Telef ne demek?
Arapça, helak olmak, heder olmak demektir. Telef, ölümden ibarettir. Ölüm ve helak olma (telef), vakti gelince helak olması beklenen şeye denir.
Arapça, birine bir söz anlatmak, öğretmek, dikte etmek anlamlarında kullanılan bir kelime. Tarikata yeni giren kişiye şeyhin zikir öğretmesi. Cenaze defnedildikten sonra, hocanın, kabir suali ile alakalı olarak yaptığı konuşma veya seslenişe, telkîn denir. Özellikle Mevlevîlikte, şeyh, müride telkinde bulunduğu için, o müride, ölünce telkîn verilmez. Onun yerine, mezarın etrafında halka olup zikir çekerler ve şu gülbankı okurlar:
“Vakitler hayrola, hayırlar fethola, serler defola. Garka-i garik-ı Rahman derviş Ahmed Efendi’nin ruhu Şadû handan, hâcesi hoşnud ola. Dem-i Hazret-i Mevlânâ, Sırr-ı Şems-i Tebrizi Kerem-i İmam Ali, Hû diyelim Hû.”
Halka verdiği öğütleri kendisi tutmayan kişilere: “Halka verir talkını (telkini), kendi yutar salkımı.” denir.
Renkten renge girme, ve mekan tutma anlamlarında Arapça iki kelime. Telvîn, bir halden diğer hâle geçmeyi, veya bir makamdan diğer bir makama atlamayı ifade eder. Temkîn ise, istikamette derinleşmek ve sabitleşmek anlamına gelir.ikisi birbirinin mukabili gibidir.
Telvîn hal ehlinde, temkîn ise makam sahiplerinde olur. Hal ve makam arasında bir takım farklar vardır:
Hak bir gönül verdi bana,
Ha demeden hayran olur.
Bir dem gelûr şâdf olur,
Bir dem gelûr giryân olur.
Bir dem sanasın kış gibi,
Sol zemheri olmuş gibi,
Bir dem cehalette kalur,
Hoş bağ ile bostan olur.
Bir dem gelûr söylemez,
Bir sözü şerh eylemez.
Bir dem cehalette kalur,
Hiç nesneyi bilmez olur.
Yunus Emre
Birini büyüklemek, ululamak anlamında Arapça bir kelime. Öğmeyi içeren ve sahur vakti minarelerde makamla okunan duaya, temcîd adı verilir. Sahurda okunduğu için bu vakte temcîd vakti de, denir.
Bir şeyi istemek, ummak anlamında Arapça bir kelime. Ezelî takdiri görme. Müridin temennisi yok, emeli vardır. Çünkü temenni nefsi, emel de takdir edileni görür. Temenni nefsin, teemmül kalbin sıfatıdır.
Arapça, biri diğerini takip edip yok etmek anlamındadır. Özellikle Hind kültüründe, bedenden ayrılan ruhun bir başka bedene tekâmül etmek üzere girmesi. Tekamül sağlanana kadar olan ruhun bu gidiş gelişine, samsara adı verilir. Az da olsa, bazı Ehl-i Sünnet dışı tasavvuf okullarında tenasühü andırır görüşler vardır.
Cana yakın gelmek, ısındırmak anlamında Arapça bir kelime. Vahşeti giderip, insana sokulmaya alıştırmak. Yeni müridi, tasfiye ve tezkiyeye ısındırmak üzere, hissi zuhur yerlerindeki tecelliye te’nîs denir. Buna, sebepler suretinde ortaya çıktığı için, fiilî tecelli de denir.
Tasavvuf yoluna yeni girenlerde bu hal çok görülür. Bir Be-devî şeyhinin dediği gibi, bu durum, ilkokulun bahçesinde yeni kaydolmuş çocuklara, sınıfa girmelerine kolaylık sağlasın, ısındırsın diye verilen elma şekerine benzer. Hedef elma şekeri değil, sınıfa girip “Elif” okumaktır. Yolun başı tatlı, sonu tatsız-tuzsuzdur. Bu yüzden tasavvufî terbiyeyi demir leblebiyi çiğnemeye benzetmişlerdir.
Arapça, tandır, mutfak, ocak anlamlarına gelen bir kelime. Mevlevi tabiridir. Mevlevîlerin giydikleri kolsuz, yakası yırtmaçlı, bel tarafı kırmalı, geniş ve uzun entariye tennure denir. Tennure, “elifi nemed” ve “destegül” adlı iki parçadan meydana gelir. Tennure giyilince, bele, elifî nemed sarılır, üzerine de salta şeklinde destegül giyilirdi. Günlük ve sema törenine mahsus olmak üzere iki tür tennure vardı. Günlük olanı, diz kapağının altına, sema tennuresi de ayak bileklerine kadar uzanırdı.
Mevlevî tabiridir. Sema etmek anlamında kullanılır. Malûm olduğu üzere, mevlevîler sema ederken tennureleri yerden biraz yukarı kalkar. Bu yüzden sema etmeye, tennure açmak tabiri kullanılır.
