İstiklâl Marşı’mızın büyük şâiri Mehmed Âkif Bey, aslen Buharalı bir âilenin kızı olan Emine Şerif Hanım’la Arnavutluk’un İpek kasabasından Tahir Efendi’nin oğlu olarak İstanbul Fâtih’te dünyaya gelmiştir. Dört yaşında ilk mektep tahsiline başlayan Âkif, eğitimini Fâtih Merkez Rüşdiyesi’nde sürdürmüş, bir taraftan Farsça ve Arapça dersleri alırken diğer taraftan Kasımpaşa Mevlevîhânesi’nde Mesnevî dersleri okumuştur. Buradan mezun olunca Mülkiye İdâdîsi’ne devâm edip sonrasında aynı mektebin yüksek kısmına gitmek yerine, zaruretler dolayısıyla daha çabuk meslek sâhibi olmasını sağlayacak Mülkiye Baytar Mektebi’ne girmiştir. 1906’daki mezûniyetini tâkiben Ziraat Nezâreti’nde Umûr-ı Baytâriye ve Islâh-ı Hayvanat Umum Müfettiş Muavini olarak memûriyet hayâtına başlayan Âkif, 1907’de Çiftçilik Makinist Mektebi’nde kompozisyon hocalığı da yapmıştır. Meşrûtiyet’ten sonra Ziraat Nezâreti’ndeki görevinin yanı sıra İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ilmiye mahfelinde Arap edebiyâtı dersleri ve aynı zamanda Fâtih, Beyazıt ve Süleymaniye Camilerinde şiirlerine yansıyacak olan vaazlar veren, 1908’den îtibâren Dârülfünûn’un Edebiyat Şubesi’nde Osmanlı edebiyâtı derslerini okutan Mehmed Âkif, Balkan Savaşları yıllarında halkı edebiyat yoluyla uyandırmak maksadıyla kurulan Müdâfaa-yı Millîye Neşriyat Şubesi’nde de Cenab Şahâbeddin, Süleyman Nazif, Abdülhak Hâmid gibi önde gelen edebiyatçılarla çalışmıştır.
Şiir yazmaya Baytar Mektebi’ndeki öğrencilik yıllarından başlayan ve bu târihlerde üzerinde Ziya Paşa ve Muallim Nâci’nin, Abdülhak Hâmid’in tesirleri görülen ve eski şiirimizin Tanzîmat anlayışı içerisinde şekillenen tasannu özentili örneklerinin bir devâmcısı olarak ilk çalışmalarını veren Âkif, Meşrûtiyet’e kadar İran edebiyatından çeşitli şiir tercümeleri yapmış ve bunları Servet-i Fünûn dergisinde yayınlamıştır. Bu yıllarda Cenab Şahâbeddin ve Tevfik Fikret’i takdîr eden şâirin sanatı, 1911’de neşredeceği ilk Safahat’ta kendini göstermeye ve bildiğimiz Âkif ortaya çıkmaya başlamıştır. O artık tasannuyu bir kenara bırakıp Servet-i Fünûn anlayışından uzaklaşırken, “Hayır hayâl ile yoktur benim alış verişim / İnan ki her ne demişsem görüp de söylemişim” mısrâlarında billurlaşan hakikat taşıyıcısı bir şâir olarak bu uğurda kendi tâbiriyle “odun gibi” söylemeye râzı bir realiste dönüşür. Okurların tanıdığı Âkif de budur. Bununla birlikte Orhan Okay’ın belirttiği gibi Âkif’te sâdece realist bir şâir çehresi yoktur. O, “sosyal lirizm”i de “kendi tarzı ve çerçevesinde”, başarılı bir şekilde kullanmıştır. Yine de bir “cemiyet mistiği” olarak îcazla, yani sözün kısasıyla ifâde ve canlılık bulmuş mısrâlarında bile gerçeklerden uzaklaşmaz. En hamâsî şiirlerinde bile, meselâ Boğaz Harbi’nde “O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer… / Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak” mısrâlarıyla dehşetli bir gerçekçi olarak temâyüz etmiştir. Âkif’in şiirinin kendine has bir diğer yanı ise, ondaki hitâbet gücü ve karşılıklı konuşmalar şeklinde geçen mısrâlarında bile ölçü ve âhengini muhâfaza eden şâirin, sıradan bir nâzıma dönüşmemesini sağlayan söyleyiş rahatlığıdır.
