TARÎK-I AHMED-İ MUHTAR
Arapça, seçilmiş Ahmed (Hz. Muhammed-s-)’in yolu anlamına, Os-manlıca-Farsça usûl üzere yazılmış bir tamlama. Hz. Muhammed (s)’in yolu. Bütün sûfiyye tarikatlarının hepsi, Tarikat-ı Muhammediy-ye(s) dir.
Arapça, seçilmiş Ahmed (Hz. Muhammed-s-)’in yolu anlamına, Os-manlıca-Farsça usûl üzere yazılmış bir tamlama. Hz. Muhammed (s)’in yolu. Bütün sûfiyye tarikatlarının hepsi, Tarikat-ı Muhammediy-ye(s) dir.
Arapça, dünyayı terke-den kişi demektir. Dünya ile alâkasını kesen, uzlete çekilen (misantrop) kişi için kullanılan bir tâbirdir.
Târik-i dünyâ geçünür derbeder,
Der tama itme bana, kendi eder.
Vâhid
Arapça, bir işte hareket etmek, bir işin içine girip idare etmek, gibi anlamlan olan bir kelime. İnsanlara, eşyaya, çeşitli şekillerde etki etmek, onları idare etmek, Allah’ın çok yakın dostlarına bahşettiği bir lütuf ve keramet olarak tanımlanan tasarruf olayında, “attığın zaman sen atmadın fakat Allah attı” (Enfâl/ 17) âyetinde ifade edildiği gibi, gerçek fail Allah’tır. Sûfiler bu durumu, maşayla sobadan ateş alan adamın haline benzetirler. Sobadan ateşi alan maşa mıdır, yoksa adam mı? Bu misalde, Allah dostunun yeri maşa’dır.
Abdülkâdir Geylânî gibi bazı büyük velîlerin, öldükten sonra da tasarruf ettiği, sık sık nakledilir. Tasarruf için ism-i azam başta olmak üzere, bazı Esmâ-yı İlâhî ve bazı me’sûr ibareler kullanılır. Ancak bu gibi esmanın etki edebilmesi, kişiye bağlıdır. Yani tesir için, Hz. İsa ağzı gereklidir. Tasarrufta gerçek fâillin kul olduğuna inanmak, şirktir, zira gerçek fail Allah’tır. Tasarrufta etkili olanlara el-Bâzü’l-Eşhel (tuttuğunu koparan doğan kuşu) adı verilir.
Arapça, yün giymek anlamında bir kelime. Kul ile Allah arasında ihsan olayının gerçekleşmesi, veya kulun ihsan vasfını kazanmasının yollarını gösteren bir ilim. Batinî fıkıh. Tasavvufun binden fazla tarifi yapılmıştır. Her sûfî, içinde bulunduğu hale göre, tasavvufu tarif etmiştir. Halvetî şeyhi, Ömer Ruşenî Dede’nin manzumesi, çeşitli tasavvuf tanımlarını ‘içermesi açısından önem arzeder:
Tasavvuf, terk-i da’vâdır, demişler
Dahi, ketmân-ı mânâdır demişler
Tasavvuf, terk-i kîl ü kale derler.
Hemen vecd ü sema u hâle derler.
Tasavvuf, hıfz-ı evkât demişler
Tasavvuf terk-i tâmâte demişler.
Tasavvuf, babıdır bezi ü atanın.
Tasavvuf, beytidir mihr ü vefanın
Tasavvuf, bir hidayettir Hûda’dan
Bunu söylemedim bil hevadan
Tasavvuf, terk-i evtândır demişler.
Tasavvuf, hicr-i ihvandır demişler.
Tasavvuf dâim olmakdır murâkıb
Olub irte gice hâlin muhasib
Tasavvuf etmemekliktir tasarruf.
Hakk’ın emrine itmeyüb tasallut
Tasavvuf, kalbi Hakk’a bağlamaktır
Yüreğin aşk odiyle dağlamakdır.
Tasavvuf, hüsn ü hulk ile edebdir.
Velî, hüsn ü edeb itâ-yı Hak’dır.
Tasavvuf, bilmedir atvar-ı kalbi
Eridüb koymıya kalbinde kal(ı)bı.
Tasavvuf, yâr olub bâr olmamakdır.
Gül-i gülzâr olub har olmamaktır.
Cihanın şahı Abdullah Ensâr(î)
Demiş yâr ol velf bâr olma zinhar
Düşüben aşk odına bî tekellüf
Yanıp gülü kül olmakdır tasavvuf
Yanar bir şem’idir Hakk’ın tasavvuf
Dememektir iyiye yavuza tüf.
