Vihdet ne demek?
Arapça, birlik demektir. İnziva, uzlet.
Farsça, yıkıntı anlamındadır. Dünya. Bu dünya, şimdi gördüğümüz şekliyle ma’murdur, harap değildir. Ama ardında taşıdığı temel gerçek fanilik, yokluk, harap olmaktır. Rah-man/26-27’de Allah şöyle der: “İkram ve celal sahibi Rabbinin vechi hariç, herşey fânidir.” Nefsinin egemenliğine son vermiş kişiler, dışa halka açılan geçici yönlerine değil, Allah’a açılan kalıcı yönlerine özen gösterirler. Yaptıklarının kul rızası değil, Allah rızasına uygun olmasına dikkat ederler. Maddî, şeklî, sun’iliklere önem vermedikleri için dışları viraneyi andırır, ki hazineler bu viranelerin içinde bulunur. Dervişler, eskiden surî harabiliği dışa yansıttıkları için garip, alelade değersiz bir dış görüntü verirler, ancak diyalog kurduğunuzda, bu harabî görüntünün altında yatan ruh asaleti ve zenginliği farkedebilir-miş. İçlerinde ilâhî cevhere ulaşmış, dışı harap görünen dervişler için,
“Viranelerde define bulunur” demişlerdir. Eskiden kalma hazineler, daima tarihî harabelerde, yıkıntılarda, toprak gibi dümdüz olmuş yerlerde aranır.
Harabat ehline hor bakma sakın,
Define bulunur viranelerde
Seyrânî
Arapça, su payı, ordu, gece ibâdete ayrılan zaman dilimi, çok sayıda kuş, Kur’an da her bir cüz, her gün rutin olarak okunması görev haline getirilen dua veya zikirler gibi çeşitli anlamlan içeren bir kelime. Sufiyye büyükleri tarafından hazırlanan hususi dualar. Çoğu, Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflere dayanır. Müridler, bunları durumuna göre günlük, haftalık, aylık ve yıllık olarak tekrar ederlerdi. Her gün “100 kez Estağfirullah” demek günlük; Cum’a günü 100 defa “Sübhanallah ve bihamdihi, Sübhânallahi’l-azim ve bihamdihi estağfirullah” demek haftalık; her islâmî ayın ilk günü hilali gördüğünde bir kere “Allahümme ehillehü aleynâ bil-yümni ve’l-imâni ve’s-selâmeti ve’l-islâmi Rabbî ve Rabbükallah” demek aylık; sadece 1 Muharrem’de “Bismillahirrahmannirrahim ve sallallâhü âlâ seyyidina Muhammed’in ve âlihi ve sahbihi ve selleme. Allahümme ente’l-ebediyyü’l kadimü’l-evvel ve âlâ fadlike’l-azim ve cûdike’l- amimi’l-muavvel. Ve hazihi âmün cedidün kad akbele nes’elüke’l-ısmete fihi mine’ş-şeytani ve evliyâihi ve cünüdihi, ve’l-avne âlâ hâzihi’n-nefsi’l-emmârati bi’s-sûi, ve’l-iştigâle bimâ yukarribûnî ileyke zülfâ yâ ze’l-Celâli ve’l-ikrâm. Ve sallallâhü âlâ seyyidina Muhamme-dini’n-Nebiyyi’l-ümmiyyi ve âlâ âlihi ve ashâbihi’t-tayyibine’t-tahirine ve’l-hamdü lillahi Rabbi’l-âlemin” duasını okumak, yıllık evraddan sayılır. “Virdi olmayanın varidi olmaz” atasözü, virdle meşgul olmayanın kalbine İlâhî feyz gelmeyeceğini anlatır.
Tek, eşsiz, arefe günü anlamlarında Arapça bir kelime. Bu terim, tüm itibarları ortadan kalkmış olması bakımından Zât’ı ifâde eder. Zira Ehadiyyet’in hiçbir şeye nisbeti, hiçbir şeyin de O’na nisbeti (mensubiyeti, aidiyeti) yoktur. İsimlerin hakikatları ve aynlarm taayyün etmesi bakımından şef (çift), vitrin zıddıdır.
Arapça, abdest demektir. Sûfiyyeye göre dış temizlik, en kolay temizliktir. En zoru, batinî (iç) temizliktir. Vudû konusunda, sûfiyyenin edeblerinden önde geleni; gusül ederken, kalbi sürekli huzur halinde muhafazaya dikkat etmektir.
Arapça, sayıya dikkat etmek, demektir. Zikirde sayı önemlidir. Sayının az veya çok olması, ruhun manevî gelişimine ters etki etmesi bakımından sayıya tam anlamıyla uymak gerekir. Nakşî tabiridir.
