Nitekim Kur’an-ı Kerim’de, “Ey Muhammed! Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle çağır, onlarla en güzel şekilde mücadele et, doğrusu Rabbin kendi yolundan sapanları en iyi bilendir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilendir.” (Nahl, 16/125) ayet-i kerimesi bu hususu çok güzel bir şekilde ifade etmek suretiyle tüm ilahî dinlerin ortak tebliğ ve anlatım metodunun esasını bizlere öğretmektedir.
“Bizim için bu dünyada da bir iyilik yaz, ahirette de. Çünkü biz sana varan doğru yola yöneldik. Allah şöyle dedi: ‘Azabım var ya, dilediğim kimseyi ona uğratırım. Rahmetim ise her şeyi kapsamıştır. Onu, bana karşı gelmekten sakınanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım.’” (A’râf, 7/156)
“Rahmet” ve “Merhamet” kelimeleri; acımak, esirgemek, korumak, affetmek, bağışlamak ve nimet vermek gibi anlamlara gelen “r-h-m” kökünden gelmektedir. Mealini verdiğimiz ayette geçen rahmeti ise, “acınan kimseye iyilik etme sonucu-nu doğuran acıma hissi” şeklinde tanımlayabiliriz. Buna göre rahmet kavramının kapsamında hem acıma hem de iyilik ve ikramda bulunma olduğunu öğreniyoruz. Esasen rahmet ve merhamet, temelde Allah’ın sıfatı olup insan ve diğer canlılardaki merhamet duygusu da Allah’ın onlara rahmet veya merhametinin bir sonucudur. Allah’ın rahman ve rahîm isimleri de rahmet kelimesinden türetilmiş olup dünya ve âhirette bütün varlıklara olan lütuflarını ifade etmektedir.
Konumuz olan âyetteki “…rahmetim ise her şeyi kapsamıştır; onu, bana kar-şı gelmekten sakınanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım.” şeklindeki ifadeyi İsfahani, “…rahmetin dünyada herkesi kuşattığını, âhirette ise yalnızca müminleri kapsayacağı” (Müfredat, “rhm” md.) şeklinde yorumlamaktadır.
Bununla birlikte, Allah (c.c)’ın zalimler için elbette gazap ve cezasının da olaca-ğını unutmamamız gerekir. Çünkü dünyada akla hayale gelmedik zulümler işleyen insanlara, diğer canlılara ve Allah (c.c)’ın evrene koyduğu doğal dengeye zarar ve-renler için de Allah’ın azabı müstahaktır. Böyle olmasa zulümler karşılıksız kalır.
Bu sebeple Allah (c.c) ayette, kullarından ancak dilediklerinin azaba maruz kala-caklarını; buna karşılık bütün mevcudatın, dünyada varlık sahnesine çıkışlarından itibaren kendi rahmetinden pay aldıklarını ve liyakatlerine göre de alacaklarını bil-dirmiştir. Şu halde başlangıçta rahmetten pay almayan hiçbir varlık yoktur. Ancak azabı hak edenlere, rahmetin ardından azap isabet edecektir. Sonuç olarak rahmet asıl, azap talîdir. Nitekim En’âm sûresinde (6/12) “O, kendi üzerine (kulları için) rah-meti yazmıştır” buyurularak bu hususa işaret edilmiştir.
İnsan da dâhil olmak üzere her varlık, var olmakla rahmete mazhar olmaktadır. Fakat insan, özgür ve ahlakî varlık olarak, inanç ve eylemlerinin değerine göre aza-bı da rahmeti de hak edebilir. Böylece ilgili ayette Hz. Musa’nın, “Bize bu dünyada da âhirette de iyilik yaz. Şüphesiz biz tövbe etmiş olarak sana geldik” şeklindeki duasına karşılık Allah (c.c), “Azabıma dilediğimi uğratırım; rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır” buyurmak suretiyle, bir yandan ona, onun ümmetinden sâlih kişilere geniş bir rahmet ümidi vermekle birlikte, bunun kendisi için bir zorunluluk olma-dığını hatırlatma mahiyetinde, azabının da dikkate alınmasını istemiş; ardından da azaptan koruyup rahmete mazhariyet kazandıracak iyi hâllere birkaç örnek olmak üzere, takva ehlinden olmak, zekâtı vermek ve âyetlere inanmayı sürdürmek gerek-tiğine işaret buyurmuştur (Kur’an Yolu, 11,600, Ankara 2006).
