Türkçülüğün erken târihinin en önemli simâı olan ve Lehistan’ın (Polonya) Kleszow kentinde subay bir babanın oğlu olarak dünyâya gelip, Osmanlı olmadan evvelki hayat devresinde Konstantin Borzecki adını taşıyan Mustafa Celâleddin, 1844’te Piotrkow’da liseyi bitirmiş ve ardından Varşova Güzel Sanatlar Okulu’nda eğitime başlamıştır. A. Odabaşı’na göre, muhtemelen parasızlıktan iki yıl sonra bu okulu bırakarak Wloclawek’te papaz yetiştirmek üzere kurulan Katolik okuluna giren geleceğin Osmanlı paşası, burada klâsik ve dinî bir eğitim alarak kendi anadili olan Lehçe’nin hâricinde Lâtince, Fransızca ve Rusça’yı da öğrenir. Ayrıca Almanca da bilen Borzecki, bu eğitimini de Avrupa’yı çalkalandıran 1848 ihtilâllerinin anaforunda itmâm etme imkânı bulamaz ve bu gelişmelere dâhil olarak hayâtının seyrinin büsbütün değişmesine yol açar.
Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde kıtlık, sanâyi devriminin etkisiyle gelişen çalışma koşullarının elverişsizliği ve birtakım benzer etkilerle ve uzak olmayan bir geçmişte vücut bulan Fransız İhtilâli’nin yaydığı özgürlükçü, eşitlikçi fikirlerin gölgesinde ortaya çıkan bu ihtilâl hareketlerinin ilk örneği, dokuma fabrikalarındaki ağır koşulların etkisiyle 1831’de Lyon’da meydana gelmişti. Daha sonra 1834 ve 1839’da Paris’te ve Fransa’nın muhtelif yerlerinde gerçekleşen ayaklanmalar, zanaatkârların, işçilerin, öğrencilerin ve muhtelif sınıflardan memnûniyetsizlerin kalkışmalarıyla ilerleyerek doruk noktasına 1848’de ulaşmış, Fransa dışında, Almanya, Avusturya, İtalya ve Prusya şehirlerinde barikatlar kurulmuştu. İşte Konstantin Borzecki’nin, 1848 Nisan’ında Lehistan’ın Prusya egemenliğindeki kısmında, daha ziyâde bağımsızlık arayışlarına medâr olan, Poznan’daki isyan girişimine dâhil olması, tutuklanmasına ve Magdeburg Hapishânesi’nde mevkûfiyetine yol açar. Daha sonra sınır dışı edilerek Paris’e giden Konstantin’in, bu esnâda Sultan Abdülmecid’in mültecilere kucak açtığını öğrenmesi ve Paris’te hep arzu ettiği subaylık mesleğine girme imkânının da olmadığını görmesi, 1849’da Türkiye’ye ilticâ etmesine sebep olmuştur.
İstanbul’a geldikten sonra Osmanlı ordusuna katılma talebinde bulunan ve Harbiye’deki Fransız subaylarının imtihanından geçip bilhassa harita çizmek konusunda gösterdiği üstün beceri dikkate alınarak erkânıharp yüzbaşısı rütbesiyle harita şûbesine atanan Konstantin, aynı sıralarda ihtidâ ederek Şeyhülislâm Ahmed Ârif Hikmet Bey tarafından verilen Mustafa Celâleddin ismini alır. İlk olarak Doğu Anadolu’daki birliklerde görevlendirilen ve Diyarbakır’da bulunan Mustafa Celâleddin, 1851’de kuruluşunu tamamladığı bir müstahkem mevkîin gördüğü takdirle İstanbul’a çağırılarak seraskerlikte görev yapmaya başlar.
1852’de Karadağ askerî harekâtında, 1853 – 1856 yılları arasında Kırım Savaşı’nda, 1857’de orta parmağının kısa kalmasına sebep olacak bir kurşun yarası alacağı Bağdat’ta, 1861’de boynundan kurşunla yaralanacağı ve miralay rütbesine yükseleceği ikinci Karadağ isyânında, 1867’de mirliva olacağı Girit isyânında görev alan Mustafa Celâleddin Paşa, 1869’da bizim açımızdan asıl mühim cephesini teşkîl eden ve Türk milliyetçiliğinin pişdârı sayılan eseri Les Turcs Anciens et Modernes’i İstanbul’da, imzâsız pek çok siyâsî yazı kaleme aldığı Jan Petri’ye âit Courrier d’Orient gazetesinin matbaasında neşreder. Aynı kitap, bir yıl sonra Paris’teki Librarie International’de ünlü yayıncı Albert Lacroix tarafından tekrar basılır. Yusuf Akçura, Sultan Abdülaziz’e ithâf edilen kitabın, “tatbikî mâhiyette bir rapora benzemekle berâber, Türkçülük nokta-i nazarından çok şâyân-ı dikkat mebâhisi ihtivâ et”ttiğini belirtmiştir. Ona göre yazar, bu kitapla, siyâsî ve pratik iki gâyeyi hedeflemiştir: 1. “Türklere ırklarının kudret, kıymet ve vüs’atini bildirerek onların i’timâd-ı nefslerini takviye etmek” ve Balkanlar’da mücâdele ettiği, isyan hareketlerinin içindeki milletlere, Hıristiyan uygarlığı içinde eriyen Uz ve Kumanlar’ın torunları olduklarını hatırlatıp tehlikeli Slavizmin kucağına düşmelerine engel olmak üzere, “Türklerle aynı ırktan olduklarını ta’lîm ve telkîn etmek”; 2. Kendilerini Ârî sayıp diğer ırkları bu “hodperest”âne nazariyeye dayanarak aşağı gören Avrupalılar’a, bilhassa yakın zamanda İmparatorluk Senatosu’nda Türkler’i de Ruslar’la berâber Asya barbarlığının içinde değerlendiren Fransız politikacı Casimir Delamarre’ın konuşmasına reddiye olmak üzere, aslında Tûrânîlerin de onlarla aynı ırktan olduğunu göstererek Türkler’e dönük “ırkî husumetleri eksiltmek.”