İradettir demiş ba’zı, tasavvuf, ı
Demeyüb şeyhine üstadına yuf.
Demiş bir uğrayan feth ü fütuha
Tasavvuf bezi-i nefse, bezl-i ruha
Keramet satmamaktır tasavvuf.
Hakk’ın işinde itmeyüb tasarruf,
Vefa göstermedir mânend-i Yusuf
Ganimet bilmedir vakti tasavvuf
Geçen ömür için edüb teessüf.
Cefa eden kesân içün telattuf,
Demiş Zünnun-i Mısrî kim tasavvuf
Kabul-i şer’dir, terk-i tekellüf
Demiş Maruf-ı Kerhî kim tasavvuf
Temellüktür, tehalluktur, telattuf.
Ebû Bekr ü Ömer der kim tasavvuf
Ta’arruftur, ta’aarruftur, ta’arruf
Denilmişdir tasavvuf masebakdan..
Sükûn-i kalbdir maduna Hak’dan.
Demişdir bu sözü Hamdûn Kassâr
Mürid-i bu Türab şeyh-i ebrâr
Tasavvuf oldur olub çeşm-i tayyar.
Ola ahval-i kalbi ayn-ı seyyar.
Demişler bu sözü sahib icabet
Nedir dense tasavvuf? De: İnâbet
Olar kim şeyhlik temkine derler.
Tasavvuf tevbe vü telkine derler.
Ebû Osman Mekkî’nin sözüdür
Tasavvuf züht ü takvanın özüdür
Demiştir kim tasavvuf, Bişr Hâfî.
Eridüb etmedir gönlünü safî
Tasavvuf dur diyen İbrahim Edhem
Tarikatta Hakk’ın durmağı muhkem
Tasavvuf dur denilmiş üns ü kurbet.
Arayerden sürünüb havf ü heybet
Tasavvuf buğz-ı dünya-yı demdir.
Bu sözü söyleyen bil Ruşenîdir
Kitabında demiş sâhib-i tasavvuf
Cemil on (10)dur erkân-ı tasavvuf
Tasavvuftur denilmiş safvet-i kalb
Hûda’dan gayriden kalbin idüb kalb
Tasavvuf halkdan kaçmağa derler.
Öziyçün Hakk’a yol açmağa derler
Keramet satmamaklıktır keramet
Keramettir denilmiş terk-i âdet
Muhib mahbubla ey sahib-i saadet.
Görüb söyleşmedir keşf ü keramet.
Tasavvufu yine aynı şekilde manzum biçimde anlatma çabası, Olanlar Şeyhi İbrahim Efendi’de de görülür:
Bidayette tasavvuf, sûfî bî-cân olmaya derler
Nihayette, gönül tahtında sultân olmaya derler.
Tarikatde, ibâretdir tasavvuf mahv-ı sûretden
Hakikatde, sarâ-yı sırda mihmân olmaya derler.
Bu âb u kil libâsından tasavvuf, ân olmakdır
Tasavvuf cism-i safî nûr-ı Yezdan olmaya derler.
Tasavvuf, lem’ayı envâr-ı Mutlak’dan uyarmakdır
Tasavvuf, âteş-i aşk ile sûzân olmaya derler.
Tasavvufda şerait nâme-i hestîyi dürmekdir
Tasavvuf, ehl-i şer’u ehl-i iman olmaya derler.
Tasavvuf ârî olmaktır hakîmen âdetullaha
Tasavvuf, cümle ehl-i derde derman olmaya derler.
Tasavvuf ten tılsımın ism miftahıyla açmaktır
Tasavvuf, bu imaret küllî viran olmaya derler.
Tasavvuf, kâli hâle tebdil eylemekdir bil
Dahi her söz ki söyler âb-ı hayvan olmaya derler.
Tasavvuf ilm-i ta’bîrât u te’vîlâtı bilmekdir
Tasavvuf can evinde sırr-ı Sübhân olmaya derler.
Tasavvuf hayret-i kübrâda mest ü vâleh olmakdır
Tasavvuf Hakk’ın esrarında hayran olmaya derler.
Tasavvuf kalb evinden mâsivallahı gidermektir
Tasavvuf kalb-i mü’min arş-ı Rahman olmaya derler.
Tasavvuf her nefesde şarka vü garba erişmekdir
Tasavvuf bu kamu halka nigehbân olmaya derler.
Tasavvuf cümle zerrât-ı cihanda Hakk’ı görmekdir
Tasavvuf gün gibi kevne nümâyân olmaya derler.
Tasavvuf anlamakdır yetmiş iki milletin dilin
Tasavvuf âlem-i akla Süleyman olmaya derler.
