Erzurum’un, Pasinler ilçesine bağlı bir köyünde dünyâya gelen ve Türk fikir hayâtının sosyal bilimler alanında önde gelen bir ismi ve Millet dergisinde Ocak 1943’te kaleme aldığı “Niçin Milliyetçiyiz?” başlıklı yazıda belirttiği, “mensup olduğu millete bağlılığı ve sevgiyi” esas alan bir Türk milliyetçiliği anlayışının ilmî sâhada en mühim temsilcisi olarak temâyüz eden Mümtaz Turhan, ilk ve orta tahsilini Kayseri Sultânîsi’nde, lise eğitimini ise Bursa ve Ankara’da sürdürüp tamamladı. 1927’de liseyi bitirdikten bir yıl sonra, Almanya’ya yüksek tahsil için gönderilen ve Berlin Üniversitesi’nde Psikoloji Bölümü’nü bitirip 1935’te Frankfurt Üniversitesi’nde Gestalt psikolojisinin kurucusu Max Wertheimer’in öğrencisi olarak doktorasını tamamladıktan sonra yurda dönen Turhan, 1936’da İstanbul Üniversitesi’nde Tecrübî Psikoloji Kürsüsü’nde asistan olarak akademik hayâtına başlamıştır. Fizyonomi alanında yapıp 1939’da sunduğu ve 1941’de yayınlanan Yüz İfadelerinin Tefsiri Hakkında Tecrübî Bir Tetkik adlı çalışmasıyla doçent olan Turhan, 1944 senesinde İngiltere’ye gidip Cambridge Üniversitesi’nde kültür değişmeleri konusunda çalışmalarda bulunmuş, burada bir doktora daha almış ve bugün en önemli kitabı olarak kabûl edilen ve 1951’de neşrettiği Kültür Değişmeleri: Sosyal Psikoloji Bakımından Bir Tetkik adlı eseri, bu inceleme devresinin bir mahsülü olarak vücut bulmuştur. 1949 – 1951 yılları arasında Birleşmiş Milletler Sosyal Komisyonu’nda Türkiye temsilcisi olarak yer aldığı dönemde profesörlüğe yükseltilen ve 1952’den îtibâren Deneysel Psikoloji Kürsüsü’nün başkanlığını uhdesine alan Turhan, İstanbul Üniversitesi bünyesinde Sosyal Antropoloji kürsüsünün de kurulmasını sağlamıştır.
Son üç asırlık Batılılaşma târihimizin ve toplumsal dönüşümlerimizin ilmî yönden incelenmesine kendisini hasreden ve bu büyük meseleyi deneysel psikolojinin, sosyal ve kültürel antropolojinin metodlarını kullanarak ele alan Mümtaz Turhan, Batılılaşmayı ilim zihniyetinin oluşması ve yerleşmesi, ilmî düşüncenin teknik gelişmelerle hayâta tatbiki ile hürriyetlerin ve hukûkun temînâtı altında gelişen insan hakları gibi temel argümanlara dayanarak açıklar. Ona göre, devletimizin Batılılaşma yoluna girmesinin belli sâikleri vardır ve temel çıkmazlarımız olarak beliren bu sâikleri, tıpkı Ziya Gökalp’ın yaptığı gibi bir ayrıma giderek, halk kültürüyle Osmanlı siyâsî elitlerinin temsil ettikleri kültür arasındaki derin uçurum ile Osmanlıların İslâm medeniyetini sürdürme ve yükseltme konusunda, diğer İslâm milletlerinin muavenetini görmemiş olması gibi iki temel maddede toplar. Dolayısıyla Araplar’ın erken târihlerde yaratıcı hamlelerini yitirmeleri, Farslar’la Türkler arasında mezhep ihtilâfları sebebiyle sağlıklı bir şekilde kurulamayan medenî ilişkiler, Avrupa’da bu anlamda kesintiye uğramadan yürüyen medeniyetin gelişmesi karşısında duraklamaya ve geri kalmaya sebep olmuş ve târihimizdeki Batılılaşma gayretleri, bir sosyal ihtiyaç olarak bu zorunluluklardan doğmuştur.
Turhan, Batılılaşma târihimizi, Lâle Devri’nden başlayarak Sultan (III.) Selim’e kadar olan, ülkeye gelip gitmeleriyle etkileri silinen yabancıların meydana getirdiği ve birtakım münferit unsurların ithâl edildiği veya matbaa gibi bâzı şuurlu alıntıların yapıldığı serbest değişmeler dönemi; henüz Batı medeniyetiyle aramızdaki esaslı farkın ve gerçek ihtiyaçlarımızın tespit edilmediği, yâni bunun bir zihniyet meselesi olarak ortaya konulamadığı bir geçiş aşaması olarak (III.) Selim devri ile kapsamlı ve radikal değişimlerin birer mecburiyet kesbederek tepeden inmeci bir bakışla gerçekleştirilebileceği inancının doğduğu ve her türlü yeniliğe karşı olan Yeniçeri Ocağı gibi güçlü odakların yok edildiği, Avrupa’ya tahsil için insanların gönderildiği, kurumsal ıslahatların yapılıp yeni kurum ve okulların, fabrikaların açıldığı Sultan (II.) Mahmud devri olarak üçe ayırır. Mahmud’dan günümüze kadar olan evreyi ise Ortaçağ’a âit bir devlet olmaktan, hukûkî anlamda muasır bir devlet olmaya doğru ilk adımın atıldığı Tanzîmat Fermânı, 1876’da anayasanın îlânı ve otuz küsur yıl boyunca Abdülhamid rejimi altında eğitim kurumlarının düzenlenmesine odaklanan fakat önceki dönemler gibi radikal olmayan ve sansür, öğrencilerin yurtdışına gidememesi, Müslümanların ecnebi mekteplerden men edilmesi gibi pek çok olumsuzluğu da barındıran gelişmeler devri; 1908’de îlan edildikten sonra uzun bir savaşlar dönemi olarak geçmesine rağmen temel pek çok meselemizin ve sonraki inkılâpların öncüsü olacak fikirlerin tartışılması için uygun bir zemin sağlayan II. Meşrûtiyet dönemi ve 1923’te Cumhuriyetin îlânıyla başlayan çeşitli safhalara bölen Turhan, işte en önemli eseri olarak adını zikrettiğimiz Kültür Değişmeleri’nde, Lâle Devri’nden çağdaşı olduğu döneme kadarki hamleleri ele almış ve ilmî bir metodla incelemiştir.