Yüce Allah (c.c)’ın rahmeti ve sevgisi daima ön planda olup biz kullarına şefkat-le ve merhametle muamele etmekte, azap etmeyi asla istememektedir. Besmelede Allah’ın Rahman, Rahîm; çok esirgeyen, çok bağışlayan, çok merhamet eden olu-şunun yer alması boşuna değildir. Allah’ın güzel isimlerini (Esma-i Hüsnâ) gözden geçirdiğimiz zaman bunlardan çoğunun sevgi, merhamet, bağışlama, koruma, kol-lama, af ve mağfiret gibi unsurlar içerdiğini görürüz. Bunun içindir ki bir hadis-i kutside, “rahmetim gazabımı geride bırakmıştır” (Buhârî, “Tevhid”, 15) buyurularak Allah’ın af, bağışlama, rahmet ve mağfiretinin gazap ve cezalandırmasından daha ileride olduğu ifade edilmektedir. Ancak kullar, O’na isyan ederek azabı kendileri hak etmektedirler.
Rabbimizin merhametini anlamak akıllı ve feraset sahibi insanlar için hiç de zor olmasa gerek. Zira Rabbimiz biz aciz kullarına rahmet ve merhametiyle mu-amele etmeyip yapmış olduğumuz amellerin karşılığını anında vererek, hata ve günahlarımızdan dolayı bizleri hemen cezalandıracak olsa perişan ve helak olur, azaba duçar oluruz.
O halde, Allah (c.c)’ın rahmet ve merhametine layık kullar olma konusunda azami gayret göstermeli, nankörlük yapıp inat ve isyanla beyhude işler peşinde ko-şarak gazabına müstahak olmamalıyız. Allah (c.c) cümlemizi, rahmetine nail olan kullarından eylesin.
“De ki: Ey insanlar, size Rabbinizden gerçek (Kur’an) gelmiştir. Artık kim doğru yola girerse ancak kendisi için girer. Kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapar. Ben sizden sorumlu değilim.” (Yûnus, 10/108)
Ayet-i kerimede Rabbimizden bizlere bir hakikatin indirildiği anlatılmaktadır. Bu hakikat de Kur’an’ı ve hak dini anlatan, öğreten Peygamberimizin getirdiği ilkelerdir. Öyleyse dinî inanç ve yaşam tarzı bakımından yüce Allah tarafından gönderilen öğ-retiler ve Peygamberimizin getirdiği ilkeler haktır, doğrudur. Ancak âlemlerin Rab-binden gelen doğru yola uyma konusunda insanlar serbesttirler. Dileyen bu doğru yola uyar ve kendi lehinde bir iş yapmış olur. Kendi yararını gözetmiş olur. Bunun yanında yaptıklarının karşılığını Allah katında görür. Bu ilahî kaynaktan gelen haki-kate uymayan, ondan istifade etmeyenler ise kendi aleyhlerine bir iş yapmış olurlar. Yaptıklarının cezasını da görürler. Dolayısıyla hidayeti tercih eden de, dalaleti tercih eden de kendisi ile ilgili bir iş yapmış olur.
Allah, yukarıda zikredilen ayette Peygamber Efendimizden şunu anlatmasını is-temiştir: “Ben size doğru yolu gösteriyorum. İyi ve kötü olanı anlatıyorum. Sizi zorla Müslüman yapacak değilim. Bana böyle bir yetki de verilmemiştir. Benim yegâne görevim insanları hakikate çağırmaktadır. Tercih hakkı da sizindir. Dileyen kabul eder. Dileyen de inkâr eder. Ben size Hak dini ulaştırdım, sizi tanıştırdım. Sizi aynı zamanda dinin faydalı, yararlı öğretilerine davet ediyorum. Kabul etmenin sizin ya-rarınıza olduğunu da söylüyorum. Kabul etmemeniz durumunda mahşer gününde zarar edeceğinizi ve azapla karşılaşacağınızı da söylüyorum. Bundan sonra sizden dileyen benim çağrıma evet deyip, hakikat yolunu seçer, isteyen de batıl yolu tercih eder. Fakat şunu iyi biliniz ki insan her yaptığından sorumludur. Allah, herkese yap-tıklarından dolayı hesap soracaktır.” Bu durum Kur’an-ı Kerim’in başka bir ayetinde şöyle ifade buyrulmuştur:
“De ki: Hak, Rabbinizdendir. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin. Biz zalim-lere öyle bir ateş hazırladık ki, onun alevden duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmıştır.”
