Âilesi Konya Ereğlili olmakla birlikte, muhâcir olarak Rumeli’ye gelmişler ve Ahmed Dede bu vesileyle Selanik’te doğmuştur. İlme düşkünlüğü dolayısıyla burada Mevlevî tarîkatine girip hem tarîkat âdâbını öğrenmiş hem Selanik müftüsünden tefsir ve fıkıh dersleri almıştır. 1654’te İstanbul’a gelip burada da Galata ve Kasımpaşa mevlevihânelerinde eğitim almış, 1668’de ise saraya müneccimbaşı ve ondan birkaç sene sonra da pâdişâha musâhib olmuştur. Sultan (IV.) Mehmed’in hükümdarlığı süresince yüksek bir îtibâra sâhip olan Ahmed Dede, sultânın ölümü sonrasında tahta geçen kardeşi (II.) Süleyman devrinde görevinden azledilmiş ve Mısır’a giderek 4 yıl kadar burada kaldıktan sonra Hicaz’a geçip ömrünün kalan 11 senesini burada tamamlamış, Medine medreselerinde müfessir ve fakih olarak çalışmış, Mekke’de mevlevî dergâhının şeyhliğini uhdesine almıştır. Bir şâir de olan Müneccimbaşı’nın tezkîrelerde bâzı şiirlerine de rastlanmıştır. Atsız Bey, “Yine sahn-ı çemen reşk-i cinân olduğı çağlardır / Değil nerkis görünen câbecâ zerrin ayağlardır” şiirinin Hâfız Post tarafından bestelenmiş olduğunu kaydetmiştir.
Müneccimbaşı, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın emriyle, 47’si Arapça, 17’si Farsça ve 8’i Türkçe olmak üzere bugün bir bölümü kayıp olan 72 kaynaktan ve birtakım risâlelerden istifâde ederek Câmiü’d-düvel olarak bilinen evrensel târihini kaleme almıştır. Kitap, Âdem’den başlayarak kendi yaşadığı döneme kadar pek çok hânedânı ele alan tenkidî bir dille yazılmış önemli bir eserdir. Arapça kaleme alınan bu eser, Sadrâzam İbrâhim Paşa’nın “tekellüf-i münşîyâneden sâde Türkî’ye” çevrilmesi isteğiyle Lâle Devri’nin meşhûr şâiri Ahmed Nedîm tarafından, yazılışından 30 sene sonra, 1720 – 1730 yılları arasında Sahâ’ifü’l-ahbâr fî Vekâyi‘i’l-a‘sâr adıyla, birtakım hata ve eksiklerle mâlûl olarak, Türkçe’ye çevrilmiştir. Bu dönemde Aynî Târihi, Habîb’üs-siyer gibi eserler bir heyet tarafından çevrilirken Câmiü’d-düvel’i tek başına Nedîm’in çevirmesi dikkat çekicidir. Nedîm tarafından, mukaddimede “Bâ-husûs selâtin-i izâm ve havâkîn-i kirâm ve vüzerâ-i fiham hazerâtına elzem-i lüzûm olan fenn-i târih” sözleriyle kıymeti vurgulanan târih iliminin, Antik Çağ’dan bu yana, dönemin hâkim devletini merkeze alarak veya daha doğru tâbirle hikâyesini o devletle sonlandırarak yazılmış ve ilk Osmanlı tarihçilerinden Ahmedî’nin manzûm eserinde de tâkip edilmiş evrensel târih geleneğinin parçası olan kitapta başka kaynaklarda zikredilmeyen kısa ömürlü hânedanlar ve birtakım küçük kabilelere de yer verilmiştir. Tabiî kitabın en önemli kısmı, müellifin çağdaşı ve tanığı olduğu (IV.) Mehmed dönemine dâir bölümleridir.