Vatar ne demek?
Gerekli hacet, çok önemli ihtiyaç anlamında Arapça bir kelime, çoğulu evtâr. Nefsânî nazların ve beşerî özelliğin dışında, öğülen bir arzu ve fayda. Bu şekilde vatar, yaşanan tertemiz bir arzu ve haldir.
Gerekli hacet, çok önemli ihtiyaç anlamında Arapça bir kelime, çoğulu evtâr. Nefsânî nazların ve beşerî özelliğin dışında, öğülen bir arzu ve fayda. Bu şekilde vatar, yaşanan tertemiz bir arzu ve haldir.
Arap alfabesindeki son harflerden biri. Kaşanî, tümel (küll) deki mutlak yöne vav denir, şeklinde tarif yapar. “Nereye yönelirseniz, Allah’ın vechi (yüzü, yönü) oradadır” (Bakara/115). Eb-ced hesabında vav harfinin değeri, altıdır. Bu altı sayısının altı yöne işaret ettiği söylenir.
Vav, Arap alfabesinin son harflerinden biri. Evliya kelimesindeki vav atılınca geriye e(v)liya: Eliya kalır ki bu bir Hıristiyan adıdır. Mutasavvıflar, evliya olduğunu öne süren, boşa iddiada bulunan, ancak davasını mânâya ulaştıramıyan, hareket ve halleri, evliyanın hareket ve hallerine benzemeyen, şekilci hırsızlara vavsız evliya derler.
Nasihat, nasihat eden anlamlarında Arapça iki kelime, masdar ve ism i fail. Kalbi yumuşatacak konularda hayrı hatırlatma (Cürcanî). Hz. Ömer’e söylenen şu söz, bunu en güzel şekilde ifadelendirir: “Sana vaiz olarak ölüm yeter, ey Ömer!” Vaizin sözünün etkili olması, anlattığı şeyi bizzat yaşamasına bağlıdır. Yaşamayanın anlatması mümkün değildir. Va’z, dil ile olduğu gibi, yaşamakla, hâl ile de olur. Hâl ile olan va’z, kal (dil) ile olandan daha etkilidir.
Arapça, görev demektir. Dervişlerin her gün mutâd olarak yaptığı zikr, vird, Kur’ân okuma, namaz, oruç, sadaka, sohbet vs. gibi görevler. Vazife, ciddî bir disiplin olayıdır.
Arapça, bulmak anlamındadır. Sâlikin zorlaması, istemesi olmadan kalbe gelen hâle vecd denir. Hakk’ın sırrına muttali olduğu zaman, ruhun ulaştığı huşûya denir. Bir başka tanıma göre vecd; zikrin tatlılığı hissedildiğinde, ruhun şevkin galebesine tahammülden âciz kalmasıdır. Yine vecd; iç (batın) in Allah tarafından bir varide tesadüf edip, o vârid sebebiyle kendisinde huzur ve sürürün ortaya çıkması veya durumunun değişmesi olarak da tarif edilir. Cüneyd, duyulan sevinçle zatın belirmesi esnasında, vasıflardan soyulmayı vecd olarak görür. İbn Ata da, hüznle zat ortaya çıkarken vasıflardan sıyrılmaya vecd demiştir. Vecd başlangıçlarda vuku bulur. Zira vecd, kaybetmekten sonra gelir ki, fakdı (kaybetmesi) olmayanın vecdi de yoktur. Vecd sahibi telvin ehli olup, bazı kere nefsin sıfatlarının gayreti (yok olmasıyla) ile, bazı kere de bulması ile vecde ulaşır. Vecd ehlinin bir kısmı, sema sebebiyle rakseder ki, bu bir noksanlık değildir. Vecddeki mevcud ile değil de, sırf vecd ile raksederek rahata eren kişinin hali noksandır. Vecd gelmeden vecd varmış gibi göstermek, sıdk (doğruluk) dan sayılmaz. Tam vecde gelen kişi kendinden öyle bir geçer ki, yüzüne kılıçla vurulsa, bir şey hissetmez, iki çeşit vecd vardır: 1. Vecd-i mülk: sâliki (bulanı) etkisi altına alan vecd, 2. Vecd-i lika: Sâlikin bulduğu vecd.
Vermiş ona şevk-i ebedi nağme-i bişnev
Begâyet olan vecdine bâis o nevadır.