İslam’ın hakikatlerini insanlara anlatmak isteyenlerin de aynı tavır içinde olmala-rı gerekir. Çünkü Müslümanın yapması gereken şey, ilahî kaynaklı bilgiyi muhataba ulaştırmaktır. En güzel şekilde, en uygun şekilde anlatmaktır. Bunun ötesinde bir yetkisi ve sorumluluğu yoktur. İnsanları farklı bir yöntemle doğru yola götüreceğini iddia etmek ise sorumsuz işler yapmaya götürebilir. Çünkü insanları güzelliklerle tanıştırayım derken onları büsbütün uzaklaştırabilir. Hakikati anlattıktan sonra kişi-lerin tercihlerine, kanaatlerine saygı göstermek gerekir. Bu konuda bize yol gösteren yine Kur’an-ı Kerim’dir. Yüce Mevla Hz. Peygambere şöyle demesini emretmiştir:
“De ki: ‘Bana, Müslümanlardan olmam ve Kur’an’ı okumam emredildi.’ Artık kim
doğru yola girerse yalnız kendisi için girer. Kim de doğru yoldan saparsa de ki: Ben ancak uyarıcılardanım.”
Dolayısıyla bu emir bütün inananları bağlar. Bir kısım insanlar bu hakikatlere uyarlarken, bunlara uymayanlar da olacaktır. Sonuçta kabul edip etmemek kişi-nin kendisine kalan bir durumdur. Her zaman iman üzerine sabretmek, Allah ve Resûlünün belirlediği ölçülerden vazgeçmemek inanan insanın şiarı olmalıdır. Ta ki ilahî aydınlık, ilahî rahmet, ilahî güzellikler insanları kuşatsın. Çünkü nihayetinde herkesin teslim olacağı tek hakikat İslam’ın getirdiği güzelliklerdir. Yeter ki bu uy-gun bir şekilde anlatılsın, insanların onunla güzel bir şekilde tanışması sağlansın.
“Hani o iftirayı dilden dile dolaştırıyor; hakkında hiçbir bilginiz olmayan şeyleri ağzınıza alıp söylüyor ve bunu önemsiz bir iş sanıyordunuz. Hâlbuki bu, Allah katında büyük bir günahtır.” (Nûr, 24/15)
Yüce dinimiz bizim mutlu olmamızı hedefleyerek bu doğrultuda birçok düs-turlar koymuş ve birtakım değerlere önem atfetmiştir. Yüzyıllar boyu insanlığın da kabul ettiği insanı insan yapan ve büyük çoğunluğu dinlerden kaynaklanan bazı değerler vardır. Sevgi, saygı, yardımlaşma, dürüstlük, insanî hak ve hürriyetleri v.b. kavramlar insanlığın temel ahlak anlayışına şekil veren ve aynı zamanda dinden beslenen belli başlı değerlerdir.
Bu değerlerden bir tanesi olan “İftira etmemek” de insanlığın temel ahlakî ka-idelerinden bir tanesidir. Hepimizin bildiği gibi iftira; hangi türden olursa olsun, kişinin bir başka insana gerçekte olmayan bir suçu veya yapmadığı bir işi yüklemesi demektir. Toplumumuzda “kara çalmak”, “çamur atmak” gibi ifadelerle dile getirilen kötü davranış da iftiradan başka bir şey değildir. İftiraya konu olan veya yüklenmek istenen suç uydurma, asılsız ve mesnetsiz bir suç ise ya da iftiranın hedefi olan kim-se masum, günahsız ve bunun sonucunda mağdur ise, yüce Yaratıcının katında bu kişi mazlum; “müfteri” dediğimiz bu işi yapan kimse de zalim ve melundur, lanet-lenmiştir. Nitekim tarih boyunca bütün ilâhî dinlerin ve düşünce sistemlerinin ortak noktalarından birisi “iftira etmemek” üzere mensuplarına kesin uyarılarda bulun-masıdır. Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim de bu konuda ciddi uyarılarda bulunmuş, müfterilerin lanetlendiklerini ve en büyük azaba maruz kalacaklarını, “Onlardan her biri için, işledikleri günahın cezası vardır. İçlerinden o günahın büyüğünü üstlenen için ise ağır bir azap vardır” (Nûr, 24/11) ayetiyle bildirmiştir.
