“O hâlde, eğer öğüt fayda verirse, öğüt ver.” (A’lâ, 87/9)
Peygamberlerin biz insanlara gönderilmelerindeki gaye, yüce Allah’ın mesajını iletmek insanlara öğüt ve nasihat vermektir. Güzelliklerin yaygınlaştırılmasındaki en etkin yollardan biri öğüt vermektir. Öğüt vermekten maksat, insanlara faydalı olmak ise nasihat güzel bir üslup ile olmalıdır. Aksi takdirde insanlara faydalı olalım derken gönül kırgınlığına sebebiyet verebiliriz.
Yukarıda zikrettiğimiz âyet-i kerimede yüce Allah’ın öncelikle Peygamberimiz (s.a.s)’e hitabını şöyle açıklayabiliriz: Ey Peygamberim! Allah’ın ilahî vahiy yoluy-la sana bildirdiği emir ve yasakları insanlara bildirerek hatırlat, Kur’an’ın içerdiği hükümleri ve bilgileri insanlara ulaştırıp öğreterek vaaz ve nasihat et, Kur’an ile öğüt ver ve onları hayır yoluna ilet, dinin hükümlerini göster. Bunu yaparken in-sanların içinde bulunduğu durum ve hâlleri de gözet ki maksat hâsıl olsun, öğüt ve nasihatin fayda versin. Bununla birlikte yapılacak hatırlatma, verilecek öğüt sadece fayda görecekleri değil, Peygamberimizin aslî görevi gereği herkese yöneliktir. Zira öğüt ve nasihatte her halükarda, herkese olmasa bile, mutlaka fayda vardır. Tabii ki, herkesten bu öğüt ve hatırlatmanın gereğini yerine getirmesi beklenemez. Zira Allah’ın insana bahşettiği özgür iradeye göre, herkes kendi tercihini kendisi yapa-caktır. Öğütten faydalanmak isteyen yararlanacaktır. Peygamberimizin gönderilen mesajı zorla benimsetme gibi bir sorumluluğu yoktur. Nitekim “Eğer Rabbin dilesey-di, yeryüzünde bulunanların hepsi elbette iman ederlerdi. Böyle iken sen mi mümin olsun diye, insanları zorlayacaksın?” (Yunus, 10/99) ayetinde belirtildiği gibi Peygamberimi-zin görevi insanları zorla ikna etmek değil, sadece en güzel şekilde tebliğ etmektir.
Nitekim “Peygambere düşen apaçık tebliğden başka bir şey değildir” âyeti de bu hususu açıklamaktadır.
Hz. Peygamber tebliğ görevini ve yükümlülüğünü yerine getirerek vazifesini hakkıyla yapmıştır. Ondan sonra insanlar kendi hâlleri ile baş başadır. Bu konudaki tutumları ve akıbetleri farklı olabilir. Yüce Allah, insanların bu öğüde karşı tutumla-rını göz önünde bulundurarak dilediği şekilde onları cezalandırır veya ödüllendirir. Hz. Peygamber’in tebliğine kulak verip bu öğütten nasiplenen ve öğüdün kendile-rine fayda verdiği insanlar olduğu gibi bu öğüde kulak tıkayıp bundan nasiplene-meyen insanlar da vardır. Hz. Peygamberin tebliğinden faydalanıp öğüt alabilenler, kalbinde Allah korkusu olup ona varacağını bilenlerdir. Bu konuda şüphe içinde olanlar da öğütten nasiplenebilirler. Ancak küfür ve inadında ısrarcı olup, inkârda ve nankörlükte direnenler öğütten nasiplenemezler, öğüdün onlara faydası olmaz. Demek ki insanın öğütten faydalanabilmesi için iman ederek kalbini ve zihnini ilahî mesajın muradını anlamaya ve uygulamaya açık ve hazır hâle getirmesi gerekir. Aksi takdirde Allah ve resûlünün mesajının onlara bir faydası olmaz.
Nitekim söz konusu âyeti, âyetin öncesinde ve sonrasında zikredilen âyetlerle birlikte düşünecek olursak, yüce Allah’ın Peygamberimize emri ve tavsiyesi şu an-lama gelmektedir: Peygamberim! Sen tebliğ et, ama dinimi insanlara duyurma ko-nusunda sakın kendi kendine zorluk çıkarma. Sorumlu olmadığın şeylerle kendini sorumlu tutarak zora sokma. Sen ölüleri diriltecek değilsin. Senin sağırlara duyur-ma, körlere gösterme gibi bir sorumluluğun da yoktur. Biz senin işini kolaylaştırdık. Sen, sana kulak verip dinleyenlere anlatmaya devam et. Kalbinde Allah korkusu olanlar mutlaka öğütten faydalanır. Ama uyarı karşısında duyarsız kalan kötü kim-seler konusunda kendine bir sorumluluk çıkararak kendini üzme, işini ağırlaştırma. Sen ne kadar çaba sarf etsen de o gibi kimseler öğütten kaçınırlar. Sergiledikleri tavır sebebiyle nasiplenemezler.
Sonuç olarak diyebiliriz ki insan yapısı itibarıyla hangi durumda olursa olsun öğüt ve nasihate muhtaçtır. Bu itibarla peygamberlerin getirdiği mesaja kulak ver-meyen, inkâr eden çoğu insanın, inkârlarının dillerinden ibaret olduğunu düşün-düğümüzde insanların ekseriyetinin nasihatten etkilendikleri sonucuna varabiliriz. Bu da nasihatin kaçınılmaz olduğu gerçeğini ortaya koymaktadır. O hâlde nasihatte devamlılık ilkesi esas olmakla birlikte, bu nasihat güzel bir üslupla, bireyi bıktır-madan, rencide etmeden olmalıdır. Nasihatten önce bireyin maddi ve manevi ihti-yaçlarını ve içinde bulunduğu durumu da göz önüne alarak kendimizi onun yerine koymak suretiyle kendi davranışlarımızı da sorgulamalıyız. Söylediğimiz şeylerin ve tavsiyelerimizin kendi benliğimizde karşılığının olup olmadığını düşünmemiz gerekir. Bazen bir sözden çok güzel bir davranış öğüt olarak daha etkin bir tesir bırakabilir. Unutmamak gerekir ki insanlar ne kadar bozulursa bozulsun kalpler ne kadar katılaşırsa katılaşsın, engeller ne kadar artarsa artsın, hiçbir nesil öğütten faydalanma ve yararlanma yeteneğini tamamen yitirmez.