Modern tarihçilik, tarih araştırmalarında nitelik ve nicelik açılarından patlamalar yaşamış ve tarihçilik geçmişte hiç olamadığı kadar iyi bir duruma gelmiştir. Bununla birlikte modern tarihçiliğin kendi içinde taşıdığı çok önemli sorunlar vardır. Bu sorunlar Avrupa Merkezcilik, tarihsiz toplumlar, ilerleme şeklinde sıralanabilir. Sorunların her biri Avrupa’yla örtüşen modern tarih düşüncesinde önemli çarpıklıkların olduğunu göstermektedir.
Batı tarihçiliğinin temel sorunlarından biri Camus’nün deyişiyle, Tanrı’nın tahtına tarihi oturtarak yeni bir din devleti kurmaktır (Camus 1965, 29). İnsan, kendini, insanının ürettiklerinden oluşan tarihle açıklamaktadır. Bu çabaların arkasında, Kilise’ye, dolayısıyla dine karşı başkaldırı bulunmaktadır. Mircea Eliade’nin deyişiyle, Din dışı insan, sadece çağdaş Batı toplumlarında serpilebilmiş ve kendine yeni bir varoluşsal konum hazırlamaktadır. Kendini Tarihin öznesi ve ajanı olarak kabul etmekte ve aşkın olana her türlü başvuruyu reddetmektedir. İnsan, kendi kendini yapmaktadır. Bunu da ancak, kendini ve dünyayı kutsallıktan kurtardığı oranda başarabilmektedir. Kutsallık onun özgürlüğünün karşısındaki asıl engeldir (Eliade 1991,180). Tarihin, kutsalın yerine geçmesi, her türlü eylemi meşrulaştırmayı kolaylaştırmıştır. Aklı merkeze alan ilerleme anlayışı, insan eylemlerine sınırlar getiren ahlaki ve dini ilkeleri bir kenara iterek, haz ve çıkar temelli referanslarla eylemleri meşrulaştırmayı kolaylaştırmıştır.
Avrupa Merkezcilik
Modern tarih düşüncesi Avrupa merkezci bir yapıya sahiptir. Bu yapının en önemli sorunlarından biri sömürgeciliktir. Blaut’un çerçevesini çizdiği Avrupa merkezciliğin teorik temeli, dünyayı Avrupalı ve Avrupalı olmayan şeklinde ikiye ayırmak ve iki yarının özelliklerine göre oluşturulmuştur. Avrupalıların sahip oldukları özellikler şöyle sıralanır: Avrupa doğal olarak ilerlemiş ve modernleşmiştir. Doğallıkla yaptıkları işler, icatlar, yenilikler, değiştirmeler daha iyi olmaları içindir. Değiştiğinden dolayı Avrupa tarihidir. İlerlemesinin temel nedenleri, Avrupalı zihni, Avrupalı ruhu, Batılı İnsan karakterleridir. Entelektüel ya da manevi unsurlar, yaratıcılık, tahayyül etme, icat, yenilik, akılcılık ve ahlâk gibi Avrupalı değerleri oluşturmaktadırlar. Avrupalı olmayan dünyadaki topraklar boştur. Boş topraklara Avrupalılar yerleştiklerinde boş topraklar dolmuş olacak ve tarihsiz topluluklar tarihin konusu olabileceklerdir. Avrupalı, getirdiği ve zorla kabul ettirdiği hizmetlerin karşılığını, hizmet verdiği ülkenin ya da bölgenin maddi zenginliklerini, tarım ürünlerini, madenlerini, sanat eserlerini kendi ülkesine taşıyarak, halkını da köle ya da işçi yaparak almaktadır. Avrupalı olmayanların özellikleri şöyledir: Avrupalı olmayanlar, durgun, değişmeyen, geleneksel ve geridirler. İcat, yenilik ve değişme doğal yapılarında olmadığından, bunları kabul etmezler. Avrupalı olmayanlar değişmediklerinden tarihli toplumlar değildirler. Avrupalı olmayanların ilerleyememe nedeni, entelektüel ve manevi unsurların eksik olmasıdır. Avrupa dışı topraklar boştur. Avrupalı olmayan dünya için, ilerleme, daha iyiye yönelme, modernleşme, Avrupa’nın ürettiği değerleri öğrenmekle mümkündür. Avrupalı olmayanların gerilik nedenleri, onların, vahşi olmaları, atalara tapmaları, medenileşememeleri, günahkarlıkları, kara büyü yapmaları, vampirlikleri ve baş belası insanlar olmalarıdır (Blaut 1993, 14-16). Bu temellendirmelere bağlı olarak, sömürgecilik meşrulaştırılmıştır. Bu meşruluk temelinden şu çıkarım yapılmıştır: “Beyaz adamın omuzunda taşıdığı yük, dünyayı uygarlaştırmaktır” (Ferro 2002, 50). Sömürgeciliği destekleyen yayılma teorisinin kökleri 16. ile 17.yüzyıllara gitmekle birlikte, 19 yüzyılda bilimsel bir teori halini almıştır (Blaut 1993, 18). Bu anlayış, 20.yüzyılda, bütün dünya tarafından, farklı nedenlerle büyük ölçüde benimsenmiştir.
