Azerbaycan’ın doğusunda yer alan Şamahı’da, küçük bir bakkal işleten Tâhir Zeynelabdin adlı esnafın oğlu olarak dünyâya gelmiş ve Azerbaycan Türk edebiyâtında modern şiirin kurucusu, satirik edebiyâtın öncü ismi olarak parlayacak Elekber, ilk şiir temrinlerini de gerçekleştireceği mahalle mektebinde başladığı eğitimini, yedi yaşından îtibâren bir usûl-i cedid okulunda sürdürmüş; taşıdığı edebiyat cevheri buradaki şâir hocası Seyid Ezim tarafından fark edilmiştir. Hocasından teşvik gören ve onun gözetimi altında tahsîlini sürdürdüğü bu okulda hem Farsça öğrenip hem klâsik edebiyâta vukûfiyetini artıran Elekber’in kafasında her türlü taassuptan ârî bir millî şuur bu dönemde şekillenmeye başlamıştır: “Babam Sünni, nenem Şie, dürek men / Ne Farsam men, ne Hindem men, Türek men” mısrâları bu öğrencilik yıllarına âit olmakla ayrı bir önem taşırlar. Kendisindeki bu yeteneğe rağmen, ticâretle uğraşmasını isteyen babası onu on beş on altı yaşlarında okuldan almış ve yanında çırak olarak bulundurmaya başlamıştır. Ayrıca oğlunun edebî meşgâlelerinden pek memnun olmayan Tâhir’in bir defâsında onun şiir defterini de yırttığını yine Elekber’in bir şiirinden öğreniyoruz. Neyse ki babasının bu tazyîki, Elekber’in evden kaçması ve akrabalarının zoruyla geri döndürülmesi üzerine gevşemiş; Tâhir, oğluna bu hâdiseden sonra tam bir serbestiyet tanımıştır.
21 yaşındayken Şamahı’dan ayrılarak Türk kültürünün önemli merkezlerini, Horasan’I, Nişabur’u, Buhara ve Semerkand’ı gezen Elekber, bu geziden iki yıl sonra Kerbelâ’yı ziyâret etmek için yola revân olmuş, Aşkabad ve Merv’e gittikten sonra babasının ölümü üzerine geri dönmüştür. Bu kayıpla âile yükünü omuzlamak durumunda kalan şâir, kuyruk yağından sabun yaparak geçimini sağlamaya başlamış, annesinin ısrârıyla gerçekleştirdiği evlilikten on beş yıl içinde dokuz çocuk sâhibi olmuştur.
Azerbaycan’da Türkçe olarak yayınlanan ilk gazete olan Şark-ı Rus’un neşriyâtına başlamasıyla otuz yıldır defter-i a’mâline hapsolan şiirleri ve şâirliği kamuya açılan Elekber’in yayınlanmış ilk şiiri bu gazetede 1903 yılında çıkan bir manzum tebriktir. Bu târihten sonra klâsik edebiyâtın kalıplarından ayrılmaya ve açacağı yenilik çığırının ilk numûnelerini vermeye başlayan şâirin içinde bulunduğu toplumsal vasat da bu tür yeniliklerin gelişmesine uygun bir zemîn oluşturmuştur. 1905 yılında Rusya’da meydana gelen inkılâp hareketleri, aynı târihlerde Türkiye ve İran’da başlayan meşrûtî gelişmeler ve Kafkasya’da serbest-i kelâm kânunu ile Türkçe matbuâtın serbest bırakılarak yaygınlaşması yeni fikir ve istihsâller için filizlenme imkânı sağlamıştır. Bu bağlamda hem Sâbir müsteârıyla şöhreti artan Elekber hem de Azerbaycan edebiyâtı için eşit ölçüde önem taşıyan bir yayın faaliyeti matbuat meydanına atılır: Molla Nasreddin dergisi.