Arapça, kalbe dikkat etmek demektir. Buna, “gönüle varıp, gönülü beklemek” şeklinde tanım getirilir. Kalbin Allah’tan gayri herşeyden sıyrılıp, Allah tefekküründe sürekliliği koruyarak yoğunlaşması. Sadece Allah’ı düşünme. Nakşî tabiridir.
Arapça, zamanı korumak demektir. Sâlikin, herân hâlinden haberdâr olmasına denir. Bu şekilde sâlik, içinde bulunduğu halin şükrü mü, özrü mü gerektirdiğini bilir ve ona göre davranır. Nakşî tabiridir.
Arapça, ulaşmak, varmak demektir. Bir şeyin bir şeye ulaşması, bir şeye irtibat kurmak, sonra onda yoğunlaşmak anlamında ele alınabilir. “Allah’ın birleştirmesini emrettiğini birleştirenler…” (Râd/21) ayetindeki vuslat, bir insanın bir insana ihsanda bulunarak, onunla irtibat sağlaması anlamındadır. Allah, bir kuluna Rabbanî fetihte bulununca, kulun arzu ettiği şeylere ulaşması halinde, ona vuslata erdi denir. Muhyiddin Arabî vuslatı; kaybolanı, bulunmayanı elde etmek, diye tanımlar. Vuslat, ontolojik manada değildir. Hz. Peygamber (s) bile, Miraç Gecesinde Allah’la ontolojik manada vuslata erememiş, Allah ile arasında “Kabe kav-seyn” mesafesi kalmıştır. Peki, Allah ile birleşseydi ne olurdu? Haşa Allah olurdu… Bu da mümkün değil muhaldir. Tasavvuftaki vuslatı, bu çizilen sınırlar içinde değerlendirmekte yarar görüyoruz.
Arapça, var olmak varlık ve bulmayı ifade eden bir kelime. Sâlik beşerî vasıtalardan fani olunca Hakk’ı bulur. Kasanı vücudu, ‘Hakk’ın, zâtıyla zâtını bulmasıdır ki, bu yüzden Hazret-i Cem’e, Hazret-i vücûd denir” şeklinde tanımlanmıştır. Varlığı, bulmayı, ifade eden üç tasavvuf terimi, aralarındaki nüanslarla şu şekilde birbirlerinden ayrılırlar:
Vecd : Aşkla cezbeye düşmek ki, kendiliğinden olur.
Tevâcüd : Kendiliğinden olmaksızın, sâlik’in zorlamasıyla elde edilen bir hâldir.
Vücûd : Vecd ve tevâcüdün ötesindedir. Hak’la Hak olmak. Vücûd makamındaki sâlikin vecd ve tevâcüde iltifatı yoktur, zira vücûd, vecd ve tevâcüdden üstündür. Kısaca, hakikat sultanı ortaya çıkınca, beşerî vasıfların yok olmasına vücûd denir. Vücûdla ilgili bir takım terimler daha vardır ki onlar da şunlardır: Vücûd-ı Küllî: Küllî varlık. Vahdet-i vücûd: Bkz. Vahdet-i vücûd. Varlığı vücûd-ı mutlak: Mutlak varlık. Vücûd-ı Baht: Sırf varlık. Vücûd-ı Mukayyed: Varlığı vücûd-ı Mutlaka bağlı varlık, ki bu varlıklara vücud-ı müfaz (feyze mazhar olmuş varlık), vücûd-ı zıllî (gölge varlık), zahir-i Hak (Hakk’ın ortaya çıkan yönü, dışı) vs. gibi isimler de verilir.
Meratib-i Vücûd : Varlık mertebeleri, Ehl-i vücûd: Vûcûdçular, eşyanın dış yüzünü ve mahiyeti dediğimiz içi yüzünü keşfen bilenler.
Mevcûd-ı Hakikî: Allah.
Mevcud, mevcudat: Mahlûkât.
Allah’ın kainatın toplamından ibaret olduğunu savunan “heme ost” (herşey O’dur) diyen pante-istler. Pa-nenteistler ise, herşeyin O’nda olduğunu savunurlar. Ancak genelde panteizm üç şekilde mütalaa edilir.
İdealist panteizm : Bunu Hegel savunmuş olup, buna göre, sonunda reel fikirlere ulaştığı için, Allah, kendisinin içkin (immanent) olduğu fikirlerde, şuurunu bizzat kendisinden alan bir fikirdir.
Tabiatçı panteizm : Spinoza ve Bruno’nun savunduğu panteizm. Allah’ı tabiatla aynîleştiren, aynı gören bir anlayıştır. Varlıklar, bir olandan derece derece inerek farklılaşırlar.