Eğer bir toplumda müfteriler çoğunlukta ise veya bu konuda toplumun kendi kendini denetleme yetisi yoksa o toplumda öncelikle insanların birbirine karşı olan sevgi, saygı ve güvenleri yok olacaktır. Çok önemli olan bu değerlerin yok olduğu bir toplumda sağlıklı bir cemiyet hayatının olması imkânı ise ortadan kalkacaktır. Sonuçta da, öyle toplumların meydana getirdiği bir milletin, sağlıklı ve güçlü bir bütünlük arz etmesi, milli birlik ve beraberlik sergilemesi mümkün olmayacaktır. Hangi konuda olursa olsun dinin ve genel ahlakın birlikte yasakladığı iftira etmeyi ve kara çalmayı adet edinenlere bir toplumda ne kadar az rastlanıyor ve toplum on-ların bu hareketlerini ayıplayıp cealandırarak ne kadar önleyebiliyorsa, o toplum kendini o ölçüde savunuyor ve koruyor demektir.
Ancak, acı bir gerçek olarak, her dönemde ve her toplumda müfterileri de ma-sumları da görmek mümkündür. Masumlar hep azap çekmekte ve haklılıklarını belki uzun bir zaman sonunda, ama iş işten geçtikten sonra ispat edebilmektedirler. Bu yüzden o masumların çektiği ıstırap, müfterinin aldığı ceza ile telâfi edilemeye-cek kadar büyük olmakta, sonuçta insanlığın vicdanında onmaz yaralar olarak derin izler bırakmaktadır. O sebeple içinde yaşadığımız toplumu ve mensuplarını iftiraya karşı korumak hepimiz için hem dinî ve hem insanî bir zorunluluktur.
İftiranın kötülüğü öteden beri biline gelmiş olup toplumumuzda bunun üzerine cümlelere dökülmüş birçok deyiş ve atasözlerimiz mevcuttur. “Kurunun yanında yaş da yanar.” “Alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste.” gibi sözler de gelenek-lerimizin bugüne kadar getirdiği iftiranın kötülüğünü ve müfterinin lanetlendiğini ifade eden sözlerdir.
Bu duyarlılık dualarımıza da; “Allah kuru iftiradan saklasın”, “Allah müfterinin iftirasından saklasın” şeklinde yansımıştır.
Sonuç olarak, toplumumuzun hem dinî kaygılar hem de ahlaki endişeler sebe-biyle iftiradan korktuğu ve sakındığı da bir gerçektir. Fakat her konuda olduğu gibi bu konuda da istisna durumlarla karşılaşmamız mümkün olabilmektedir. İnsanlığın ayıbı olarak görmemiz gereken iftira dün vardı, günümüzde varlığını sürdürmekte-dir ve yarın da olacaktır.
Temennimiz, insanımızın ve toplumumuzun iftiradan korunmuş, huzurlu ve güven dolu bir hayat yaşaması ve bu türden davranışların sayılarının mümkün ol-duğunca az olmasıdır.
“Ancak tövbe edenler, durumlarını düzeltenler, Allah’ın kitabına sarılanlar ve dinlerini Allah’a has kılanlar müstesnadır. Bunlar müminlerle beraberdirler. Allah, müminlere büyük bir mükâfat verecektir.” (Nisa, 4/146)
Sözlükte saf ve halis olmak, ıstılahta ise, iman, ibadet, itaat, ahlak ve amel gibi her türlü eylemde halkın övme ve yermesini düşünmeksizin sırf Allah için iyi ni-yetle iş yapmak, şirk, nifak, riya gibi şaibeli durumlardan uzak kalmak anlamına gelen ihlâs, ibadetlerimizde önemli bir olgudur. Bilindiği gibi insanın yaratılış gayesi Allah’ı bilmek ve O’na ibadet etmektir. Bir diğer ifadesiyle, ibadet ve itaat, yaratılışın gayesi, yüce Allah’a saygı ve bağlılığın açık bir göstergesidir. İslam’da ibadetlerin makbul olması ise belirli şartlara bağlanmıştır. Bunların başında, bu ibadetin usu-lüne uygun olarak, sırf Allah’ın rızası gözetilerek, ihlas ve samimiyetle eda edilmesi gelmektedir. Nitekim ibadetin kabul olması, onun sadece Allah rızası için yapılma-sıyla, “Temizlenmek için malını hayra veren en muttaki (Allah’a karşı gelmekten en çok sakınan) kimse o ateşten uzak tutulacaktır. Onun katında, hiçbir kimseye karşılığı ödene-cek hiçbir iyilik yoktur. Yaptığı iyiliği ancak yüce Rabbinin hoşnutluğunu istediği için yapar.