Takadizâde Şekib
Arapça, kayıtlı ve serbest olmanın iki yüzü anlamında bir isim tamlaması. Bu ikisi, bütün itibarların sükût (düşüş) ü ve ispatı bakımından, zat’ın itibarının iki yönü (yüzü, vechi) nü gösterir. Hakk’ın zatı, vücûdu kendinden olan bir vücûddur. O bu şekilde itibar olunursa, O’na mutlak denir. Herşeyin kendisiyle beraber bir hakikati vardır. Bu, adem-i mahz olan sırf vücûdun gayrisi olsa bile, ayrı da değildir. Kendisiyle mevcud, kendisi dışındakiyle mâ’dum (varlık ve yokluk) olan şeye nasıl bitişir. Her şeyin gayrisi, ondan ayrı değildir. Onun dışındakiler, varolmayan ma’dum a’yandır. Şayet ondan ayrılırsa var olmaz. Her şey onunla beraber, onun zatı sebebiyle mevcuttur. O, kendisiyle beraber bir şey olmama tecerrüdü yani kayıdı ile kayıtlanırsa, o zaman kendisiyle birlikte, hiçbir şeyin bulunmadığı “Ehad” olur. Bu sebeple muhakkik (tahkik sahibi)” O, hâla eskiden olduğu gibidir” der. Kendisiyle beraber bir şey vardır, diye kayıd altına alınırsa, bu takdirde O, kendisiyle mevcud, kendisi dışındakiyle ma’dum olan kayıtlayıcının aynı olur. Hak onun suretinde tecelli eder ve ona vücûdiyet izafe eder. İzafet kalkarsa o, kendi zatında mâ’dûm olur. Bu mana, tevhid ehlinin “izafetin düşürülmesi” sözüne benzer ve şöyle diyen tasdik edilir: “Vücûd, vacibin hakikatının aynı, her mümkinin hakikatinin gayridir. Zira, o, her mâhiyet ve aynın üzerinde ziyade olan bir şeydir. Siyahın siyahlığı, insanın insanlığı da mevcûd olmayan bir şeydir. O, vücûdun olmayışı bakımından mâdumdur.
Arapça, Hakk’ın yüzü demektir. O, kendisiyle bir şeyin hakkan var olmasıdır. Zira, varlığın Hak Tea-la’dan başka bir hakikati yoktur. Kur’ân-ı Kerim’de “Nereye yönelirseniz, yönelin, Allah’ın vechi (yüzü) oradadır” (Bakara/115) âyetiyle, bu hususa işaret olunur. O da, bütün varlıklarda ikâmet eden (var olan) Hakk’ın ayn’ıdır. Varlıklarda Hakk’ın kayyumiyyetini (yani kâim olduğunu) gören, her şeyde Hakk’ın yüzünü görür.
Arapça, bir şeyi yerine getirmek, vefalı olmak vb. gibi anlamları olan bir kelime. Kur’ân-ı Kerim’de “Bana verdiğiniz sözde durunuz ki, size verdiğim sözde durayım.” (Bakara/40) âyetiyle ifâdesini bulan bu terim, Allah’a “elest” toplantısında verilen sözü yerine getirmeyi gösterir. Buna, vefa bi’l-ahd de denir. Bu, avam tabakasının, müjdeye rağbeti, tehdidden korkması sonucu yaptığı ibadetle olurken, havassınki, rağbet, korku veya bir bedel beklemeksizin, emre sırf emir olması bakımından verdiği sözde durmak şeklindedir. Havassû’l-havassın vefası, güç ve kuvvetten uzak kalmak suretiyle. Muhibbinki de kalbine Allah’tan gayrisini sokmamak şeklindedir. Kulluk vefasının esaslarından biri de, noksanlığın kendisinden çıkıp kendine döndüğünü görmek, Rabbinden başkasını olgun (kemalli) bulmamaktır.
Arapça, tasarruf sözünü, korumaya uymak anlamında bir ifade. Vefa sana düşen kulluk görevinden, sana tasarruf etmen üzere bağışlanan vakitler konusunda acizliğinden ve âdetlerin kaldırılmasından uzak kalmaman (yani gaflete düşmemen) dir.
Arapça, muvafakat, uygunluk, başarı vs. gibi anlamları olan bir kelime. Bir kişinin isteğine uygun olarak hazırlanan dua, harf, muska ve hamail için vefk tabiri kullanılır.
