“Andolsun zamana ki, insan gerçekten ziyan içindedir. Ancak, iman edip de sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler, birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka. (Onlar ziyanda değillerdir).” (Asr, 103/1-3)
Kitabımız Kur’an-ı Kerim’de kapsadığı alan itibariyle oldukça küçük, ancak ih-tiva ettiği anlam itibariyle ve İmam-ı Şafii’nin deyimiyle Kur’an’ın üçte birine denk düşen bu suresinde vakit kavramına dikkat çekilmekte ve ona kasem edilmektedir. O nedenle hepimiz Cenab-ı Hakk’ın uğruna yemin ettiği bu olguyu ziyan etmemek ve iyi değerlendirmek zorundayız. Üstelik mensup olduğumuz din, kişiden talep ettiği ibadetleri belirli vakte bağlamış, hatta vakti ibadetin şartlarından biri saymış-tır. Ramazan gelmeden oruç tutamıyor, vakti girmeden iftar edemiyoruz. Yine vakti gelmeden ezan okuyamıyor, namaz kılamıyoruz.
İşte böylesine önemli olan vaktin kıymetlendirilmesi gerektiği hususunda Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.s)’in de bir ikazı vardır. Peygamberimiz bir hadislerinde kıymeti iyi takdir edilemeyen iki nimetten birinin boş zaman olduğunu belirtmek-tedir (Buharî, “Rikak”, 1). Bütün bu ifadelerden hareketle hayat ve zamanı bize Al-lah tarafından verilen bir emanet olarak algılamalı ve ona göre değerlendirmeliyiz. Mazi-hal-müstakbel her üçü de vakitle ilintili kavramlardır. Hiç şüphesiz her üçü de önemlidir. Bu nedenle insan maziyi düşünerek ibret almalı, yaptığı hatalardan pişmanlık duyarak doğruyu bulmalı ve gençliğinin ne çabuk gittiğini hesap ederek kendine çeki- düzen vermelidir! Ancak bütün bunlar yapılırken sadece geçmişi dü-şünmek ve geçmişle uğraşmak, hâli ziyan etmekten başka bir işe yaramaz. Gelecekle meşgul olmak da öyledir. Nitekim milli şairimiz Mehmet Akif;
“Geçen geçmiştir artık, ân-ı müstakbelse müphemdir.
Hayatından nasibin bir şu geçmek isteyen demdir” derken, bir diğer şair; “Geçti mazi, çekme istikbale gam,
Gün bugün, saat bu saat, dem bu dem” ifadesini kullanmaktadır. Malatyalı Niyazı-î Mısrî,
“Ne maziyem ne müstakbel, her anın ânesiyim ben” demekle içinde bulunulan vaktin önemine vurgu yapmaktadır.
Aynı sure içerisinde dikkatimizi çeken üç kavramla daha karşılaşıyoruz. Zararda ve ziyanda olmayan kişilerin ancak iman eden, salih amel işleyen ve birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler olduğunu görüyoruz. Gerçekten de iman her şeyin başıdır. İmanda şüphe olmaz. İman dünya ve ahirette kurtuluşun en önemli şartı-dır. Ancak bununla yetinmemeliyiz. İmanımızı takviye edecek, onu ispata çalışacak amele ihtiyacımız vardır. Bu ameli sadece namaz, oruç, zekât gibi İslam’ın şartları diye bildiğimiz ibadetlerle sınırlandırmak doğru değildir. İnsan ve hayvanların men-faatine olan her şeyi amel-i salih olarak görmek mümkündür.
Bir diğer husus inananların birbirlerine daima hakkı, hakikati, doğruyu, güzeli tavsiye etmeleri ve bu hususta adeta birbirleriyle yarışmalarıdır. Bizler daima bu çizgide olmalı, bunların aksi davranış cümlesinden olan batıl, yanlış, haksız ve çir-kin işlere tevessül etmemeliyiz. Yine aynı surenin son kısmında söz konusu edilen sabır göstermek de Müslüman’ın en büyük hasletlerinden biri olmalıdır. Bir nimete kavuştuğumuz zaman şükretmeyi bilmeli, ancak bir musibet ve sıkıntıyla baş başa kaldığımızda ise isyan değil sabretmeliyiz.