Bu bağlamda kitabında geniş olarak, Turo-Aryanizm adını verdiği nazariyeyi anlatan Mustafa Celâleddin, antikçağ literatürüne vukûfiyetini, yüzeysel istidlâllerle neticelenen filolojik – etimolojik açıklamalarla (Mesela Troya Savaşı’nda birleşik Hellen ordularının başbuğu olan Agamemnon, Paşa’ya göre, Memnun Ağa’dır) birleştirerek Türkleri Ârî, Türkçe’yi bir Aryan dili saymak yolunda ilim dışı fakat samîmî bir gayret sergilemiş, Fransız politikacı Bailly Jean Sylvain’e dayanarak “insan ırkının kaynağını Türkistan’ın derinliklerinde aramak gerektiğini” vurgulamıştır. Ona göre, Etrüskler’in Turo-Aryan ve Türk olduklarını reddetmek de yanlıştır ve serdettiği kanıtlar Türkler’in Avrupa Ârîleri içine alınması için yeterlidir. Çin’de çok eski zamanlardan beri Türkler’in hüküm sürdüğünü, Got, Trak, Fenike kavimlerinin hep aynı menşeye sâhip olduğunu, Türkçe çekimle benzerliğine dikkat çektiği Lâtince ve Yunanca’nın, bu benzerliği Etrüsk ve Traklar’la temâsa borçlu olduğunu, hatta Türkçe’nin Ârî özelliklerinin Atina’nın efsânevî kralı Kekrops’un zamanından beri bilindiğini, Grek ve Roma mitolojisindeki tanrı adlarının da Türkçe’ye benzediğini kaydetmiştir[1]. Bu gibi etnoloji konuları dışında, reform meselelerine ve Tanzîmât’a değinen Paşa, Osmanlı cemiyetinin geri kalmasına Müslümanlığın sebep olduğuna dâir Avrupa mahreçli görüşleri de reddederek, insanlığı alçaltan musibetlerden asıl sorumlu olanın Yunan Hıristiyanlığı (Ortodoksluk) olduğunu, “İslâmiyet’i sorumlu tutmaya kimsenin hakkı olmadığını” çeşitli örneklerle açıklamaya çalışmıştır. Kitap, onu daha Rumeli’de genç bir subayken okuyan Atatürk üzerindeki etkisi ve bâzı inkılâpların esinleyicisi olmak bakımından da ayrıca mühimdir. Bu bağlamda Türk Târih Tezi’nin kaynağı olarak görülmesi; halifeliğin Osmanlı târihindeki olumsuz tesirine dâir eleştirileri, Arap alfabesinin Türkçe’nin yapısına uygun olmadığına dâir kanaatleri ile radikal inkılâplarımızın mübeşşiri sayılması mümkündür. Yusuf Akçura, Türk Yılı 1928’de, o sıralar baskısı kalmayan, “Türkçülük târihinin ve asr-ı hâzır Osmanlı târihinin tedkîkinde ihmâli câiz olmayan” bu kitabın Fransızca baskısının tekrar yapılması ve mutlaka Türkçe’ye çevrilmesi gerektiğini belirterek bunu Türkiye Maarif Vekâleti’nin ve Türk Ocağı’nın himmetinden beklemesine rağmen, kitap ancak 2014’te, Eski ve Modern Türkler adıyla dilimize kazandırılabilmiştir.
La Guerre Modern (Zamanımızın Harbi) adlı bir kitabı daha basılmış olan Paşa’nın Şark’ta Rus ve Batı Tesirleri üzerine, Timur, yeniçeriler ve Doğu’da faaliyet yürüten Cizvit papazları hakkında yayınlanmamış eserleri de bulunmaktadır. Paşa, kitabının ikinci baskısının yapıldığı sene, 1870’te, Manastır’a süvâri livası olarak tâyin edilmiş, hâmisi ve kayınpederi olan Ömer Lütfi Paşa’nın vefâtı üzerine 1870’te mirliva rütbesiyle tekâüde sevk edilmiş; fakat kendisini emekliye sevk eden Hüseyin Avni Paşa’nın 1871’de Isparta’ya sürgün edilmesinden sonra tekrar muvazzaf sınıfına alınarak Erkân-ı Harb-i Umûmî Dâiresi’ne tâyin edilmiştir. 1875’te Hersek ve Karadağ’da cereyân eden isyanları bastırmak üzere Sırplar karşısında kazandığı muvaffakiyetler sebebiyle ferik rütbesini alan Paşa, kısa süre sonra Karadağ’da yaralanarak, kaldırıldığı cephe revirinde şehit düşmüştür.
Bütün bunlar dışında, Mustafa Celâleddin Paşa, soyundan gelen ünlü isimlerle daha da ilginçleşmektedir: Oğlu Enver Celâleddin Paşa’nın kızı Ayşe Celile Hanım, Nâzım Hikmet’in annesidir. Ayrıca Enver Celâleddin’in bir diğer kızı Münevver Hanım da Garip akımının başlatıcılarından Oktay Rifat’ın annesidir. Nâzım Hikmet, “Lehistan Mektubu” adlı şiirinde “dedelerimizden biri / 1848 Polonya muhaciri” diyerek Mustafa Celâleddin Paşa’ya gönderme yapmıştır. Mahmut Çetin’in Boğaz’daki Aşiret adlı ünlü kitabı, büyük ölçüde bu soyağacına hasredilmiştir.
Göktürk Ömer