Tasavvuf urvetü’l-vüskâ yükün can ile çekmekdir
Tasavvuf mazhar-ı âyât-ı gufran olmaya derler.
Tasavvuf ism-i a’zamla tasarrufdur bugün kevne
Tasavvuf cam-i ahkâm-ı Kur’ân olmaya derler.
Tasavvuf her nazarda zât-ı Hakk’a nazır olmaktır
Tasavvuf sûfî’ye her müşkil asan olmaya derler.
Tasavvuf ilm-i Hakk’a sînesini mahzen etmekdir
Tasavvuf sûfî bir katreyken umman olmaya derler
Tasavvuf küllî yakmakdır vücûdun nâr-ı la ile
Tasavvuf nûr-i illâ ile insan olmaya derler.
Tasavvuf onsekiz bin âleme dopdolu olmaktır
Tasavvuf nuh felek emrine ferman olmaya derler.
Tasavvuf “Kul kefâ billâh” ile da’vet durur halkı
Tasavvuf “irciT lafziyle mestân olmaya derler.
Tasavvuf günde bin kerre ölüp yine dirilmektir
Tasavvuf cümle âlem cismine can olmaya derler.
Tasavvuf zât-ı insan zât-ı Hak’da fânî olmakdır
Tasavvuf “kurb-ı ev ednâ” da pinhân olmaya derler;
Tasavvuf canı canana verip azade olmakdır
Tasavvuf can-ı canan cân-ı canan olmaya derler.
Tasavvuf bende olmakdır hakikat hak ey İbrahim
Tasavvuf şer’-i Ahmed dilde burhan olmaya derler.
Biz tasavvufu şöyle tanımlarız: “Kur’an-ı Kerim’i Hz. Resûlullah (s) gibi yaşamaya çalışmak”
Arapça, arındırma, saflaştırma demektir. Tasavvuf erbabına göre insan, Allah’ın katında iken, tertemizdi, oradan bu âleme gelip nefs hırkasını giyince, o temizliği gitti, kirlendi. işte insanın bu dünyada, tekrar melekût alemindeki temizliği kazanması, nefs kirinden arınmasıyla mümkün olur ki, bu arınma işine tasfiye denir. Tasfiye-i nefs tâbiri de, aynı anlamdadır. Diğer bir anlamda, kişinin, Kur’ân-ı Kerim’de çizilen programa göre bir hayat sürdürmesi ve hayat boyu ondan zerre kadar şaşmamasıdır. Hareketleri, kafasından geçirdiği düşünceleri islâm’a aykırı olmama halindeki kişi saflaşmış, olgunlaşmıştır.
Tas, Türkçe su içmeye yarayan kaba denir. Cinleri toplamak amacıyla, tasa doldurulan suya, efsun okumak manasında bir tâbir. Cinciler, hastaların el ve yüzlerini bu suyla yıkadıkları takdirde iyileşeceklerini söylerler.
Olup bir zaman ol dahi münkatı’
Hemen tas okurlardı lâ yankatı’
İzzet Molla
Arapça, birinin ardından gelmek, dua etmek gibi anlamları olan bir kelime. Bu, zikreden hakkında kullanılan bir tâbir olup, ehl-i zahir, ehl-i bâtın, evliya, enbiyâ ve ehl-i huzur kişiler için rahmetin var oluşunu ifade eder.
Mevlevî tâbiri. Konya’daki ana dergahta, büyük Mevlevî tekkelerinde iki meydancı dede bulunurdu. Birine “içeri meydancısı”, diğerine de “dışarı meydancısı”, yani “taşra maydancısı” denirdi. Küçük dergâhlarda taşra meydancılığını, kazancı dedeler yaparlardı. Meydancı dedeler direkt olarak şeyh’in emri altındaydılar. Bu dedelerin görevi; yaptığı gezilerde şeyhe arkadaşlık etmek, dergâhın iç ve dış hizmetlerini görmekti.