Eylemez Hikmet tenezzül yoksa kim erbâb-ı aşk
Celb-i teshir-i visalin vefk-i âlâsın bilir.
Hersekli Arif Hikmet
Arapça, akla gelen şey, geniş yol, zan, tahayyül, korku, şüphe, vs. gibi anlamlan olan bir kelime. Vehm; insanın cismanî kuvveti olup, yeri, beynin orta kısmının arka tarafıdır. “Zeyd’in cömerd oluşu”, “Zeydin cesareti” gibi mahsûsâta ait cüz’i manaları idrak etmek, vehmin özelliğidir. Bu güç ile, koyun kurttan kaçar, çocuğa şefkat edilir. Yine bu güç, kendine hizmet eden tüm cismanî güçlere hakimdir. Tıpkı aklın tüm aklî güçleri kullandığı gibi. el-Vehmiyyü’l Mütehayyel : Vehmin kullanılmasıyla mütehay-yilenin ortaya çıkardığı surete denir. Vehm, akıl ile fehm arasında bulunur, ikisinin arasında yer alır. Vehm, fehmin bekçisidir, denir. Cilî’ye göre vehm; âlemi, mâsivayı ifade eder.
Arapça, temsilci demektir. Alevîlikte, Osmanlıların son döneminde, çelebilerle dede baba (Hacı Bektaş’taki) arasında bir kırgınlık olmuş, bu nedenle Cemaleddin Çelebi alevîlerin bulunduğu köylere vekiller göndererek, kendisinden icazet (izin) almayan dedelerin, talipleri (dervişleri) göremeyeceğini, ve bunun batıl olduğunu öne sürmüştü. Bu vekillere uyanlara, uymayanlar “dönük” derken, uyanlar uymayanlara “purut” adını takmışlardır.
Arapça, doğum demektir. Müridin, şeyhin manevî cüz’ü gibi olması bakımından, müridle şeyh arasındaki uyuşuma denir. Bu tabii doğumdaki çocuğun durumuna benzer. Ancak bu doğum manevîdir. Hz. isa (a) şöyle der: “iki kere doğmayan, semânın melekûtuna eremez!” İlk doğuşda mülk alemiyle irtibata geçilirken, ikinci doğuşda melekût alemiyle temas kurulur. Mürid maddî babasının bel evladı, manevî babasının da yol evladıdır.
Arapça, birine yaklaşma, yakınlık, akrabalık (vavın esreli şekliyle) imaret, sultanlık, hüküm, valilik, vb. anlamları ihtiva eden bir kelime. Nefsinden fani olduğunda, kulun Hak ile hareket etmesi, Kur’ân-ı Kerim’deki “Allah mü’minlerin velisidir” (AIİ-imran/68) âyetine göre, tüm inananlar Allah’ın dostudur. Allah’ın, kulunu dost edinmesi, onun üzerinde isimleriyle tecelli etmesidir. Yine bu tecelli, hal, ilim, zevk vs. gibi şekillerde olabilir. Velayetin zirvesi, kulun halkın, zamanî durumlarına göre işlerini idare etmek üzere, Hakk’dan halka irca olunmasıdır. Hz. Peygamber’den (s) önce, halkı Hakk’a çağıran kişilere Resul denirken, O’ndan sonra bu görevi yapanlara, Hz. Resulullah (s)’in halifesi adı verilmiştir. Ancak bunların daveti, kendi nefsine dayanarak değil, Hz. Muhammed (s)’e uyarak olur.
Dört türlü velayet vardır:
1. Velâyet-i uzma: Son peygamber (s)’in velayeti,
2. Velâyet-i kübrâ: Diğer peygamberlerin velayeti veya ceberûtî velayet,
3- Velâyet-i vüstâ: Melekütî velayet, evliyanın velayeti
4-Velâyet-i suğra: Müminlerin velayeti.
Arapça-Farsça, velilik ki-tabı anlamındadır. Ağızdan ağıza anlatılan bir velinin kerametleri, men-kabe ve nasihatlarını içeren kitaplara “Velâyetnâme” veya “Vilâyetnâme” denir. Bunlara örnek olarak, “Vilayetname-i Ot-man Baba” “Vilayetname-i Seyyid Ali Sultan”, “Menâkıb-ı Hacı Bektaş-ı Veli” gibi eserler verilebilir.
