Türk târihçiliğinin mühim ismi, Selçuklu târihinin büyük simâı İbrâhim Mükrimin Halil, Ö. H. Özalp’ın kapsamlı derlemesinden öğrendiğimize göre, içinden pek çok kadı, müderris ve müftü çıkarmış olan ve 12. asrın ilk çeyreğinde Horasan’dan Anadolu’ya gelerek Kayseri tarafındaki Yemliha bölgesine, 18. asır başlarında ise buradan Elbistan’a geçerek yerleşmiş, Avşar boyundan köklü bir âileye mensuptur. İlk tahsiline babası Halil Kâmil’in rahlesinde başlayan, müsevvid Mehmed Hayri Efendi’den Arapça ve Farsça dersleri alarak dokuz yaşında hâfız olan Mükrimin Halil, ilkokulu okumamış, Elbistan’da rüşdiye eğitimine başlayarak okula adımını atmıştır. Babasının tâyini dolayısıyla rüşdiye ve idâdî eğitimini Malatya, Mardin ve Diyarbakır’da sürdürerek tamamladıktan sonra, 1913’te İstanbul’a gelerek, Şemseddin Günaltay’ın müdürlüğünü yaptığı Gelenbevî Sultânîsi’ne kaydolmuş ve 1916’da buradan mezun olmuştur.
İlk yazıları, 1915 senesinde, yâni bu okuldaki öğrenciliği sırasında, yazı kadrosunda Ziya Gökalp’ın da bulunduğu İslâm Mecmuası’nın iki ve üçüncü sayılarında yayınlanan, Bilâl-i Habeşî ve Ahmed bin Mesud hakkında kaleme aldığı ve târihe vukûfiyetini ortaya koyan makâlelerdir. Aslında Sahn Medresesi’ni bitirip Medresetü’l-Mütehassisîn’e girerek tefsir çalışmasını isteyen babasını, târih okumak şartıyla, Dârülfünûn’a gitmesine izin vermesi için iknâ eden ve 1916’da Târih Şubesi’ne kaydolan Mükrimin Halil’in, zâten başka bir tahsil görmesinin imkânı yoktu; zîrâ Sîret-i Nebî, Hz. Ali cenkleri, Ebû Müslim ve Battal Gâzi destanlarının okunup anlatıldığı âile muhiti içinde aldığı terbiye, onun eğilimlerini de belirlemiştir. Fakülte’de okuduğu ilk yıl, Gelenbevî Sultânîsi’nin ilk kısmında öğretmenliğe başlayan Mükrimin Halil, ihtiyat zâbit adayı olarak askere alındığı 1918 yılında, Mülkiye Mektebi’nin sınavlarını kazandığı için terhis edildi ve 1919’da Târih Şubesi’nden, 1921’de ise Mülkiye’den mezun oldu. Bu arada Mülkiye Mektebi’nin ikinci sınıfındayken Kerimüddin Aksarâyî’nin Müsâmeretü’l-ahbâr’ı ve İbn Bîbî’nin el-Evâmirü’l-Alâiyye adlı Selçuklu târihine dâir en önemli kaynakları istinsâh etmiş, Th. Houtsma’nın 1902’de Leiden’de Tevârîh-i Âl-i Selçûk Muhtasar-ı Selçûknâme adıyla yayımladığı İbn Bîbî’nin eserinin Farsça özetini elli gün içinde Türkçe’ye tercüme etmiştir. Bu ilmî meşgûliyetleri arasında, elîm bir hâdisenin, başta babası ve annesi olmak üzere kız kardeşi hâriç bütün âile efrâdının Ermeni çeteleri tarafından türlü işkencelerle katl ve şehit edildikleri haberini almıştır.
