Türk güldürü edebiyâtının önde gelen figürü olarak Nasreddin Hoca’yı tek bir mücessem kişide aramak doğru mudur bilinmez; ama millî hayâtımızın bir cüzü olduğu ve nüktedan Anadolu insanının pratik zekâ, kavrayış, lâfı gediğine koyma, özlü ve hakîmâne ifâde gibi kaabiliyetlerinin onda tecessüm ettiği ve bizim ayrılmaz bir parçamız olduğu bir doğrudur. N. Albayrak’a göre, “Yaşadığı dönem, doğum ve ölüm yılları, tarihî kişiliği ve ailesi hakkındaki bilgiler tartışmalıdır. Yaşadığı dönem ve yöre hakkındaki en önemli kanıtlar Akşehir’deki türbesi, soyundan geldikleri söylenen kişilere ait mezar taşı kitâbeleri ve adına kurulmuş olan vakıfla ilgili Fâtih Sultan Mehmed devrine ait bir arşiv belgesidir. Kaynaklarda yer alan bilgilere göre Nasreddin Hoca, Sivrihisar’ın Hortu köyünde 605 (1208) yılında doğdu. Köyün imamı olan babası Abdullah’tan sonra bu görevi kendisi üstlendi.
Ardından Akşehir’e göç etti, burada kadılık yaptı ve 683 (1284) yılında öldü.”
Kabûl edilen en doğru bakış açısı yukarıdaki kayıttır. Yine de Hoca hakkındaki çeşitli aktarımlardan bahsetmekte fayda var. Bunların arasında Halîfe Hârun Reşid döneminde (786 – 809) yaşamış olduğundan tutun, Harezm hükümdârı Alaeddin Tekeş’in (1172 – 1200) muâsırı olduğundan veya 13. asırdaki Selçuklu hükümdarlarından bir Alâeddin’in çağdaşı olduğuna yâhut Timur’la Bâyezid devrinde yaşadığına dek türlü rivâyetler vardır; fakat Türkçe’de Hoca’dan bahseden en eski yazma eser Cem Sultân’ın maiyetindeki Ebû’l-Hayr Rûmî tarafından kaleme alınıp 1480’de tamamlanan, Sarı Saltuk’un menkıbelerinin anlatıldığı Saltuknâme’dir.
İsmâil Hâmi Dânişmend, anonim bir Selçuknâme’ye dayanarak Hoca’nın Moğol istilâsı devrinde zarâfet, talâkat ve siyasetiyle halkı zâlim Moğolların baskısından kurtarıp haracı hafifletmeye çalışan bir halk babası olduğunu ve Konya’da Sultanlığın müstevfîlik, yâni Mâliye Nâzırlığı, makâmına gelerek bu işleri hallettiğini aktarmıştır. Yine aynı kaynağa göre Çobanoğulları’nın üçüncü emîri Muzafferü’d-din Yavlak-Arslan’ın oğlu olan “Nasıruddîn”, babasının saltanat kavgalarında maktul düşmesi üzerine onun yerine bey olmuştur. Dânişmend, Konya’daki sergüzeştinde geçen Selçuklu Mesud’un ve Moğol idarecinin (Geyhâtu)
sonraki anlatılarda Bâyezid ve Timur’la, Moğolların da Tatarlarla yer değiştirdiğini öne sürer ve bu vesîleyle ilginç bir kariyerle onu reel târihe bağlar.
Hoca’nın fıkraları kültür tarihçiliğinin meselesi olarak ele alınmış ve kendisi, kişiliğini yansıtan bâzı eski güldürü edebiyâtı kahramanlarının envanterini devralan bir figür olarak görülmüştür. Bunların başında 10. asırda Kûfe’de Fazâra kabîlesinden Cuhâ adlı bir nükteci kişi gelmektedir. Fehim Bayraktareviç’e göre 10. asır Arap bibliyografı İbnü’n Nedîm’in el-Fihristadlı kitabında da Cuhâ Fıkraları Kitabı (Kitab-ı Nevâdir-i Cuhâ) olarak geçen ve bizden önce Batı’ya ulaşan bu güldürü hikâyeleri 15 ve 16. asırlarda Türkçe’ye çevrilerek Nasreddin Hoca’ya mâl edilmiştir. Ayrıca Fars edebiyatına da yansıyan Cuhâ çevirileri Acem şâirler kanalıyla daha eski târihlerde de Anadolu’da bilinir hâle gelmiş olabilir. Nitekim Mevlânâ’da birkaç Cuhâ hikâyesi yer almaktadır. Diğer yandan, Cuhâ isminin “Hoca” olarak bir tehâfül geçirdiğini söylemek de bu vesîleyle kolaylaşır gibi olsa da bunu Farsça’da seçkin erkek anlamındaki hâce’ye bağlayanlar da vardır.
Nasreddin Hoca salt Arap Cuhâ’dan neşet etmiş demek zordur; fakat Türk dünyâsında pek çok güldürü karakterini içine aldığı veya doğurduğu bir gerçektir: Karakuş, Behlül, Ahmet Akay, Navöi, Aldarkösö, Apandi (Efendi) gibi yerel veya anonim nitelikli isimler kanalıyla geniş bir coğrafyada fıkraları anlatılmıştır. Ayrıca fıkraları kanalıyla Türkçemiz pek çok deyim ve atasözü kazanmıştır. Bunlardan bir kısmı özgün fıkralarda yer aldığı gibi, sonradan işlenmiş fıkralar du tip anonimleşmiş sözlere kaynaklık etmiştir.