Sudûrcu panteizm : Plotin’in panteizmi. Buna göre bir olan varlık vardır. Herşey merkezî bir kaynak olarak, O’ndan sudur (emanation) yoluyla mertebeler hiyerarşisi halinde meydana gelir, fakat hepsi ayrı değil, aynı varlığı oluştururlar.
Arapça, sevgi demektir. Muhabbet mertebelerin-dendir. Kalbin heyecanı, sevgiye bitişmesi, Allah’ü Teâlâ’nın bu mastardan türemiş, “Vedûd” diye güzel bir ismi vardır.
Arapça, genişlik demektir. Muhakkıkların vüs’u, istifanın vüs’u olarak da anılır. Bu vüs’a (genişliğe), hilâfet genişliği de denir ki, Allah’ın isim ve sıfatlarını gerçekleştirenlerde bulunur.
: Türkçe, tanımadık kimse anlamına gelen, aynı zamanda Japonca’da aynı manada olmak üzere bulunan bir kelime. Başka tarikattan olanlara veya tasavvufla alâkası olmayan avam kesimine, yabancı denir. Aynı tasavvuf okulu mensuplarına “ihvan” (kardeşler) denir. Yabancılara, aynı zamanda zahir ehli veya zahir de denir. Mevleviler, başka tarikat mensuplarına, “sofu dervişi” derler. Yabancı tabiri, tasavvuf ıstılahında, ağyar şeklinde de kullanılır.
Farsça, hatırda tutmak, zihinde tutmak manalarına gelen bir tâbir. Bu, Nakşibendî ıstılahıdır. Allah’ın sürekli görmekte ve bilmekte olduğunu bilmek ve bunun bilincinde olmaktır. Buna, ihsan da denir, huzur ber-gayret olarak tanımlayanlar da vardır. Kalp, Allah’ı düşünmekle güç bulur, meleke kazanır. Yad-daşt, her ân Allah’ın huzurunda olma halidir ki, buna murakabe de denir.
Farsça, zikretmek, hatırlamak demektir. Murâkebe mertebesine ulaştıktan sonra, sâlikin, muayyen sayıda nefy ve isbât (la ilahe illallah) zikri yapması. Bu şekilde kalbin pası giderilir ve müşahedeye ulaşılır. Bu zikir, ağız ve göz yumularak yapılır. La, kalbi tarayan bir süpürge gibi, olup, kalbin içindeki “ilahe” (put) leh kafa istikâmetine doğru çekip, söküp hârice atarak, kalbi masiva pisliğinden kurtarır. Arapça “lamelif” şekil olarak ters çevrilmiş süpürgeyi andırır. Boşaltılan kalbe, omuz hizasından darb usulü ile “illallah” yerleştirilir. Bu işlem, bir nefesde 21 defa tekrarlanılır, sonunda nefes salıverilirken “ilâhî ente maksûdî ve rıdâke matlûbî” denilir. Bu, şuur altına veya insanın özüne (ruhuna), mutlak mükemmel varlık olan Allah fikrini yerleştirip, onu şuur hâline, yani hayata aktarabilecek hâle getirmesi ameliyesidir. Şuur altına, güzel bir ev satın almayı, sürekli o hedefi düşünerek yerleştiren kişide, ev sahibi olma şuur haline gelir; günlük davranışlarını, bu şuur motive eder. Bu durumdaki kişinin, bütün problemi, biraz para kazanabilmek ve onunla bir ev almaktır. Bu yüzden onun yatması, kalkması, uykusu, konuşması, davranışları, yaptığı işler, hep bu hedef doğrultusunda tahakkuk eder. Sahip olduğu şuur, bunu gerektirmektedir. Bu, sürekli olarak evi zikretmekle (anmakla, düşünmekle) şuura (özüne) yerleştirmiştir. Günlük hareketler, işte bu şuur tarafından yönlendirilir motive edilir. Kişi, sürekli Allah’ı zikretmekle (anmak) ve tefekkür etmekle, O’nu şuur altına yerleştirir. En mükemmel özelliklerle süslü olan bu mükemmel Zat, zikir yolu ile bir insanda bilince yerleşirse, O, insanda, meydana gelen hareketlerin motive edicisi olur. Yani o kişi, şuur altına Allah’ı yerleştirirse, hareketlerine, Allah’a ait güzel ve mükemmel ahlâk kabiliyeti ölçüşünce yansır, ve sonunda, Allah’taki güzel özellikleri yansıtan kişi (mütehallık bi-ahlâkıllah) haline gelir. Kul, zikir yolu ile yani kendi kendine telkin yolu