Çeşitli ortaokullarda târih öğretmenliği yaparken, 1923 senesinde o görevlerine ilâveten kendi başvurusu üzerine Târih-i Osmânî Encümeni’nde kütüphâne memuru olarak çalışmaya başlamış, 1924 senesinde, Hilmi Ziya (Ülken), Ziyaeddin Fahri (Fındıkoğlu) gibi arkadaşlarının kurucuları arasında bulunduğu, yazı kadrosunda Ahmed Refik, Yahya Kemal gibi isimlerle Necip Fâzıl gibi genç şâirlerin de yer alacağı Anadolu mecmuasında hem millî târihimizin adı ve konuları üzerine teorik makâleler hem Anadolu’nun Türkleşip yeni bir vatan olarak teşekkülü üzerine çeşitli yazılar yazmış, aynı zamanda, ismi artık değişen eski Târih-i Osmânî Encümeni’nin yayın organı olarak, yeni adıyla arz-ı endâm eden, Türk Târih Encümeni Mecmuası’nda başta – Yusuf Akçura’nın Birinci Türk Tarih Kongresi’nde kendisini ilmî ve objektif târihçiliğin bir temsilcisi olarak gösterirken örnek vereceği – Feridun Bey Münşeâtı’nın bir kaynak olarak tenkîdine hasrettiği önemli makâlesi olmak üzere beylikler ve Osmanlı kuruluş devrine dâir çalışmalarını neşretmiştir. Anadolu mecmuasındaki yazılarıyla derginin savunduğu Anadoluculuk görüşüne târihî temeller kazandırmaya çalışan Mükrimin Halil, hânedân isimlerini birer târih ayırma kıstası olarak kullanmayı, Anadolu’daki Türk târihinin sözde farklı Türk devletlerinin siyâsî egemenliklerinin târihi olarak algılanmasına sebebiyet vereceği için doğru bulmamış ve Türkiye târihini Abbâsîler’in emrindeki Sugur vâlilerinden başlatmak üzere Selçuklu devri; Beylikler devri; Osmanlı devri ve Cumhuriyet devri olarak tek bir millî – siyâsî gücün târihi şeklinde sunmuş, böylece Rıza Nur’la birlikte, Nihâl Atsız tarafından geliştirilip genişletilecek milliyetçi târih nazariyesinin de ilk kaynağı olmuştur.
1925 Ağustos’unda, Maarif Vekâleti tarafından, Türk Târih Encümeni adına Anadolu târihine dâir araştırmalarda bulunmak ve kütüphânelerimizde bulunmayan kaynak eserleri istinsâh ederek memlekete kazandırmak amacıyla altı aylığına Paris’e gönderilen Mükrimin Halil, söylendiğine göre çalışkanlığı sebebiyle, Bibliothèque Nationale’den ve evinden başka, insanı cezbeden bu şehre dâir hiçbir hâtıra biriktirmemiştir. Burada iken izni birkaç defa uzatılan ve 13 Eylül 1927’de Türkiye’ye dönen Mükrimin Halil, Encümen kütüphanesindeki görevine ilâveten Kabataş Lisesi’nde târih öğretmenliği yapmaya başlamış, 1928’de, Paris’te bulduğu Fâtih devri kaynaklarından Enverî’nin Düsturnâme adlı eserini neşretmiş, iki yıl sonra da bunun şerh ve tenkîdine ayrılan ilmî bir incelemesini yayınlamıştır. Hâfızası hakkında anlatılan ve birer menkıbe hâlini alan rivâyetlere göre istinsâh edilmesi yasak olan bu eseri, her gün belli bir kısmını ezberleyip eve döndüğü zaman kopyalamış ve daha sonra İzmir’de ortaya çıkan yeni bir nüshayla karşılaştırmak imkânı doğunca bu kopyalamanın hatâsız gerçekleştirilmiş olduğu görülmüştür.