Arapça, yumuşamak, kendini itaate getirmek, nafile ibâdet yapmak anlamlarını ihtiva eden bir kelime. Cürcanî, farz ve vacipten ayrı yapılan ibâdetleri, nafile olarak tanımlar. Bu, şer’î mükellefiyetin dışındadır; tasavvufta önemi büyüktür. Farzlar ve vacipler, sûfîlerce fevkalade titizliği gerektiren tekliflerdir. Nafile denilen ve farzın, vacibin dışındaki ibadetler de , takva ve vera gereği olarak büyük önem arzederler. Bu husus şöyle zincirleme bir sıra arzeder: Edeblere önem vermek gerek. Edebi kaybeden sünnete bağlılıkta za’fa uğrar; sünneti yaşamakta za’fa uğrayan vaciplerde gevşek davranır. Vacibde ihmal gösteren, farzı uygulamakta za’fa uğrar. Farzlarda titiz olmayanın da imanı zayıflar. Bu formül çerçevesinde, edeb ve sünnetlere önem vermek, farzlara verilen önemi güçlendirici olarak görülür. Farzları tam yapan, kulluğu tam yapmış demektir. Bir kimse tam anlamıyla kul olursa, artık o tevhid ehlidir. İşte bu yüzden Hallâc-ı Mansûr, ruhsatları terkettiğini, dört mezhebin zor (azimet) yanlarından kendine yeni bir mezhep oluşturduğunu ve onunla amel ettiğini söyler. Mesela Hallaç, vera gereği olarak, her vakit namazını gusül abdesti ile kılardı. (K. Ahbâri’l-Hallâc) Azimetle amel, tasavvufta vazgeçilmez bir unsurdur.
Arapça, dönmeyi ifâde eden bir kelime. Kişinin kendi mahiyetini, sınırını, menşeini ve bulunduğu yeri anlamasından ibarettir. Kişinin ilminin, gücünün, hayatının, iradesinin, konuşmasının, görmesinin ve duymasının (ki hepsi şer’î tavaftaki gibi yedi özelliktir) Allah’a râci olduğunu anlaması, bu bilince ulaşmasına tavaf denir. “Onun duyan kulağı, gören gözü, tutan eli olurum…” hadisi, bu hususa delâlet eder. Tavâfu’l – İfâda: İlâhî feyzin devam etmesini sağlamak üzere, manevî yükselişi sürdürmek. Tavâfu’l-Vedâ’: Hal yolu ile Allah’a ulaşan hidayete, denir.
Arapça tâli kelimesinin çoğuludur, pırıltılar ve doğuşlar anlamını ifade eder. Kaşanî bunu şöyle tanımlar: Kulun iç alemine doğan ilk tecelliye denir ki bu, onun ahlâkını, özelliklerini, içini aydınlatmak suretiyle güzelleştirir. Tavâli, levâih ve levâmi’den daha güçlü ve kalıcıdır.
Arapça, kapı çalanlar, gece gelenler ve doğanlar gibi anlamları olan çoğul bir kelime, tekili târık’tır. Gece münacât sırasında, kulun kalbine doğan müjdeci bir ilham.
Arapça, orta yolu tutmak, bir şeyin ortasında bulunmak anlamında bir kelime. İnsana ait berzahtan ikincisi. Bu, Rahman? hakikatlar vasıtasıyla insanlık köleliğinden kurtulmaktır.
Arapça, sarığın yukarıdan bırakılan sarılmayan kısmına denir. Bu, ya sağa ya da sola sarkıtılır. Bazen iki taylasan olur, biri sağa diğeri sola sarkıtılır. Taylasan, bazan aşağı sarkıtılmadan çene altından dolandırılır ki, buna “çene altı” anlamında olmak üzere “Tahte’l-Hanek” denir.
Tayy, Arapça dürülmek anlamını ifade eder. Allah’ın, dostlarına bahşettiği kerametlerden biri de, Miraç gecesinde Hz. Peygamber (s)’in yaşadığı türden olmak üzere, onlara bir anda, uzun mesafeler kat’ ettirmesidir. Zaman ve mekanla kayıtlı insan bedeninde, zaman ve mekan sınırlamasından kurtulmuş “ruh” denen varlığımıza (veya özümüz) dayandırılmak ile anlatılması basitleşen bu olay, evliya biyografilerinde sık sık rastlanır.
Arapça, sığınmak, korunmak anlamında bir kelime. Sûfî cismanî veya ruhanî hayatında şeytanın hücumuna maruz kalırsa veyahut Allah’tan başka genel olarak neyle mübtelâ olursa, Allah’a sığınır.
Farsça, balta demektir. Bir sapa geçirilmiş, keskin yüzü kavisli, sapının iki ucuyla, keskin yerinin ters tarafından birer sivri ve süngü tarzında çelik bulunan sapından başka her yeri yekpare yapılmış bulunan keskin balta. Gezgin dervişler, yolculukta yırtıcı hayvan ve düşmandan korunmak için, ellerine teber alırlardı. Bu teberin “bir yüzlü teber”, “iki yüzlü teber” diye iki türü vardır. Teber, Osmanlı ordusunda savaş âleti olarak kullanılmıştır. Bazı teberler üzerinde şu ibareler yazılırdı:
Destime aldım teberi
Kimseden itmem hazeri.