Modern dönemde tarihçiliğin temel konularından biri de ulusçuluktur. Ulus temel değer olarak kabul edilmiş bütün diğer değerler ulus anlayışına göre biçimlendirilmiştir. Toplumsal kimliğin tanımlanması ulus üzerinden yapılarak toplumların kendilik bilincinde ulus merkezi bir konuma sokulmuştur. Ayrıca ulusçuluk vurgusu iktisadi gelişmeyi tetiklemiş ve siyasi birliğin güçlenmesini sağlamıştır. Tarihçilik de ulusçuluk değerinden hareket ettiğinden, kendi ulusunu yüceltmek ve diğer ulusları değersizleştirmek ve ortadan kaldırmak tarihsel bir gerçeklik olarak benimsenmiştir. Tarihin oyuncularının uluslar olduğu kabul edildiğinden, ulusların birbirleriyle mücadeleleri tarihin ilerlemesini sağladığı görüşü yaygın olarak benimsenmiştir. Ulus güçlendikçe tarihin ilerlemesine daha büyük katkılar sağlamaktadır. Ulusçuluğun sonuçlarından biri nasyonal sosyalizm olurken, diğeri uluslarla birlikte yaşayan etnik ve inanç grupları ile kabilelerin asimilasyonudur. Öte yandan gelişmiş ulusların dünya çapında yürüttükleri iktisadi ve siyasi rekabetler, gelişmemiş ulusların, iktisadi kaynaklarını tüketerek, onları fakirleştirerek, gelir dağılımında uçurumlar oluşturarak, siyasi birliklerini zayıflatarak onları sömürgeleştirmişlerdir. Gelişmemiş uluslarda ulusçuluk, gelişmişlere bağlanarak onlara benzemek ve onlar aracılığıyla gelişmeyi ummak şeklinde yorumlanmıştır. Bir bakıma sömürülmeyi gönüllü olarak istemektedirler. Ulusların birbirleriyle ilişkilerinde devletler temel kurum olarak süreçleri yönetmektedir.
Tarihin ilerleme, ulusçuluk ve Avrupa merkezci sunumunun sonuçlarından biri de Avrupa dışı toplumların genellikle tarihsiz oldukları iddiasıdır (Hegel 1956, 106; Spengler 1947 / I, 11; Levi-Strauss l984, 249-250). Bir toplumunun tarihsiz olmasının anlamı, Avrupalılar ayarında insan olmamalarıdır. Yani Avrupa dışı toplumlar, özelikle de yabani kabileler, insanımsı yaratıklar şeklinde görülmüşlerdir. Bu acımasız yargılardan kurtulmak için Avrupa dışı toplumların tarihçileri, modernlik adı altında öğretilen değerlerden hareketle kendi tarihlerini ulusçu bir anlayışla Avrupa tarihine iliştirmeye çalışmışlardır.
Modern tarih düşüncesinin en önemli sorunlarından biri de ilerleme anlayışıdır. İlerleme düşüncesi, Hint, Çin, Yunan, Roma, Hıristiyan Avrupa, Modern Batı Avrupa şeklinde sıralanan medeniyetler insanlık (dünya) tarihini oluşturduğu kabulüne dayanır. Sıralama Tanrı, doğa ya da benzer bir ilke tarafından belirlenmekte insanlık için iyi olan belli bir gayeye doğru doğa yasaları gibi yasalarla zorunlu olarak gitmektedir. Başka bir deyişle gayeye, yasaya dayalı zorunluluk nedeniyle ulaşılacaktır. Başka türlü olması mümkün değildir. Söz konusu gaye, dinlerin sunduğu gibi ölüm sonrasında değil, insanlar tarafından yer yüzünde yaşanacaktır. Modern Avrupa’da gerçekleşen bütün olaylar, icatlar, keşifler, gelişmeler, gayeye giden yolda zorunlulukla ortaya çıkan tarihsel gerçekliklerdir. Tarih metafizikleri tarafından ortaya konulan bu anlayışın bir başka temel vurgusu da yeni olan her şeyin eskilerden daha iyi olduğudur. Modern Batı Avrupa ulusları kendilerini ilerlemeyi gerçekleştiren unsurlar olarak gördüklerinden, toplumları ileri ve geri şeklinde bir hiyerarşiye tabi tutmuşlardır. Sömürgecilik ve sanayi devrimiyle güçlenip zenginleşen Batılı toplumlar, kabileleri ve iktisadi ve siyasi açılardan zayıf olan toplumları, ticaret, siyaset, din ve savaş gibi unsurlarla ezdikçe kendilerinin onlardan üstün olduklarına inanmışlardır. Ötekilerinin geri olmaları ve kendilerinin üstün olmalarını sağlayan değerler, ötekilerin yok edilmesini meşru hale getirmiştir. Batılı düşünürler, toplumların iktisadi ve siyasi şartlarına bağlı olarak uygulanan hiyerarşiyi tarihsel yasa olarak kabul etmişler ve teorik olarak temellendirmeye çalışmışlardır.
