Mimar Kemalettin kimdir? Hayatı, Eserleri ve Biyografisi

4 mins read

Son dönem Osmanlı İmparatorluğu’nda ve cumhuriyetin ilk yıllarında etkisi görülen Birinci Ulusal Mîmarlık Akımı’nın önde gelen mîmarlarından biri olan Kemaleddin Bey, İstanbul Kadıköy’de bir bahriye subayının oğlu olarak dünyaya gelmiştir. İlköğrenimini İstanbul’da, ortaöğreniminin bir kısmını ise babasının vazifesi nedeniyle bulundukları Girit’te tamamlamıştır. Ardından on yedi yaşında Hendese-i Mülkiye Mektebi’nde (günümüzde İstanbul Teknik Üniversitesi) mühendislik eğitimine başlamıştır. Mühendislik eğitimini birincilikle tamamlamasını tâkiben, aynı okulda görevli olan Alman mîmar ve akademisyen August Jachmund’un asistanlığına atanmış, dört yıl sürdürdüğü bu görev esnâsında kendi bürosunu da açarak serbest çalışmalarına devam etmiştir. 1895’te hocası Jachmund’un teşviği ve devlet bursuyla Berlin’deki Charlottenburg Teknische Hochschule’ye (günümüzde Berlin Teknik Üniversitesi) gönderilmiş ve eğitimine iki yıl devam etmiştir. Buradaki eğitiminin ardından iki buçuk yıl kadar muhtelif mimarlık bürolarında çalışarak meslekî deneyimini artırmıştır.

Osmanlı Mimar ve Mühendis Cemiyeti adıyla bu alandaki ilk meslek örgütünü kuran Kemaleddin Bey, II. Meşrûtiyet’in ardından Evkaf Nezâreti İnşaat ve Tâmirat Müdürü unvânıyla çalışmaya başlamıştır. Şark Demiryolları Şirketi adına tasarlamış olduğu Filibe Garı’nın inşasında göstermiş olduğu başarıyla Selanik ve Edirne Garları’nın tasarımı da kendisine verilmiş, Selanik Garı’nın yalnızca temelleri atılabilmiş, Edirne Garı ise 1914’te tamamlanmıştır.

Tarihî yapıların restorasyonu konusunda çalışmalar da yürütmüş olan Mimar Kemaleddin Bey, bu çerçevede Mescid-i Aksâ’nın restorasyon çalışmalarına katılmıştır. Kudüs’teki bu görevinin sonunda Ankara’da, yeni kurulan cumhuriyetin ilk şehircilik ve mimarlık faaliyetlerinde rol almıştır. 13 Temmuz 1927’de Ankara’da vefat eden mîmâr, Karacaahmet’te Nuhkuyusu yakınlarında defnedilmiş, sonradan bölgede yapılan değişikliklerle kaybolan mezarı tesbît edilerek Beyazıt Camii hazîresine nakledilmiştir.

Mîmar Kemaleddin Bey, almış olduğu Batı standartlarındaki eğitimin yanında, altı asırlık bir imparatorluğun mîmârî mirasına gereken önemi verip meslekî üslûbunu bu doğrultuda oturtmuştur. Eserleri içinde meslekî karakteristiğini en iyi yansıtanlar, Evkaf Nâzırı ve Şeyhülislâm Ürgüplü Mustafa Hayri Efendi’nin İstanbul’da bulunan bir dizi vakıf arazisine ya da harap durumdaki vakfiye binalarının yerine yapılmasını önerdiği iş hanları olan, Birinci (1911), Üçüncü (1911) ve Dördüncü (1911) Vakıf Han’lardır. Yapılar, dönemin en ileri yapım tekniklerinden olan çelik iskelet üzerine inşa edilmiş ancak üslup ve süsleme bakımından sâhip olduğumuz mîmârî mîrâsı yansıtır şekilde tasarlanmıştır. Vakıf Han’ların haricinde, İstanbul Laleli’de, Laleli Camii’nin karşısında bugün otel olarak hizmet vermekte olan, o dönem İstanbul’da meydana gelen büyük bir yangında evlerini kaybedenler için yapılmış, Türkiye’nin ilk sosyal konut projelerinden olan ve 1922’de tamamlanan Harikzedegân (Yangınzedeler) Evleri (Tayyare Apartmanları) de Kemaleddin Bey’in en bilinen eserlerindendir.

Yavuz’dan öğrendiğimize göre; “1927 yılı İçinde mimarın en önemli uğraşı, Maarif Vekâleti adına tasarladığı Gazi İlk ve Orta Muallim Mektebi (Gazi Eğitim Enstitüsü) olmuş, ancak, bu sıralarda kentin biçimlenmesinde etkin olmaya başlayan uluslararası mimarlık anlayışı, Kemalettin Bey’in bu son yapıtı üzerindeki eleştirilerin yoğunlaşmasına yol açmıştır. Birinci Ulusal Mimarlık Dönemi’ni kapatan bu yapıt ancak, mimarın ölümünden sonra, 1930’da bitirilmiş, bundan sonra ise, Türkiye’ye gelen yabancı mimarlık hocalarının etkisinde uluslararası bir biçimleme anlayışı o günkü Türk mimarîsine egemen olmuştur.”

Mimar Kemaleddin Bey’in, döneminde yaşanan mîmârî ve şehircilik alanındaki olumsuzluklar için yazmış olduğu satırlar kendisinin mirasçısı olduğu sanatsal birikimi ne denli sahiplendiğini de açıklar niteliktedir: “Zavallı İstanbul!… Son düşüş devrinde imâr adı altında ne câhilane, ne zalimâne yıkıma uğradı… Üçüncü Selim´den sonra, eski Türk sanatının incelik ve temizlikle millî ruh doğuran eserleri takdir edilmedi; batı tesiri altında batının bakış açışıyla kabalaşma başladı…  Asırlar içinde gelişe gelişe yüzey süslemesinin en kıymetli eserlerini üretmiş olan koca bir sanat birikimi çirkin görülmeye başlandı ve neticede millî sanatımızı yitirdik, ziyân ettik, koruyamadık… Batının seri imâlatçıları karınlarını şişirdiler ama aklımız başımıza gelmedi… Hatta onların memleketimize döktüğü ruhsuz tek tip yapılar gözümüze güzel görünmeye başladı. Sonuçta bu surette iktidarsız ve câhil halde kaldık…”

Göktürk

Rate this post
Haber Oku
Tidings Globe