“Tîğ-ı Teber, Şâh-ı Levend” deyimi çırılçıplak, hiç bir şeyi kalmamış iflas etmiş kişiye denir.
Yine seyyah oluban destime aldım teberi
Yine ben azm-i diyar itmeye kıldım seferi.
Seher Abdal
Teberdir sureta gerçi velî bir berk-i sûzândır
Hararetten ağız açmış şehid intikamiyçün.
Lâ-edrî
Ben erenler nacağıyım, o ışıklar teberi,
Ben savaş günü çeriyim, o hemen çerde çeri.
Taşlıcalı Yahya Bey
Tebettül, Arapça inkitâ1 yani kesilmek demektir. Bu ifâde Kur’ân-ı Kerim’de geçer: “Kendini tam olarak Allah’a ver” (Müzzemmil/7). Bir kişinin kendini dünyadan çekip tamamen Allah’a vermesine, tebettül denir. Hakikati müşahede etmek üzere, isteklerden ve hazlardan tam anlamıyla sıyrılmak. Hz. Fatıma’nın lâkabı, Betûl idi ki, dindar, iffetli anlamınadır. Ayrıca hiç evlenmemiş kadınlar için, Betûl tâbiri kullanılır.
Arapça, açık ve zahir olmak demektir. Kaşanî ve Cürcanî’ye göre; gaybden gelen ve kalbde ortaya çıkan nurlara tecellî denir. Her ilâhî ismin tecellî ettiği yere ve yöne göre, tecellînin kendisinden çıktığı gaybler yedidir: 1. Gaybu’t-Hak, 2. Gay-bu’l-Hafâ, 3. Gaybu’s-Sır, 4. Gaybu’r-Rûh, 5. Gaybu’l-Kalb, 6. Gay-bu’n-Nefs, 7. Gaybu’l-Letâifi’l-Bedeniyye. Bu gayblerin açıklaması şu şekildedir:
Sen tecellî eylemezsin perdede ben var iken,
Şart-ı izhâr-ı vücudundur adîm olmak bana.
Avnî
Yine tecellînin ikiye ayrıldığını görürüz: 1. Ruhanî tecellî, 2. Rabbani tecellî. Rabbanî tecellî de, ikidir: a) Ulûhiyyet tecellîsi: Bu, Hz. Mu-hammed (s)’e mahsustur, b) Rubûbiyyet tecellîsi: Hz. Musa’ya mahsus olan tecellî (A’râf/143).
Arapça fiillerin (eylemlerin) tecellî etmesi (ortaya çıkışı) demektir. Allah’ın fiilerinden birinin, kulun kalbine açılması. Yolun başında olanlar (mübtedî) için burası korkulu ve ayak kayacak tehlikeli bir yerdir. Burada sapıtmamak ve yanılmamak gerek. Bu mertebeyi atlatan tecellî-i esmâ’ya geçer. Mahiyetini erbabı bilir.
Arapça, isimlerin tecellîsi (ortaya çıkışı), demektir. Allah’ın güzel isimlerinden birinin, kulun kalbine açılması. Bu tecellî meydana gelince kul, o ismin nurları altında öylesine mağlub olur ve şaşırır ki, Allah’a o isimle seslense, Allah ona karşılık verir. Sülük mertebelerinin dördüncüsünde, tecellî-i esma olayı zuhur eder.
Arapça, Rahîm olan (Allah) a ait tecellîyi (ortaya çıkışı) belirten bir ifade. Allah tarafından, inananlara, sıddıklara verilen kemalâta Tecellî-i Rahîmî adı verilir. Buna, tecellî-i hâs da denir. Marifet, tevhid, rızâ, teslim, tevekkül, yasaklardan şiddetle kaçınmak şeklinde ortaya çıkan bu tecellîler sayesinde, mü’min, kafirden; mutî, âsîden; olgun, noksandan ayrılır.
Arapça, Rahman olan (Allah) a ait tecellîyi (ortaya çıkışı) ifâde eden bir sözcük. Allah tarafından mevcudata bahşedilen varlık, ki bu tecellîye, tecellî-yi âm denir.
Sıfatlara, ait tecellîyi (ortaya çıkışı) ifade eden Arapça bir sözcük. Allah’ın sıfatlarından bir sıfatın, kulun kalbinde ortaya çıkması. Allah’ın sıfatlarından biriyle, mesela işitme sıfatıyla tecellîye maruz kalan bir kimse, cansız varlıkların zikrini işitir hâle gelir. Buna, “Hakka’l-Yakîn” makamı denir.