Sâdece şâir değil, bir nâsir vasfıyla 1908’den 1912’ye kadar Sırâtımüstakîm adıyla çıkıp bu seneden îtibâren Sebîlürreşâd adıyla neşrini sürdüren ve düşünce târihimizde İslâmcılık cereyânının önde gelen yayın organı olarak tebârüz eden derginin başyazarlığını da deruhte eden Âkif, İsmail Gaspıralı ve Ayaz İshâkî dışında, İslâm Mecmuası’nın çıkışına kadar yazı kadrosunda Yusuf Akçura, Ahmed Ağaoğlu, Bursalı Mehmed Tâhir gibi Türkçülerin de yer aldığı bu dergide, hem Safahat’ı teşkîl edecek pek çok şiirini hem de yazı ve tercümelerini yayınlamış, dergiyle onun adı neredeyse bütünleşmiştir. Öyle ki Âkif’in Millî Mücâdele’yi desteklemek için Anadolu’ya geçmesiyle dergi de onu tâkiben Kastamonu ve Ankara’da basılmıştır. Sebîlürreşâd’ın İttihatçılar tarafından birkaç kere kapatılması muhtemelen Ziya Gökalp’la düşülen fikir ayrılıklarından kaynaklanmaktadır. Aynı sebeplerle Âkif, 1913’te, Dârülfünûn’daki görevini de bırakmak durumunda kalmıştır. Her ne kadar Türkçülerin görüşlerini benimsememiş olsa da Mehmed Âkif, onların hiçbirinden geri kalmayacak kadar ve belki hepsinin fevkinde millî bir adamdır. Orhan Okay, Hamdullah Suphi’nin, bir meclis konuşmasında, Mehmed Âkif’in “milliyetperverliğin dâima aleyhinde enfes şiirler” yazdığını söylemesi üzerine onun “Ben kavmiyet aleyhinde bir adamım, milliyet aleyhinde değil!” şeklinde mukâbelede bulunmasını aktararak onda içkin milliyetçiliğin haklı bir bölünme endişesiyle dillendirilmemiş olduğunu; fakat Sırâtımüstakîm ve Sebîlürreşâd dergilerinde Rusya Türklerine dâir neşriyâtın çok olması ve yukarıda ismini zikrettiğimiz şahıs kadrosuyla milliyet ve İslâm idealleri arasında hep bir telif yolu bulmaya çalıştığını ifâde etmiştir.
Biyografisinin pek çok satır başı olmakla birlikte Âkif, İslâmcılık düşüncesindeki yeri, serdettiği görüşler ve etkileri ile şiiri ve o şiirdeki nâtıka kudreti dışında bilhassa şahsî meziyetleriyle ön plâna çıkan bir şâir ve his adamıdır. Atsız Bey, onun için, “Karakter adamı olmak bakımından ise Akif eşsizdir. O, daima bulunduğu kabın şeklini alan bir mayi veya cıvık bir halita değil; şeklini sıcakta, soğukta, borada, kasırgada muhafaza eden katı bir cisimdir.” demek sûretiyle bunu belirtmiştir. Herkes Âkif’in Tevfik Fikret’le çatışmasının dînî bir esâsı olduğunu düşünür. O da olmakla birlikte Âkif’in Fikret’e karşı soğukluğunun, ilk görüşmelerinde Fikret’in, kendisine yirmi senelik arkadaşlarını çekiştirmesiyle gözüne batan bir şahsiyet düşüklüğünden kaynaklandığını, aynı konuda kendi tecrübesiye Fikret’in dedikoduculuğuna tanıklık eden Mithat Cemal Kuntay aktarmıştır. Aynı Kuntay, onun ahlâkına, “Bir insan bu kadar temiz olamazdı; Cabotin’di ve fena aktör melek rolünü oynamaktan bir gün yorulacaktı, gayrıtabiî bir faziletten yorulan yüzünü bir gün görecektim. Fakat otuz beş sene bugün gelmedi.” sözleriyle de şâhit olmuştur. Âkif’in edebî gücü, heykelleşen şahsiyetinin ve ahlâkının yanında ikinci plânda kalır; ama ondan da vazgeçmek mümkün değildir; zîrâ aynı Âkif, aynı Fikret’in kendisine karşı kaleme aldığı “Molla Sırât” başlıklı şiirdeki imâleleri sayıp “Memleketin en büyük nâzımı düzgün bir ağızla sövmesini beceremiyor” diyerek bunları kemâl-i ehliyetle düzeltip, yaşasaydı doğrusunu “Öyle değil böyle yazılır” sözleriyle Fikret’e gönderebilecek kadar sanatının tekniğine hâkim bir şiir işçisidir.