Elbette kendisi de hoşnut olacaktır.”
Buradan ibadetin sırf Allah rızası için yapılması gerektiğini, aksi takdirde bunun kabul edilmeyeceğini anlıyoruz. Yine bu bağlamda, istisnasız tüm peygamberlerin tebliğ görevlerini derin bir ihlâs ve samimiyet içerisinde yerine getirdikleri ve insan-lardan bunun karşılığında hiçbir şey beklemediklerini, ümmetlerine söyledikleri şu ortak sözlerle dile getirdiklerini görmekteyiz:
“Buna karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim mükâfatımı verecek olan, ancak âlemlerin Rabbi olan Allah’tır.”
Dinimizde âdeti ibadet hâline çeviren özellik niyettir. Bu yüzden tüm ibadetlerde niyet şart koşulmaktadır. Örneğin oruç niyet edilmezse, perhiz; namaz, niyet edil-mezse beden eğitimi mesabesinde kalmaktadır. Diğer ibadetlerde de aynı şey söz konusudur. O halde niyet neredeyse ibadetlerin olmazsa olmaz şartlarından biridir. İşte burada söz konusu edilen niyette ise asıl olan onun sırf Allah rızası için yapıl-masıdır. Yani yapılan ibadete ihlas ve samimiyetin egemen olmasıdır. Kişiler göste-riş için herhangi bir şeyi ibadet maksadıyla yaparlarsa bu riya ve iki yüzlülük gibi büyük bir tehlikeyi de beraberinde getirmektedir. Bu hâliyle gösteriş, amelleri boşa çıkaran, manevî bir hastalık şeklinde belirmektedir. Nitekim yüce Allah bu gerçeği şöyle dile getirmektedir:
“Ey iman edenler! Allah’a ve ahiret gününe inanmadığı halde insanlara gösteriş olsun diye malını harcayan kimse gibi, sadakalarınızı başa kakmak ve gönül kırmak suretiyle boşa çıkarmayın. Böylesinin durumu, üzerinde biraz toprak bulunan ve maruz kaldığı şiddetli yağmurun kendisini çıplak bıraktığı bir kayanın durumu gibidir. Onlar kazandık-larından hiçbir şey elde edemezler. (Böyleleri, iyiliklerinin karşılığını göremezler). Allah,kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez.”
Bütün buraya kadar anlatılanlardan çıkarılan sonuç, bir Müslümanın yaptığı her ibadette ihlas ve samimiyeti gözetmesinin, o ibadetin kabulü için büyük bir önemi haiz olduğudur. O halde, ibadetler ancak, ihlâs ve samimiyetle değer kazanmakta ve yapılan her meşru iş, iyi niyetle ibadete dönüşmektedir. Aile hayatımızda, iş çev-remizde, çarşıda-pazarda, komşuluk ilişkilerimizde, hülasa her yerde ve her zaman daima iyi niyetli olmaya ve yaptığımız her işte Allah’ın rızasını gözetmeye çalışalım. Unutmayalım ki bunun dışındakiler boşa emek harcamak ve beyhude gayretten ileri gidemeyecektir. Bu durum hem dünyada, hem de ahirette böyle olacaktır. Kıyamet gününde, yaptığımız ibadetten teraziye konulacak iyi amel beklerken, Allah koru-sun bu beklentimiz hüsrana ve hayal kırıklığına dönüşmesin.