Tiflis edebiyat muhîtinin önemli yazarlarını etrâfında toplayan ve ayrıca dönemin ilk musavver dergisi olma özelliğini de taşıyan Molla Nasreddin, tabiatına en uygun çizgide bir mevkûte olarak sâdece Sâbir’i değil, bâzı karikatürist ve yazarları da şöhrete kavuşturan etkili bir yayın organı olarak Kuzey ve Güney Azerbaycan’da, Türkistan, Kırım, Kazan, Ufa, Asthana, Orenburg, Kahire, Tahran, Bombay, Erzurum, İstanbul gibi Türk ve Müslüman şehirlerinde geniş bir okuyucu kitlesine kavuşarak 1931’e kadar yayınlanacaktır. M. Durmuş’tan öğrendiğimize göre ilk sayısı 7 Nisan 1906’da çıkan dergi, Bolşevik İhtilâli’ne kadar yayınlanan 340 sayısı Tiflis’te, 1921’de yayınlanan 8 sayısı Tebriz’de, 1922 – 1931 yılları arasında yayınlanan 400 sayısı Bakü’de olmak üzere 748 sayı neşredilmiştir. Adıyla mütenâsip bir mizah dergisi olarak dil, din, hürriyet, eğitim, İslâm milletlerinin meseleleri, cehâlet ve taassupla mücâdele, kadın ve işçi hakları gibi pek çok toplumsal meselenin ele alındığı dergide Sâbir ilk defâ 28 Nisan 1906 târihli dördüncü sayıda din adamlarının halkı umursamaz tavırlarını tenkîd ettiği bir şiiriyle görünür. Kendi adıyla değil, Din Direyi, Mir’ât, Ebû Nasr, Cingöz Bey gibi müstearlarla, bilhassa en çok kullandığı ve sonraları yayınlanacak şiirlerine de isim olacak Hophop müsteârıyla yazan Sâbir, inkılâpçı düşüncelerini, dini kendilerine göre yontan gerici din adamlarının mürâîliğini, münevverlerin millete yabancılaşmasını, devlet adamlarının sahtekârlıklarını, servet sâhiplerinin halka zulmünü, içtimâî ve ahlâkî çöküntüleri, halkın diliyle ve lâfı gediğine oturtan taşlamalarıyla ele almış ve onun bu samîmî, gerçekçi, insancıl dili hem Azerbaycan hem Türkistan hem Anadolu sâhasında tanınmasının ve sevilmesinin yolunu açmıştır.
Tabiî bu doğruculuğu sebebiyle zaman zaman ona hayâtı çekilmez kılan pek çok düşman da kazanan ve bir defâsında bir fanatik tarafından silâhlı saldırıya uğrayan şâir, geçimini sağlamak konusunda, Şamahı’yı terk etmeye varacak kadar müşküle düşmüş; fakat halkına daha fazla fayda sağlamak üzere doğduğu yerde bir usûl-i cedid mektebi açmayı tercih etmiştir. 1908’de açılan ve Ümid adını taşıyan bu okul, taassup çevrelerinin tazyîkiyle yetiştirecek öğrenci bulunamadığı için bir süre sonra kapatılmak zorunda kalınmış ve Sâbir âilesiyle Bakü’ye taşınmıştır. Bir taraftan Molla Nasreddin’e şiirleriyle katkı sağlamayı sürdürürken bir taraftan da Hayat, Rehber, Mâlûmat gibi Bakü mevkûtelerinde şiirleri yayınlanan Sâbir, bu neşir faaliyetlerinden kazandıklarıyla geçimini sağlamıştır. Bu gözüpek taşlamacı, 1910’da böbrek rahatsızlığının giderek şiddetlenmesi sebebiyle Tiflis’te tedâvi görmüş; fakat iyice ilerleyen hastalık Şamahı’ya döndükten bir süre sonra onu hayattan koparmıştır. “Ben vücudumdaki etimi halkımın yoluna çürüttüm. Eğer ömür vefa etseydi, kemiklerimi de halkın yoluna feda ederdim. Ama ne çare ölüm aman vermiyor” diyen Sâbir, Şamahı’da Yedi Günbed Mezarlığı’nda yatmaktadır.
Vasiyeti gereği ölümünden sonra şiirlerini bastırmak için girişimde bulunan dostları, pek çok yayın üzerinden bir bağış kampanyası açmışlar; fakat yeterli karşılık görmeyen bu kampanya netîcesinde 1913’de Hophopnâme adlı 110 şiirden oluşan küçük bir seçki neşredilebilmiştir. 1914’te neşredilen resimli tam baskı ise sâdece Azerbaycan’da değil; Kiril, Arap ve Latin harfleriyle, Fars, Rus, Ermeni, İngiliz dillerine çevrilerek İran’da, Rusya’da, Amerika’da defâlarca basılmıştır.
Genceli Nizâmî, Fuzûlî gibi Dîvan edebiyâtının mühim şâirlerinden ve Nâmık Kemal’in yenilikçi düşüncelerinden etkilenen hatta ona nazîreler yazan Sâbir’in şiirinde, Tevfik Fikret, Mehmed Âkif (Ersoy), Mehmet Emin (Yurdakul) gibi şâirlerin kullandığı türde diyaloglar da yer almıştır. Sâbir, her ne kadar yenilikçi olsa ve eski edebiyâtın kalıpları dışına çıksa da eskinin düşmanı ve reddiyecisi değildir. Hayat ve sanat sergüzeştini kendisinden telhis ettiğimiz L. Taşkesenlioğlu’na göre; yeni yollar ararken eskiyi yıkmaya çalışmayan ve ondan da faydalanmaktan geri kalmayan Sâbir, millî unsurlara değer veren, Türk ve Müslümanların uyanışı için çaba sarf eden isimler arasında en önde gelenlerden birisidir.