Arapça, dost anlamındadır. Velinin tanımı, Bu-harî (Rekaik/38) ‘de şu kudsi hadisle verilir: “Allah, bir kulunu sevdiği zaman onun gören gözü, duyan kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olur. “Bu kul, Allah’tan bir şey istese, bu isteği kabul görür. Allah’a sığındığında, Allah onu korur. “Kim bir Velime düşmanlık yaparsa ona harp ilan ederim” “el -Veli”, Allah’ın güzel isimlerindendir. (ontolojik anlamda olmamak üzere) Allah’a yakınlık sağlayan kişilere veli denir. Veli kelimesi hem fail, hem de mef’ûl anlamındadır. Fail olarak, taat halinde devamlı olan kişiyi; mef’ûl olarak da, Allah’ın nimetleri üzerinde devamlı olan kulu ifade eder. Kısaca, sürekli olarak taata devam eden, isyandan uzak duran şehvetlerden kaçınan ariflere, veli denir. Veli kelimesinin çoğulu evliya’dır. Veli nebiden üstün olmamakla birlikte, bir peygamberin velilik yönünün nebilik yönünden üstün olduğu ileri sürülür, ki bunun gerekçesi şudur: Nebilik vehbîdir; herhangi bir çaba gösterilmeden, Allah vergisi olarak bahşedilir. Velilik, kulun çalışmasıyla yani zorlukla elde edilir. Zor elde edilen, kolay elde edilenden daha kıymetlidir. Bizim görüşümüze göre, istenmeden verilen, istenerek alınandan daha üstündür. Hz. Musa, Allah’ı görmeyi istedi, kendisine dağdaki tecelli (aynada ki yansıma) nasib oldu, direkt değil dolaylı görme ile şereflendi. Miraç gecesi Hz. Resûlullah, Allah’ı görmek gibi bir dilekte bulunmamasına rağmen, Allah O’nu direkt cemali ile (zatı ile değil) müşerref kıldı. Velinin özellikleri 1- Veliler masum değildir, mahfuzdur. Masum günah işlemez, mahfuz işler, ancak günahta ısrar etmez. Cüneyd’e soruldu: “Veli zina yapar mı?” Cüneyd bir miktar tefekkürden sonra, “ve kane emrullahi kaderan makdûra” âyetini okuyarak, olabileceğine işaret etti. 2- Velilerde son nefeste imanla vefat etmek garantisi yoktur. 3- Veliden keramet zuhur eder, o da ihtiyaç olduğunda. Durup dururken keramet göstermek, velilikde söz konusu değildir. 4-“Bir velinin bin yıl ömrü olsa, bu süre içinde manevi kemalâtta yükselse, bir peygamberin topuğuna bile varamaz” (Hacı Bayram Veli’nin dam-ad, Eşrefoğlu Rumi’ye yaptığı bir açıklama).
Arapça, takva, Allah’tan korkmak, şüphelilerden kaçınmak, mubah ve mekruhlarda bile titizlikle davranmayı ifade eder. Kulun gazab veya rıza halinde gayriyi konuşmaması.Bütün gayretini Allah rızasına yöneltmek. Üç tür vera sahibi vardır: 1- Şüpheliler konusunda veraya riayet edenler. 2- Kalbinin kanaat getirdiği konularda veralı olanlar Kalbî yoldan sezmek, ehl-i kulûb ve mütehakkıklara mahsustur. 3- Vecd sahibi arifler. Darrânî şöyle der: “Allah’dan seni alıkoyan herşey, senin için kötüdür”. Vera sınıflamasında ilk grub avamın, ikincisi, havassın, üçüncüsü de havassûl-havassındır. Yine bir sınıflamaya göre, vera ehli, üçe ayrılır: 1- Avam: Haram ve şüphelilerden vera. 2- Havas: Şehvet içinde yüzen nefsî isteklerden sakınmak, 3-Havassû’l-havas: Keşf ve keramet sahibinin, keşf ve kerametini insanlardan gizlemeye çalışması.
Yine bir ayırıma göre, zahir veraı, bâtın veraı diye iki tür vera vardır:
1- Zahir veraı: Beden organlarının şeriat endeksli olarak hareket etmesi.
2- Bâtın veraı: Kalbe Allah’tan başkasını sokmamak.
