Medeniyet, Arapça “Medine” yani “Şehir” ile ilgili bir olgudur. Çünkü medeniyet demek üretmek ve sistemleştirme demektir. Medeniyet kurmak ve dinamik bir şekilde devamlılığını sağlamak yâni üretmek ancak yerleşik bir düzen ile mümkündür. Bu nedenle Medeniyet kelimesi Arapça “Şehir” demek olan “Medine”den türemiştir. Şehir ile Medeniyet arasında derûni bir bağ söz konusudur. Her ne kadar atlı ve göçebe kültürünün de oluşturduğu medeniyet unsurları varsa da bunlar çok hâkim ve güçlü değildir.
Bir toplumun ve kültürün Medenîyet oluşturması ancak üretmesi ile mümkündür. Eğer bir toplum bilim, sanat, felsefe ve tarih başta olmak üzere ve daha birçok alanda evrensel ve yerel bir şeyler üretebilmiş ise ve bu üretilenler özgün bir ruh ile, yâni o toplumun mevcut dinamikleri ile ortaya konulmuş ise Medeniyet kavramının içine alınabilir. Bu dinamikler o toplumu her zaman ayakta tutar, düşmanlarına karşı güçlü ve dirayetli olmasını ve asla o toplumun yok olmamasını, yaşamasını sağlar.
Bu minval üzere II. Dünya Savaşı sonrası yaşanan bir tartışma bizim yukarıda anlattıklarımızı pekiştirmesi ve görüşlerimizin temellendirilmesi açısından önemlidir. Şöyle ki: II. Dünya Savaşı sonrası, yenilen taraflardan biri olan Almanya’nın kaderinin bundan sonra ne olacağı hususu Amerika Senatosunda konuşulmaktadır. Senatörlerden biri, kürsüye gelir ve Romalıların, Kartacalılara yaptıklarının aynısının Almanlara yapılması gerektiğin söyler. Yâni, Romalılar nasıl Kartacalıları kendi topraklarından sürmüş ve yurtlarını yerle bir etmiş ise, Almanya’ya da aynısının yapılması gerektiğini vurgular. Bunun üzerine söz alan diğer bir senatörün söyledikleri çok çarpıcı ve önemlidir. Söz alan diğer bir senatör ise: “Peki, Almanları, Romalıların Kartacalılara yaptıkları gibi kendi topraklarından sürelim ve yurtlarını yerle bir edelim; fakat Goethe, Beethoven, Immanuel Kant, Nietzsche ve daha birçok Almanların ürettiği medeniyet değerlerini ne yapacağız?” diyerek konuşmasını tamamlar.
Amerika Senatosun da ki bu tartışmalar bize bir şeyi söylemektedir. O da şudur, bir toplumun ürettikleri, medeniyet oluşturan unsurları, ne olursa olsun o milletin yaşamasını, ayakta kalmasını ve hiç bir zaman asla yok olmayacağının garantisidir. Ürettiğimiz bütün evrensel ve yerel değerler bizi biz yapar ve güçlü kılar. Medeniyet oluşturan unsurlarımızın dinamik bir şekilde devamlılığını sağlar.
Fakat toplumlar bazı durumlarda ya tarih bilincinin unutulması ve toplumsal ruhun kaybolması ya da küresel siyasetin tahrik ve tecavüzleri karşısında bir fetret dönemine girer ve değer üretmek yerine başka medeniyetlerin değerlerini benimseyebilir. Bu durum o toplum açısından kendi medeniyetinin çöküşünü ve yıkılışını hazırlayan sürece girmek demektir. Her ne kadar önceki dönemlerde üretilmiş medeniyet değerleri o toplumun ayakta kalmasını sağlasa da başka toplumların sürekli ürettikleri değerler karşısında bu direnç zaman içerisinde kırılacaktır.
Eğer artık bilim alanında yeni, Farabi, İbnî Sinâ, Ali Kuşçu üretemiyorsak; sanât ve mûsikide yeni Dede Efendi, Itrî, Mimar Sinan üretemiyorsak ve bunun dışında daha birçok alanda yeni değerler üretemiyorsak bizim medeniyetimiz inkirâza uğramıştır.
Müslümanlar ve bunun özelinde de Türk milleti malesef “Fetret Dönemi”ne girmiştir. Önceki dönemlerde ürettikleri medeniyet unsurlarının devamlılığını sağlayamadığı gibi eski değerlerinin üzerinden geçinmekte ve tüketmektedir. Fakat şu asla unutulmamalıdır, sürekli değer üreten hâkim medeniyetler karşısında malesef yüzyılarca ve binlerce yıl önce ürettiklerimizin değeri ve varlığı yitip gitmektedir.
Eğer hâkim medeniyetler karşısında ezilmemek, yok olmamak ve kendi özgünlüğümüzü bulmak istiyorsak üretmek zorundayız. Çok çalışmalı, üretmeli ve bunu yaparken de inançlarımızdan, tarihimizden ve kültürel kodlarımızdan yararlanmalıyız. Medeniyetimizi halen daha ayakta tutan değerlerimize sımsıkı sarılmalı ve biz nerede yanlış yapıyoruz, neler yapmamız gerekir diye kendimize sormamız gerekmektedir!