1930 yılında, Türk Ocakları’nın altıncı kurultayının son oturumunda Türk târihini incelemek amacıyla gündeme bir heyet oluşturulması fikri getirilmiş, Mükrimin Halil de aralarında Yusuf Akçura, Reşid Gâlip, Âfet İnan, İsmail Hakkı (Uzunçarşılı), Sadri Maksudî gibi isimlerin yer aldığı bu on altı kişilik heyete seçilmiştir. Bu heyet, daha sonra Türk Tarihi Tedkik Cemiyeti ve Türk Tarihi Araştırma Kurumu adlarını alıp 3 Ekim 1935’te Türk Tarih Kurumu’na dönüşecek millî kuruluşun nüvesi olacaktır. Türk târihinin ilmî bir sûrette ele alınması işinin şirâzesinden çıkarak çeşitli aşırılıklara yol açacağı netleşmeye başladıktan sonra, Mükrimin Halil’le ilgili bir başka anekdot da bu konu hakkında devreye girmiştir: Dönemin koşulları içinde anlaşılabilir bâzı gâyelere mâtuf târih tezini savunma işi evvelâ Mükrimin Halil Yinanç’a verilmek istenmiş, bu sebeple Atatürk tarafından çağırtılmış; fakat o, inanmadığı bir târih teorisini savunmamak ve bu emr-i vâkiden kurtulmak için önden on iki dişini çektirerek kendisini konuşamayacak hâle getirmiş. Bu durumun ne kadar gerçek olduğu bilinmez; fakat Mükrimin Halil’in ilmî haysiyetini göstermesi açısından uygun bir anekdottur.
1932’de Türk Dili Tedkik Cemiyeti’nin (Daha sonraki adıyla Türk Dil Kurumu) Lûgat Istılah Kolu’nun Tarih İlimleri İhtisas Bölüğü âzâlığına seçilen ve 1933’teki üniversite reformundan sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne Orta Zamanlar Şark Tarihi doçenti olarak tâyin edien Mükrimin Halil, 1934’te Türkiye Tarihi. Selçuklu Devri I, Anadolu’nun Fethi adlı telif eserini yayınlamıştır. Eserin genişletilmiş ikinci basımı ise 1944’te gerçekleştirilmiştir. 1946’da Ortaçağ Tarihi Kürsüsü’nün başkanlığına getirilen Mükrimin Halil, 1949’da Hellmut Ritter’in Almanya’ya dönmesi üzerine Şarkiyat Araştırma Merkezi’nin de başkanlığını uhdesine almış ve 1953’e kadar bu görevi sürdürmüştür. 1957’de ordinaryüs unvânını alan Mükrimin Halil, doktora sâhibi değildir; fakat her ne kadar kitap çapında telifleri bir yekûn tutmasa da, ele aldığı konularda yazdığı geniş oylumlu makâleleri ve İslâm Ansiklopedisi için kaleme aldığı otuz kadar maddeye yansıyan ilmî yetkinliği, tek bir kaynağı göremediği için eserini tamamlayamamasına sebep olan ilmî titizliği (yâni ilginç bir şekilde, yazmamış olmasıyla da) ve üniversite dışında, Küllük kahvesinin, Marmara, İkbal ve Halk kıraathânelerinin birer okula dönüşen nitelikli kalabalığı içinde, “ilim satırda değil sadırdadır” fehvâsınca ortaya çıkan mütebahhir târih zevk ve şuuruyla, ilim nesillerinin saygı duyduğu, önemsediği bir isme dönüşmüştür. Proje hâlinde kalan, tamamlanıp neşredilememiş pek çok notları da bulunan büyük hocanın Selçuklu Devri I adlı eseri bu notlar yardımıyla genişletilerek 2009’da tekrar neşredilmiş, ayrıca on sekiz defter tutan çalışmaları da bu kitabın ikinci cildi olarak 2015’te yayınlanmıştır.
Hoca, 27 Mayıs İhtilâli’nden sonra kurulan Yassıada mahkemelerinde şâhit sıfatıyla dinlenmiştir. Meşhûr hâfızasına “rağmen” kendisine sorulan konuları “hatırlayamamış” olması sebebiyle savcı tarafından azarlanmasını hazmedememiş olarak, İhtilâl öncesi ve sonrasında meydana gelen öğrenci hareketlerinin yarattığı meyûsiyet ve Süheyl Ünver’e göre, muazzam hâfızasının yüküyle genç yaşta ilim ve kültür hayâtımızdan maddî olarak çekilmiştir. Mükrimin Halil, Merkezefendi Mezarlığı’nda medfundur.
Göktürk Çakır