ile, mükemmeli, ruhunun derinliklerine (şuur altına) yerleştirir. Kişi şuur altına hangi objeyi yerleştirirse, onun, gerek bu dünyası, gerekse âhiret dünyası ona göre, şekil kazanır. İnsan ruhunun gerçek gıdası, Allah’ı anmasıdır. Ruh, Allah’tandır. Allah’ı anan, aslına dönmüş, ruhunu çeşitli kabiliyetlere açık biçimde güçlendirmiş olur. Nefy ü isbat zikrinde bir tek nefes alınır ve diyaframın arka kısmına yerleştirilir. Yukarıda tarif edildiği gibi, bir nefes-de, kalbten kötü sıfatların silinip yerine mükemmel varlığın yani Allah’ın yerleştirilmesi işlemi yapılır. Bu zikir çekilirken son yedisinde, özellikle nefy ü isbat zikrine yeni başlayanlarda, vücut, parmak uçlarına kadar iğnelenmiş gibi, tatlı bir maneviyat dalgası (takşa’ırru) ile sarsılır. Bu etki, eğer var ise, kişide uyku ağırlığını, aç ise yemek yeme isteğini azaltır, insanı yoğun bir Allah tefekkürüne yöneltir. Zikrin, psikosomatik açıdan, vücutta özellikle göğsün üst kısmında, tatlı bir hararet oluşturduğu, yapanlarca ittifâken savunulur. Zikrin sonunda bir tür gaybet hali teşekkül eder. Onu muhafaza lâzımdır. Zira, o hal ihsan’ın başlangıcıdır.
Arapça, uyanıklık demektir. Cürcanî bunu şöyle tanımlar: ” Hak’tan gelen ve zecrden (yasaktan) neyin kastedildiğini bildiren idrâke, yakaza denir. Nurların tecellîsi sebebiyle, insanın kendine gelişi, gafletten kurtuluşu, uyanma.
Arapça kesin, açık bilgiyi ifade eden bir kelime. Kuşeyrî üç türlü yakînden bahseder: 1. İlme’l-Yâkin: Bir şey hakkında habere dayanan bilgi. 2. Ayne’l- Yakin: Bir şey hakkında, görmek suretiyle elde edilen bilgi, 3. Hakka’l-Yâkin: Bir şeyi bizzat yaşamak suretiyle elde edilen bilgi. Yakîn’de şüpheye yer yoktur, kalp bir şeyin hakikati konusunda, tatmin durumundadır. Yine yakin, delil ile değil inanç kuvveti ile apaçık görmeyi ifade eder. Tehânevî kişinin yakîn ile, su ve ateş üzerinde yürüyebileceğini, onlar katında belanın nimete, nimetin de belaya dönüşebileceğini, ilmin, sufiyi kullanırken, yakînin onu taşıdığını kaydeder.
Bir kerecik kusur işleyen mürid hakkında, şeyhe niyaz tarzında söylenen söz ki bu affetmeyi ihtiva eder.
Merhem koyup onarma sînemde kanlı dağı.
Söndürme öz elinle yandırdığın çerağı.
Fuzulî
Arapça, sahranın, çölün yakutu anlamında bir tamlama.Nefs-i külliye. Bu ismin veriliş nedeni, nuraniyyetin karanlık olan zulm ile karışmasıdır. Cisimden ayrı olan akıl, böyle değildir. O, sırf nur olduğu için, “dürr-i beyzâ” (beyaz inci) adını almıştır. Kaşanî ve Cürcanî nefs-i küllî’ye yâkût-ı ahmer(kırmızı yakut) derler.
Bu atasözü gönül yapmanın zor, yıkmanın kolay olduğunu ifade eder. Ancak bu, maddî manada da kullanılır. Bir binanın yapımı bir kaç yıla sığarken, yıkımı, modern dinamitleme teknikleriyle on saniye içinde gerçekleşmektedir. Ancak yıkılan bir binanın tekrar yapımı kolay iken, kırılan bir gönlün yapılması, o kadar kolay değildir. Câmî şöyle der:
-Ka’be Âzer’in oğlu İbrahim’in yapısıdır,
Gönül ise Allah’ın baktığı bir yerdir.
Kabe İbrahim(a) tarafından taştan topraktan yapılmıştır, şu ana kadar, pek çok defa yıkılmış, pek çok defa yapılıp tamir edilmiştir. Ancak insanın gönül evinin mimarı, Allah’tır. Dolayısıyla yıkılırsa, yapması güçtür.
Farsça, sevgili dost demektir. Bütün yaratıkların şekillerini meydana getiren İlâhî sıfatlar. Sâlikin haline en uygun isim budur. Zira kelime-i tevhidin esâsı budur. Tehanevî, bunu, şuhûd âlemi ve Hakk’ın zâtını görmek diye tarif eder.