Mevlevî tâbiridir. Semazenlerin, sema ederken eteklerinin birbirine dokunması. Törenden sonra tennuresini başkasının tennuresine çarpan can, “huzuruna mani oldum, affet” diyerek özür diler. Kalabalık grupların semamda, bu tür dokunmalara engel olmak üzere ağır sema yapılırdı.
Mevlevî tabiridir. Zikr (daha doğrusu sema) töreninin yapılacağı gün, dışmeydancının, canların bulunduğu hücreleri dolaşarak tennure giymelerini bildirmesine “tennureye sala” denirdi. Bu bildirimin ardından, canlar tennurelerini giyip semahaneye çıkarlardı.
Mevlevî tâbiridir. Tennurenin eteklerinin fazla açılmaması için, düşük sür’atle dönmeye tennure döndürmek denir. Bu, kalabalık semazen grubunda, tennurelerin birbirine çarpmalarını önlemek üzere başvurulan bir uygulama idi.
Birini kötü bir şeyden, uzaklaştırmak, beri kılmak anlamında Arapça bir kelime. Rabbı, beşerî vasıflardan uzaklaştırma. Buna, kadim olan (Allah) m zatı, sıfatları ve isimleriyle birlenmesi denmiştir. Bu, (kendine bir yönden benzeşim gösteren) sonradan yaratılma yönüyle olmamak üzere, kendi nefsinden yine kendi nefsi sebebiyle, kendine müstehak asalet ve yüceltme yoluyla olur.
Allah, bu yönüyle tekleşmiştir. Gerçek tenzihi, Hakk’ın kendisi yapar. Onun cinsinden olanların tenzih yapması beklenir. Ancak Hakk’ın kendisi gibi bir varlık yoktur, bu sebeple, mutlak manada Hakk’ı Hak’tan başkasının tenzîh etmesi mümkün değildir.
Arapça, çevirmen demektir. Bir iş yapılırken okunan övgü ve duaya denir. Bu, ya şiir şeklinde, yada mensur olur. Terceman, Mevlevî, Bektaşî tabiridir. Günlük işlerde okunur. Mevlevîlerde terceman daha azdır. Gülbang ile tercemân arasındaki fark, gülbangın şeyh tarafından topluluk huzurunda sadece dua şeklinde olmasına karşılık; tercemanın, topluluk şartı bulunmadan, övme ve dua tarzında herkesçe uygulanabilmesi söz konusudur.
Fatiha istendiğinde, Mevlevîlerde okunan tercemana bir örnek: “Feth-i fütûh-ı kâinat, feyz-i füyûz-ı mümkinât, masdar ü mev-rid-i sıfat Ahmed ü âlrâ salevât.”
Bektaşî tercemanına örnek olarak şunu verebiliriz. “Allah, Allah yüzüm yerde, özüm darda, erenler huzurunda, Hak, Mu-hammed, Ali divanında canım kurban, tenim terceman, bu hakirden incinmiş, gücenmiş can kardeşler var ise dile gelsün, yol ile yoldayız. Allah eyvallah, erenler kimsenin hakkı kalmasın. Hakkı olan gelsin hakkını alsın. Zira bu meydan Muhammed (s), Ali (r) divanıdır. Erenler hû dost.”
Yine mürşidin huzuruna veya bir türbeye girildiğinde okunacak terceman şu şekildedir:
“Cemalindir senin nûr-i ilâhî
Ayağın bastığı ey mazhar-ı Hak.
Bu kemter başımın tâc ü külahı
Selam olsun sana dünya vü ukbâ
Ki sensin din ü dünya padişahı.”
Tasavvuf okullarında dua, niyaz, terceman, gülbang vs. gibi Allah-kul arası münasebete doğrudan yer veren uygulamalar, itici gücünü Kur’an’dan almaktadır: “Duanız olmasa, Allah size ne diye değer versin ki…” (Furkan/77). Bu âyet-i kerimeyi, şu şekilde espirili çeviriyle vermek istiyoruz. “Duanız kadar adamsınız….”
Arapça bir kelime olup, bitkinin gelişip büyümesi manasına gelir. Kalp ehlinin gönlünde esen rüzgar, inayete güzel riayet sebebiyle oluşan yükün getirdiği yorgunluktan kurtulup rahatlamak. Yahya b. Muaz şöyle der: “Hikmet, Allah’ın ordularından bir ordudur. Allah onu, dünya sıkıntısından daralan ariflere, kalbleri rahatlasın diye yollar”.
Arapça, terketmek anlamında bir kelime. Fakr ve fena ehli dervişlerin başlarına giydikleri taç ve külahler üzerinde, dikey iniş şeklinde alâmetler olurdu. İşte bu dilim dilim görüntü veren alâmetlere terk veya terek adı verilir. Bu dilimlerin sayısı, tarikatlara göre değişirdi. Bektaşîlerde dilim sayısı 12’dir.