“Ey Âdemoğulları! Her mescitte ziynetinizi takının (güzel ve temiz giyinin). Yiyin için fakat israf etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez.” (A’râf, 7/31)
Bu âyet-i kerîme, kutsal mekânları çıplak olarak ziyâret eden ve ziyâret dönem-lerinde et, yağ ve süt gibi değerli gıda maddelerini yemeyen ve tüm bunları dinî birer vecîbe oldukları gerekçesiyle yapan cahiliye dönemi müşriklerinin
VIII, 159–163) bu inanç ve uygulamalarının bâtıl olduğunu ifade etmek üzere indiril-miştir. Ayet, aynı şekilde bizlere ibadet esnasında ve sair zamanlarda güzel ve temiz kıyafetlerle örtünmemizin gerekli olduğunu bildirirken, haram olduğu hususunda özel hüküm bulunmayan maddeleri israfa kaçmaksızın yiyip içmemizde bir sakınca bulunmadığını da haber vermektedir.
Yüce dinimiz İslam, temizliğe büyük önem vermiştir. Özü itibariyle manevî kir-lerden arınma, Allah’ı tanıma, O’na itaat ve ibadet etme olan dinimiz, ruhumuzun yücelişi ve Allah ile manevî bağlantı ortamına geçebilmemiz için, bizleri çevreleyen fizik şartların da buna uygun hâle getirilmesini gerekli kılmıştır. Bu yüzden Kur’an-ı Kerim’de, ibadet hayatıyla temizlik ve zarafet arasında sıkı bir bağ kurulmuştur. Nitekim yüce Rabbimiz şöyle buyurmuştur:
“Orada, (Mescid-i Kuba’da) temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah da böyle çok temizlenenleri sever.”
Peygamber Efendimiz (s.a.s) de “Temizlik imanın yarısıdır” (Müslim,”Tahare”,1), “Namazın anahtarı temizliktir” (Ebû Dâvûd, “Salât”, 73) gibi beyanlarıyla temizlik ol-maksızın dinî hayatın ve dindarlığın yeterli düzeyde olamayacağını bizlerin gönlüne yerleştirmeye çalışmıştır.
Yüce Rabbimiz, Kur’an-ı Kerim’de mescitlerin zatına ait olduğunu ifade etmek-tedir (Cin, 72/18). İbadetlerimizi eda etmek üzere evine misafir olduğumuz Zât’ın yüceliğini düşünerek beden ve elbiselerimizin temizliğine ve düzgünlüğüne dikkat etmeliyiz. Allah’ın evleri diyebileceğimiz mukaddes mekânlara, ibadet etmek üzere gelen insanların gönül huzuru içerisinde bu görevlerini yerine getirmelerine engel olabilecek her türlü ses, koku ve görüntü kirliliği oluşturacak durumlardan uzak durmalıyız. Nitekim sevgili Peygamberimiz (s.a.s), cemaate gelen kimselerin sarım-sak, soğan gibi başkalarını rahatsız edici kerih kokulardan kaçınmalarını emretmiş ve insanları rahatsız eden her şeyin, melekleri de rahatsız ettiğini belirtmiştir (Buhârî, “Et’ime”, 49, “Salât” 160; Müslim, “Mesâcid”, 73).
Yüce Mevlâmız, yaşadığımız dünyayı, meşru dairede her türlü ihtiyacımıza cevap verebilecek nitelikte nimetlerle donatmış ve bu nimetlerden öncelikli olarak fayda-lanma hakkını da biz inananlara vermiştir (A’râf, 7/31–32). Bizlere düşen ise, israfa ve gösterişe kaçmaksızın temiz ve güzel yiyeceklerden istifade etmek ve bu nimetlere karşılık küçük bir teşekkür anlamındaki ibadetlerimizi ifa ederken nezahet ve za-rafet ölçülerine azami derecede dikkat etmektir. Peygamber Efendimiz (s.a.s), şöyle buyurmuştur:
“Bineklerinize özen gösteriniz, kıyafet ve elbiselerinizi temiz ve düzgün tutunuz, tâ ki insanlar arasında parmakla gösterilecek gibi olunuz. Zira Allah, çirkinliği sevmez.” (EbûDâvûd, “Libas”, 25)
Ayrıca, yüce Allah’ın, verdiği nimetleri kulunun üzerinde görmekten ötürü hoş-nut olacağını (Tirmizî, “Edeb”, 54) ifade eden Peygamber Efendimiz (s.a.s), bu sözle-riyle, inanan bir insan için güzel ve temiz giyinmenin ne derece önemli olduğunu ortaya koymuştur.