İlk resmî Osmanlı vak’anüvisi ve târihçi Mustafa Naîm, Halep’te doğmuştur ve burada mukîm bir yeniçeri âilesine mensuptur. Şöhret bulduğu Naîmâ mahlasını, devlet hizmetine girdikten sonra dîvân kâtipliği sırasında almıştır. Halep’te ilk eğitimini alıp İstanbul’a geldikten sonra girdiği memuriyet, Saray-ı Atîk baltacılığıdır. Bir taraftan Beyazıd Camii’nde derslere devam etmiş, 1686’da ise Dîvân-ı Hümâyun kâtipleri arasına girmiştir. Muhtemelen 1702’den önce kendisine vak’anüvislik görevi verilmiştir. Bu resmî tarihçilik görevinin Kânûnî Sultan Süleyman devrinde kamu görevine dönüşen şehnâmenüvisliğin devâmı olduğu da ifâde edilmiştir. Başka bir görüşe nazaran (II.) Bayezid’in İdrîs-i Bitlisî ve Kemalpaşaoğlu’ndan veya (IV.) Mehmed’in Nişancı Abdi Paşa’dan Osmanlı târihleri telif etmelerini istemesi bu kamu görevini doğurmuştur; fakat bunlar şahsî talepler üzerine yazılmış eserlerdir. Oysa Naîmâ, Sadrâzam Amcazâde Hüseyin Paşa tarafından Şârihülmenarzâde Ahmed Efendi’nin târih müsveddelerini düzenlemekle görevlendirilmiş ve bunu tamamlayınca bir kese atıye ve 120 akça maaşla birlikte kendisine görev beratı verilmiştir. Halefi Râşid Mehmed Efendi de bu görev tevcihine dayanarak kendisinden ilk vak’anüvis olarak bahsetmiştir. Bundan sonra Dîvân-ı Hümâyûn hâcegânı zümresine girip fâsılalarla üç kere Anadolu muhasebeciliğine getirilen Naîmâ, defter eminliği, başmuhasebecilik ve silâhdar kâtipliği gibi görevlerde de bulunmuştur.
Şüphesiz ona asıl şöhretini kazandıran, genelde Naîmâ Târihi adıyla bilinen ve takriben 1400 başlıktan oluşan, Ravzatü’l-Hüseyn fî hulâsati ahbâri’l-hâfikayn adlı târih eseridir. Eser, (III.) Murad’ın saltanâtından (1574) başlayıp 1655’e kadar Şârihülmenarzâde’nin kayıtları kullanılarak getirilmiş ve Karlofça Anlaşmasının da eklendiği bir mukaddimeyle Amcazâde Hüseyin Paşa’ya sunulmuştur. Amcazâde’nin yerine sadrâzam olan Damat Hasan Paşa’nın talebiyle eserine devam eden Naîmâ, ilk telifin 1592’ye kadar gelen kısmını ayırmış, Amcazâde’ye sunduğu ve 1655’te biten metne sonraki 5 yılın olaylarını ve Edirne Vak’asının anlatıldığı bir risâleyi ekleyerek 1592 – 1660 yıllarını içeren yeni bir tensîkatla metni takdîm etmiştir.
Naîmâ, eserinin mukaddimesinde özgün olmamakla birlikte bir târih felsefesi ortaya koyma çabasına girerek “Ma’lûm ola ki âdet-i ilâhiyye ve irâdet-i aliyye bu veçhile cârî olagelmiştir ki her devlet ü cem’iyyetin hâli dâ’imâ bir karar üzre müstekar ve vetire-i vâhid üzre müstemirr olmayıp” dedikten sonra “Pes etvâr-ı mütegâyire-i devlet gâlib-i hâlde beş tavrı tecâvüz eylemez” kaydıyla bu beş tavrı, “zafer vakti”, devleti doğuran kabile ve aşiretin “İstiklâl vakti”, “ferâğ ü râhat ve sükûn u emniyet vakti”, “kanâ’at ü müsâleme tavrı”, “tebzîr ü isrâf ve izâ’at ü itlâf tavrı” başlıkları altında açıklayıp İbn Haldun’un Mukaddime’sinde bahsettiği dâire-i adliyye konusuna temâs etmiş, uzviyetçi/biyolojist görüşü ve beş tavır nazariyesini benimsemiştir. Bu konuda esas kaynağı, Kâtip Çelebi’dir; fakat Naîmâ, cemiyetin bir hâzık tabîbin tedbiriyle kurtulabileceğine de inanmaktan geri kalmamıştır.
Eserinde târih yazmanın şartlarından, doğru sözlü olmak, araştırmak, salt hikâyeci olmayıp kıssadan hisse çıkarıcı olmak, şâyiâ ve dedikodulara kulak asmamak olarak bahseden Naîmâ, Türk tarih yazıcılığı içerisinde gerek üslûbu, gerek tasvir gücü açısından beğenilip benimsenerek kendisinden yararlanılan önemli bir kaynak olmuştur. Refik Halit Karay, Rıza Nur’un zuhûrunu anlattığı bir makalesinde Naîmâ’nın üslûbunu taklîd etmiş (Kirpinin Dedikleri içinde “Be-tarz-ı Naîmâ-yı Sühendân Târîh-i Devr-i Mebûsân Eser-i Hâme-i Kiprî-i Nâtevân”, İstanbul, 1336/1920), Dr. Rıza Nur da târihçiye olan hayranlığını belirtmiştir. Ayrıca B. Ayvazoğlu’nun “Beyazıt Meydanı’nın Derin Tarihi”ni anlattığı eserinden öğrendiğimize göre, ilk millî kütüphânemiz olan “Kütüphâne-i Umûmî-i Osmânî[5], 1884 Ramazan’ının ilk günü, raflara bir takım Naîmâ Târihi konulmak suretiyle” açılmıştır.
Kıymetli hocamız Turgut Güler’in ifâdeleriyle “Naîmâ, şahsına münhasır üslûbu ve tahkiye tarzı olan müstesnâ bir kalem erbâbıdır. Bâzı mahfillerde, onun, başkalarına âit bilgi ve görüşleri nakletmekten öte bir vasfı olmadığı dile getirilse de, bu hüküm, çok acele verilen ve de bâzı kasıtlarn zemîn hazırladığı bir yaklaşma şeklidir. Naîmâ, bu kısır bakış açısını aslâ hak etmiyor. Bir ân için bu karakûşî değerlendirmeyi doğru kabûl etsek bile, asılları zaman tünelinde kaybolmuş Şârihü’l-Menârîzâde Ahmed Efendi ve Ma’noğlu Hüseyin Efendi gibi çok mühim kaynakları bize aktarmış olmasından dolayı, Naîmâ’ya minnet duymamız lâzımdır. Oysa o, çok daha fazlasına lâyık bir gayret ehlidir. Yazıldığı günden bu yana, en çok okunan ve basılan târîhlerden birine imzâ atmış olması, Naîmâ’yı Türk Büyükleri Galerisi’ne almamız için yeter de artar.”