Türk edebiyâtının, 17. asırda yaşamış, asıl adı Yusuf olan ve eserlerinden, ilim yolunun sâliki ünlü bir âileye mensup olduğunu öğrendiğimiz Urfa doğumlu büyük şâiri. (IV.) Mehmed’in saltanat döneminde (1648 – 1687) İstanbul’a gelmiş ve Musâhib Bozoklu Mustafa Paşa’nın himâyesiyle dîvân kâtibi olmuştur. 1678-79’da hacca giden Nâbî, yolculuğunu Tuhfetü’l Haremeyn adlı eserinde mensur olarak anlatmıştır. Ayrıca Türkçe Dîvân’ının hâricinde, eserleri arasında, Lehistan’daki Kamaniçe kale şehrinin 1672’deki fethine dâir yazdığı Târih-i Vekâyi-i Kamaniçe ile Veysî’nin Dürretü’t-tâc fî sîreti sâhibi’l-mi‘râc’ına yazdığı zeyl ve sonraları kendi zeyline yazdığı zeyl (Zeyl-i Zeylü’n-Nâbî) gibi mensur târih kitaplarıyla, Molla Câmî’nin Kırk Hadis (Hadîs-i Erba’în)’inin serbest bir şiir çevirisi de yer alır. Nâbî, hac dönüşünde Musâhib Mustafa Paşa’nın kethüdâsı olmuş, onun ölümünden sonra 25 yılını geçireceği Halep’e gitmiştir. Mâiyetinde bulunduğu Halep Vâlisi Baltacı Mehmed Paşa’nın ikinci defa sadrâzam nasbedilmesi sâyesinde tekrar İstanbul’a gelerek burada darphâne emîni, Anadolu muhasebecisi, süvâri mukâbelecisi gibi memuriyetlerde bulunmuştur. Bu geliş, şâir Sâbit tarafından “Yükledüp tâze kumâş-ı Haleb-i ma’nâyı / Geldi İstanbul’a şehbender-i mülk-i irfân” mısrâlarıyla kutlanmış, Nâbî, “İrfân ülkesinin şehbenderi” olarak tebcil edilmiştir.
Nâbî’nin Osmanlı şiirinde kendisine has özelliği, bilhassa oğluna mesnevî tarzında yazdığı nasihatleri içeren Hayriyye adlı eserinde göze çarpan hikemî/felsefî anlatımı ile didaktik/öğretici tarzıdır. Şiirlerine atasözlerini uygun şekilde yerleştirmek konusundaki ustalığı, 15. asır şâiri Necâtî’yi andırır. Yaşadığı devrin ekâbiri arasında şöhretli ve şâirler içinde mümtaz bir yeri olan Nâbî, “Şeyhü’ş-şuâra” unvânıyla anılmış, muakkipleri içinde Koca Râgıp Paşa gibi şâirler bulunmuştur.
Kabaklı’nın, Dîvân edebiyâtının en toplumcu şâiri olduğunu belirttiği ve bu yanıyla Rûhî’ye benzettiği Nâbî’nin, onun aksine, sâkin, kararlı ve ağırbaşlı bir tenkidci olduğunu da kaydetmiştir. Bu yanıyla kuvvetli bir heccav da olan Nâbî, 17. asır Osmanlı toplum hayâtının türlü unsurlarına yönelik eleştirilerini hicivleriyle dillendirmiştir. Mevkî ve makam düşkünlerine “Sana ey câh-perest el yumaga âlemden / Miski sâbun ile simin legen ibrik gerek”, samimiyetsiz sofulara “İhlâsun olmayınca hudâvend-i âleme / Ey zâhid-i ġabî ne oķursun namazda” gibi mısrâlarıyla yüklenirken, câhilleri, kişisel zaafları ve kendi nefsinin hatâlarını da diline dolamaktan imtinâ etmemiştir. Şâir, aynı zamanda müdânaasız bir insandır. Halep’teyken gadre uğrayıp oturduğu ev elinden alınınca söylediği düşünülen, “Bâğ-ı dehrin hem hazânın hem bahârın görmüşüz / Biz neşâtın da gamın da rûzgârın görmüşüz / Çok da mağrûr olma kim meyhâne-i ikbâlde / Bir hezârân mest-i mağrûrun humâın görmüşüz” mısrâları, bu vâdideki en meşhûr sözleridir.
Ölüm ânında, “Nâbî be-huzûr âmed” mısraıyla kendi irtihaline târih düşürdüğü rivâyet edilen Nâbî’nin mezarı, Karacaaahmet’tedir.
Göktürk Ömer Çakır