Avrupa merkezcilik, ulusçuluk, ilerleme anlayışları insanlık tarihi (dünya tarihi) anlayışının omurgasını oluşturmuştur. İlerleme değeri ve ilerlemenin temellendirme şekli olan medeniyetlerin sıralanması dünya tarihi şeklinde sunulmuştur. Sıralanan medeniyetlerin içerikleri de büyük ölçüde siyasi ve dini olaylarla anlatılmış, insanlığın ürettiği şeylere değinilmiştir. İnsan olmayı gerçekleştiren, dolayısıyla bütün insanlarda ortak olan değerler yerine uluslar ve medeniyetler üzerinden insanlık tarihi yazılmıştır. Dünyanın büyük bir kısmı yok sayılmıştır. Dünyayı, Avrupa merkezci bir tarihle anlatmak onu çarpıtmaktan başka bir sonuç vermemiştir. İnsanlık tarihi anlayışı, birleştiricilik yerine, ayırıcı, aşağılayıcı ve yok edicilik temeline oturtulmuştur. İnsanlık tarihi anlayışının bütün çarpıklığına rağmen, tarihsel sürecin bir sonucu olarak dünyanın siyasi ve iktisadi değerler çerçevesinde bütünleşmeye yönelmesi ve küresellik adı altında yeni biçime dönüşmesi önemlidir.
Yukarda sıralananların bir kısmı tarih anlayışında yatmaktadır. Toplumun geneli için tarih, şimdiyle köken arasındaki süreci anlatan hikayedir. Toplumsal bilinç çerçevesinde, toplumun geçmişi, geleneklerle, efsanelerle, kurumlarla, eğitimle topluma öğretilir. Toplumun varlığını düzen içinde sürdürmesi için geçmişleri hakkında genel bir inanca sahip olmaları gereklidir. Toplum tarihle bütünlüğünü yaşadığı kültürle sağlamaktadır. Diliyle, inancıyla, gelenekleriyle, kullandığı araç gereçle, sanatla yani gündelik hayatta kullandığı her türden unsur toplumu tarihin tarihi de toplumun doğal bir parçası haline getirmektedir. Bu ilişki hem modern medeniyeti kurup geliştiren toplumlar için hem de bu medeniyete sonradan katılan toplumlar için geçerlidir. Birinci öbek toplumlar için, toplumun geçmişle olan ilişkisi tarih araştırmalarının kavramsallaştırılmasıyla anlamsız hale getirilmiştir. Efsane, destan, gelenek, eleştirel yaklaşıma dayanacak türden unsurlar olmadıklarından, onların anlamsız oldukları kolaylıkla gösterilmiştir. Bunlara dayanarak tarih yazanlar da aşağılanmışlardır. Zamanla sözlü tarihi canlı tutan unsurlar etkilerini kaybetmişlerdir. Akademik tarihçilik, toplumların tarihlerine çok büyük önem vermelerine rağmen, toplum üzerindeki etkileri sözlü tarihle karşılaştırılamayacak kadar zayıf olmuştur. Tarih araştırmaları, aydınlar çevresini pek aşamamıştır. Ayrıca, modernlik hayatın temposunu hızlandırınca, geçmişle ilişkiler giderek zayıflamıştır. Geçmiş, toplumun doğal parçası olmaktan çıkmış, entelektüellerin düşünce malzemesi haline getirilmiştir. Dolaysıyla tarihlilik, entelektüel uğraşıların temel özelliklerinden biri olmaya devam etmiştir.
Medeniyete sonradan katılan toplumlar için durum daha farklıdır. Bu öbekte yer alan toplumlar, medeniyeti kuran toplumlara her açıdan bağımlı olduklarından tarihçilik anlayışlarını olduğu gibi taklit etmeye çalışmışlardır. Tarihçilikten kaynaklanan sorunları etkili bir şekilde yaşamışlardır. Ancak daha da önemlisi medeniyeti kurup geliştiren toplumlar tarihle ilişkilerini, tarih düşüncesinde büyük üretimler ortaya koyarak gerçekleştirmişler ve entelektüel düşünce üretimi konusunda tarihle bağlarını sıkı bir şekilde devam ettirmişlerdir. Bağımlı toplumlar ise, kendilerindeki tarih düşüncesiyle hesaplaşmadan, özelliklerini ortaya koymadan kolaylıkla onu bir kenara bırakıp, Batı tarihçiliğini “modernlik” adı altında almışlardır. Düşünce üretimi ya da sorunlara çözüm üretme derdi olmadığından, tarihçiler kendi tarihlerine gerekli ilgiyi göstermemişlerdir. Ayrıca, gelişmiş toplumların ürünleri gündelik hayata hızlı bir şekilde girişi, yeni ürünlerin yaygın kullanımı, toplumun geleneksel üretim tarzıyla geçmişle sürdürdüğü ilişkiyi koparmıştır. Modern olmaya çalışan toplumlar, kendi kendilerini, tarihsizleştirmekte dolayısıyla da kimliksizleştirmektedir.
Ayhan Bıçak