Mümtaz Turhan, tıpkı halk kültürü ve elitlerin kültürü ayrımında olduğu gibi kültür ve medeniyet konusunda da Ziya Gökalp’ın tâkipçisidir. Müspet ilimler, bu ilimlerin teşekkülünü sağlayan ilmî zihniyet, sınâî ve teknik gelişmeler çerçevesinde tanımladığı medeniyetin bu esaslarına ilişkin iktibaslara taraftar; fakat mânevî bir değerler bütünü olarak gördüğü kültürün, târihî tecrübelerimiz içerisinde yeniden ele alınarak işlenmeden, yerine bu kaynaklardan beslenen yeni unsurlar konulmadan terk edilmesine karşıdır. Bu bağlamda gelenekselliği kabûl; fakat gelenekçiliği reddeder ve aynı ölçü içerisinde inkılâp târihimizin bâzı taraflarını eleştirmekten ve inkılâplar adına din bağının zedelenmesinin millî birlik açısından yanlışlığını söylemekten de geri kalmaz. Din, dil, târih şuuru ve gelenekleri, ferdi cemiyete bağlayan en önemli unsurlar olarak gören ve bunlarla gelişigüzel oynamanın yanlışlığına temâs eden Turhan’ın, 1959’da yayınlanan Garplılaşmanın Neresindeyiz? adlı kitabında, “Türk halkının Müslüman olması ve böyle kalma arzusu”nu, Türk aydınının anlaması gereken bir memleket gerçeği olarak ortaya koyması, bu bağlam içerisinde ihtiyatlı bir târiz olarak değerlendirilebilir.
Batılılaşma, çağdaşlaşma târihimizin problemlerini tespit etmek dışında çıkış yolları da öneren Mümtaz Turhan, Y. Özakpınar’ın da belirttiği gibi bu bağlamda en çok eğitimin önemine odaklanmış, çağdaşlaşmanın ve değişimin bilhassa yükseköğrenimin düzeyinde gerçekleştirilecek iyileştirmelerle sağlanacağını, nitelikli uzmanların ve bilim insanlarının yetiştirilmesi sonucu müteselsilen ilk ve orta öğrenimin de kalitesinin yükseleceğini belirtmiş, yurtdışına öğrenci gönderilmesi ve bunların döndükleri zaman verimli bir çalışma ortamı içerisinde değer üretebilecekleri enstitülerin açılması gerektiğini vurgulamıştır. Bu kurumlarla, zamânında düzgün bir şekle sokulamayan üniversite reformu da tamamlanabilecektir. 1954’te neşredilen, Maarifimizin Ana Davaları ve Bazı Hâl Çareleri adlı eserinde, eğitimde önemli olanın bilginin kendisi değil, ona ulaşılmasını sağlayan zihnî formasyon olduğunu belirterek metod sâhibi insan yetiştirmenin, yanlış bir eğitim politikasıyla bilgiyi boca etmeye çalışan eğitim sistemimizin en önemli handikapı olduğunu da vurgulamıştır. Ayrıca bugün sıkça tartışılan ilim adamı yetiştirmek ve ara eleman yetiştirmek meselelerine ilmî bir nazarla ilk parmak basan da kendisidir. Ona göre, memleketin bu ikinci ihtiyâcı da gözetilmek durumundadır.
Mümtaz Turhan için millî kültürü yenileyip geliştirerek çağdaşlaşmak mümkündür ve bu bağlamda onun tavrı, milliyetçi bir tavırdır. Milliyetçilik ise, N. Bostancı’nın belirttiği gibi Turhan’da, “kitleleri ateşleyecek bir politik program değil, elitleri yaşadıkları ülkeyi dünya bağlamında anlamaya sevk edecek bilimsel temelli bir yaklaşımdır.” Onda hamâsî bir milliyetçiliğin, militarist bir romantizmin ve Batı düşmanlığının değil, meseleleri ilmî ölçütler içerisinde ortaya koyup çözmeye çalışan, Batı’yı anlamış ve orada gelişen çağdaşlaşma vetiresini doğru değerlendirerek ülkesine taşıma azminde olan serinkanlı düşüncenin egemen olduğu çok net olarak görülmektedir. A. Korkmaz’ın ifâesiyle Turhan’a göre modernleşme ve milletleşme süreci muvâzîdir. Önemli olan, taklitçilikte kalmayıp, yaratıcı bir sentezle özgün bir kültür yaratmaktır. Bu sağlıklı düşüncenin sonucunda, sâdece Gökalp’ın ilmî vizyonunu taşımakla kalmamış, bunu kendisi üzerinden, bâzı eleştirileri de olmakla berâber, geleceğe aktaracak önemli bir diğer milliyetçi düşünür olan Erol Güngör’ü yetiştirmiştir.
Göktürk Ö. Çakır