Arapça, mirasçı olmayı ifade eder. Tâbi olmaktır. 1- Cennetü’l Verâse: Hz. Peygamber (s) e güzelce uymakla oluşan ahlâk cennetidir. 2- Ulûmü’l-Verase: Bu da fıkıhtır. Sûfîler, ilimlerini amele dökmüşlerdir. Bu yüzden onlar ilmin mirasçısı olmuşlardır. Sûfiyye, ilimleri ile, diğer ulemanın yanında yer alır. Ancak onlardan, ulumu’l-verâse yönüyle ayrılırlar. “Alimler Peygamberlerin mirascısıdırlar” hadisiyle anlatılan veraset, işte budur.
Arapça, Muhammedi gül demektir. Tezhible sanat eserlerinden, yaprak ve güller üzerine âyet veya Hz. Peygamber (s)’in özellikleri yazılı olanlara denir. Delail kitaplarında daha çok rastlanır. Her kimde ki var aşk ile bir derd-i Muhammed (s) Tâ karşısına kordu hemen verd-i Muhammed (s)
Arapça, boz güvercin demektir. Nefs-i küllî. Levh-i mahfuz, levh-i kader, budur. Tesviye edilen surete üfürülen ruha da, “Verka” denir, ilk varolan (mevcûd -ı evvel) budur. Varlığına neden olan ilâhî inayet (yardım) ten başka bir sebebi bulunmayan ilk akla, Hakk’ın özel bir yönü (yönelişi) vardır ki o bu özel yön (yöneliş) ile Hak’dan vücûdu kabul etmiştir. Küllî nefsin, birincisi Hakk’a, diğeri de varlık sebebi olan akla olmak üzere iki yönü (yönelişi) vardır. Her varolanın varlığına, başka sebepler olsa da, olmasa da, o mevcudun ilk akla özel bir yönü (yönelişi) vardır. Küllî nefsin, hafâ-i kudsten, suretlere ve şekillere iniş (tenezzül) i olduğu için nefse, “verkâ” adı verilmiştir. Çünkü, nefsin Hak’tan bediî bir iniş (tenezzül) i ve arza lâtif bir inbisatı (yayılışı) vardır. Bazı hakîmler cüz’i nefislere verkâ demiştir. İnsan ruhuna, nefs-i natıkaya da verkâ adı verilmiştir.
Arapça, araçlar, vasıtalar demektir. Allah ile kul arasındaki dünya ve âhiret sebepleri 3 çeşittir: 1-Ulaşım vasıtaları ki bunlar, Hakk’ın sebepleridir. 2- Kavuşturan vasıta ki, bunlar ibadetlerdir. 3- Ayrılma vasıtaları ki, bunlar, nefislerin haz-larıdır. Ruzbârî şöyle der: O, etkisini hissettirmek üzere, vesaiti, ariflere rahmet kılmıştır.
Arapça, araç demektir. Duada, Allah dostlarını araya koyarak istekte bulunmak: “Ya Rab Hacı Bayram Veli’nin hürmetine, beni, anne ve babamı, evladlarımı salihlerden eyle!” demek bir vesile olduğu gibi, Allah’ın muttaki kullarından birine “dua buyurunuz da, Allah bize salih kullarından olma şerefini bahşetsin” demek de bir vesiledir. Bunun Kur’an’dan delili, “Allah’a ulaştıracak vesileyi arayınız” (Maide/35) âyetidir. Ancak vesileyi, aracı, amaçlaştırmak da şirkdir, küfürdür. Yukarıdaki Hak vesilelerin şu şekle dönüşmesi bu hususa örnek teşkil eder. “Ey Hacı Bayram Veli beni, anne ve babamı evladlarımı salihlerden eyle!!” ve “Ey Allah’ın muttaki kulu ibrahim! Bizi salih kullardan eyle!” şeklindeki talepler, şirktir ve küfürdür. Zira burada Hacı Bayram Veli ve muttaki kul ibrahim, Allah’ın yerine konmuş, bir başka deyişle bu muhterem zatlar ilâhlaştırılmıştır.
Arapça, damga basma, nişan vurma vb. anlamları bulunan bir kelime. Allah’ın dilediği şekilde, geçmişteki ilminde mahlukatı damgalaması. Bu, ebedî olarak değişmez ve bu bilgiye hiç kimse ulaşamaz.
Arapça, bulmak, iç duygusu, nefis ve batınî kuvveleri ifâde eden bir kelime. Vicdan, vecdden daha özeldir. Zira vicdanın Hakk’a arkadaşlığı vardır, iç hislerle idrak edilen şeylere vicdaniyyât denir.