Her tâc olamaz, fakr u fena şahına sertâc,
Terk ehlinin, ey hâce biraz başı kabadır.
Baki
Dört türlü terk vardır:
Tasavvuf erbabı, yapageldiği mesleği veya vazifeyi kendi başına bırakamaz. Ondan beklenen, mesleğinde uzmanlaşmasıdır. Bir üst görev verildiğinde de reddedemez.
Bir dervişin mesleğini terketmesi, bağlı olduğu şeyhi terketmeye eşit sayılmıştır. Yani mesleği izinsiz terk, bu denli büyük bir suçtur. Atasözüyle anlatılmak istenen budur.
Sarhoş numarası yapan anlamında Arapça bir kelime. Vecd sahibi ve manevî sarhoşluk durumundaki sadıklara, zorla benzemek üzere çabalayan, zorla sekre ulaşmaya çalışan kişilerdeki hâle, tesâkür denir.
Eskiden türbelerde, türbedarlar hastalanan küçük çocukları okur, daha sonra iri taneli teşbihi yere atıp, çocuğu üç defa basmadan üzerinden atlatırdı. Nazardan ve hastalıktan kurtulmaya yönelik olduğuna inanılan bu işleme, teşbihten geçmek denirdi.
Ayrıca uygunsuz iş yapanlara halk arasında “pabucu büyüğe git de,seni tesbihden geçirsin” veya “sen bu günlerde teşbihten geçmemişsin galiba…” denirdi.
Arapça, teslim olmak, boyun eğmek anlamındadır. Cürcani’nin tanımıyla teslim; Allah’ın emrine boyun eğmek, hoşuna gitmeyen hususlarda itirazı terketmek veya kazayı rıza ile karşılamaktır. Dışta ve içte herhangi bir değişme olmaksızın inen belaya sabretmeye, teslîm denmiştir.
Eskiden dükkanlarda, evlerde “Ah teslimiyet” levhaları bulunurdu. Terim ile ilgili bir açıklama da, şu şekildedir: Gayb âleminden zuhura gelen işlere rıza göstermek. Zira her kaza ve belânın meydana gelmesi, Allah’ın dilemesi iledir. Sâlik’in, sülûk’unda, akla aykırı gelen, kalbe sıkıntı veren her ne görürse görsün, karşı gelmemesine teslîm denir. Öyle ki, helak gibi görünen ve korku uyandıran şeylere, çekişmelere rastlasa rıza göstermesi gerekir.
Ahdinde halâik unudup semt-i hilafı
Ayrılmayalar, cadde-i teslim ü rızadan
Nailî
Mücerred yani bekar Bektaşî canlarının kulaklarına taktıkları “mengüş” denilen küpe. Bu küpeyi ilk uygulayan, Balım Sultan’dır. Rivayete göre müritlerinden birisi bilmeyerek öldürülünce, Balım Sultan bu tür yanlışlıklara bir daha meydan vermemek için, alâmet olarak kulağa küpe takılmasını âdet hâline getirmiştir. Hayat boyu bekar kalmaya yani mücerredliğe niyetlenen dervişler, Balım Sultan’ın türbesine getirilir, türbenin eşiğinde kulağı delinip küpe takılır. Ve artık bu can, “pirin kulağı küpeli kölesi” olurdu. Bu dervişler ölene kadar evlenmez, tekkelerde târik-i dünya gibi kalırlardı.
Bektaşî tâbiridir. Bektaşî babalarının göğüslerinde taşıdıkları, el ayası büyüklüğünde, oniki köşeli taşa teslim taşı denirdi. Teslim Taşı, Kırşehir’de çıkan “Hacıbektaş Taşfndan yapılırdı.
Hacı Bektaş Veli’nin zehirlendiğini farkedince kustuğu ve taşın bu kusuntudan meydana geldiğine, bu taşı taşımanın da Pîr’e bağlılığı ifâde ettiğine inanılır.
Baba, Teslim Taşı’nı, canlara tekbirlerle takardı.
Arapça, bir şeyi, diğer bir şeye benzetmeyi ifade eder. ilâhî teşbîh, cemal suretinden ibarettir. Zira İlâhî cemalin çeşitli mânâları vardır. Bunlar da, O’nun isimleri ve sıfatlarıdır. Bu sıfat ve isimlerin de, hissedilen, akledilen türden manalara ait tecelliler şeklinde suretleri vardır. “Rabbimi, tüyü bitmemiş delikanlı şeklinde gördüm” sözü, mahsûs surete; “Ben kulumun zannı üzereyim” sözü, makûl surete örnektir. Hakk’ın, zât ve sıfatla ilgili olmak üzere, iki türlü teşbihi vardır.
Arapça, benzeme, taklit etme anlamında bir kelime. Sûfilere benzemeye çalışanlar. Bunlar iki gruptur:
1 . Müteşebbih Muhib : Sûtîliğe samimiyetle benzemeye çalışanlar. 2. Müteşebbih Bâtıl : Dünyevî çıkar sağlamak üzere, sûfilere benzemeye çalışanlar.