Mehmed Âkif 1914’te Prens Abbas Halim Paşa’nın desteğiyle Mısır ve Medine’ye, aynı yılın sonlarında Teşkîlât-ı Mahsûsa adına istihbârî çalışmalar yapmak için Berlin’e gitti. Safahat’ında bu gezilerin yansımaları olarak ortaya çıkmış şiirler vardır. Âkif, yine Teşkîlât-ı Mahsûsa’nın verdiği görevle, Necid bölgesindeki Arap kabîlelerinin bağlılığını sağlamak üzere buraya gönderilmiş ve buradan Medine’ye geçtikten sonra “Necid Çöllerinden Medine’ye” başlıklı şiirini yazmıştır.
Yunanlılar’ın İzmir’e çıkması üzerine başlayan Millî Mücâdele’ye katılmak için Balıkesir’e gelerek halkı direniş ve mücâdele azmiyle dolduracak nutuklar îrâd edip vaazlar veren Âkif, Meclis’in açılışından bir gün sonra Ankara’ya varmış, Mustafa Kemal Paşa’nın teklifi üzerine Burdur mebusu seçilmiştir. Anadolu’nun pek çok yerinde ve cephelerinde halka ve askere seslenen, milleti uyandırmak için azimle çalışan Âkif, Nasrullah Camii’nde verdiği meşhûr vaazda “Bizi mahv için tertib edilen barış antlaşması paçavrasını mücâhitlerimiz Doğu tarafından yırtmaya başladılar. Şimdi beri taraftaki dindaşlarımıza düşen vazife, Anadolu’muzun diğer cihetlerindeki düşmanları denize dökerek, o murdar paçavrayı büsbütün parçalamaktır. Zirâ o parçalanmadıkça Türklük için, bu diyarda yaşamak imkânı yoktur” sözleriyle Sevr’e karşı mücâhedeyi bir hayat meselesi şeklinde ortaya koymuş, milletin his ve heyecanlarını ayaklandırmıştır.
Âkif’in milletine armağan ettiği eseri İstiklâl Marşı da bu sıralarda ortaya çıkmıştır. İsmet Paşa’nın bir millî marş ihtiyâcını İcrâ Vekilleri Heyeti’nde ortaya koyması ve konunun Maarif Nezâreti’ne havâle edilmesiyle 18 Eylül 1920’de Maarif Vekili Rıza Nur tarafından vâliliklere bir tâmim gönderilmiş ve bu tâmim ayrıca Hâkimiyet-i Millîye gazetesinde neşredilerek marşın bir yarışmayla belirlenmesi yolu tâkip edilmiştir. Yarışmaya 724 şiir gönderilmiş; fakat Hamdullah Suphi’nin görevi Âkif’ten beklediğini kendisine iletmesi üzerine bir para mükâfaatıyla bu işe girişmek istemediğini belirten şâirin talebi kabûl edilmiş, bunun üzerine Tâceddin Dergâhı’nda bir süredir bâzı bölümlerini yazdığı şiiri tamamlamış ve ilk defa 17 Şubat 1921 târihli Sebîlürreşâd’da neşredilen İstiklâl Marşı, 1 Mart 1921 târihli Meclis oturumunda Hamdullah Suphi tarafından birkaç defa ve mebusların ayakta alkışları arasında okunarak resmî marş olarak kabûl edilmiştir.
Mehmed Âkif, ne yazık ki kurtuluşunda büyük payı olan memlekette kendi ideâlleri dışında bir rejimin tesis edilmeye başlanmasıyla 1925’te Mısır’a giderek Kâhire Üniversitesi’nde Türk edebiyâtı dersleri vermeye başlamış, hastalandığı 1935 yılı içerisinde dinlenmek için gittiği Lübnan’da sıtmaya yakalanıp durumu ağırlaşınca, memleketten uzakta ölmek korkusuyla 1936’da Türkiye’ye dönmüştür; fakat bir türlü düzelemeyen şâir, birkaç ay sonra İstiklâl Caddesi’ndeki Mısır Apartmanı’nda, geleceğin ünlü Türkçülerinden ve antikomünist mücâdelesiyle milletlerarası bir tanınırlığa sâhip olacak Fethi Tevetoğlu’nun kollarında hayâta gözlerini yummuştur. Yeni rejimin sâhipsiz bıraktığı naaşı, kısa zamanda dört koldan her yana haber ulaştıran milliyetçi ve vefâlı gençliğin elleri üzerinde Edirnekapı Şehitliği’nde mübârek vatanın bağrına tevdî edilmiştir.
Göktürk Ömer Çakır