20. asırda Türk şiirinin büyük ismi olan Necip Fazıl, hukukçu Abdülbaki Fazıl Bey ile Giritli Mediha Hanım çiftinin oğlu olarak İstanbul Çemberlitaş’ta, “Bir Yalnızlık Gecesinin Vehimleri” adlı hikâyesinde bahsettiği büyük bir konakta doğmuştur. 1950’lere kadar yerli yerinde duran bu konağın bugünkü yeri belirsizdir. 1974’te kaleme aldığı O ve Ben adını taşıyan otobiyografisinde terbiyesini dedesi Maraşlı Kısakürekoğlu Hilmi Efendi’den almış olduğunu söyleyen Necip Fazıl, bir sınavla girdiği Bahriye Mektebi’ne kadar birçok okul değiştirmiştir ve bunların arasında, ileride dostu olacak olan Peyami Safa’yı tanıdığı Rehber-i İttihâd-ı Osmanî Mektebi de vardır. Kız kardeşi Selma’yı ve on iki yaşındayken “en yakın arkadaşım” dediği, yaramazlıklarına göz yuman dedesi Mehmet Hilmi Efendi’yi kaybetmesi onda onarılması güç derin yaralar açmış; fakat bu yaralar, ileride yazacağı şiirlerin ilhamı kaynağı da olmuştur. Aynı yaşın içerisindeyken annesini ziyâret için gittiği hastânede, Mediha Hanım’ın bir başka çocuğun şiir yazmasını takdir edip oğlu Necip Fazıl’a “senin bir şair olmanı ne kadar isterdim” demesiyle hayâtı yeni bir yönde değişmiştir.
“Ne oldumsa bu mektepte oldum” dediği, Mekteb-i Fünûn-ı Bahriye-i Şâhâne’nin öğrencileri arasında, ileride rakibi olarak gösterilecek olan Nazım Hikmet de bulunuyordu. Necip Fazıl bu okulda Yahya Kemal Beyatlı, Ahmet Hamdi Akseki, Hamdullah Suphi Tanrıöver gibi zamanın üst düzey fikir ve sanat adamlarından ders almış ve İlk dergisi olan, elle yazdığı Nihal’i bu okulda çıkarmıştır. On üç yaşında annesi ile babası ayrılan ve bu ayrılıktan sonra babasının kendisine ilgisiz kalışını kimi eserlerinde isim vermeden işleyen Necip Fazıl, annesi ile beraber tersânede işçilik yapan dayısının Kasımpaşa’daki evinde bir süre barınmış, bu yaşlarda yoksullukla yüz yüze gelmiştir. 1921 yılında Darülfünûn’un Edebiyat Medresesi Felsefe Şûbesine giren ve bütün hislerini şiirde göstermeye başlayarak yazdıklarını küçük bir kitapta toplayan Kısakürek, bu okuldaki öğretmeni olan Ahmed Hâşim’e şiirlerini göstermiş ve ondan hayretle karışık “bu sesi nereden buldun?” cevabını almıştır. Yayınlanmış ilk şiiri olan “Kitabe”, 1 Temmuz 1923 târihli Yeni Mecmua’da çıkan Necip Fazıl, 1939’a kadar pek çok şiir ve hikâyesini bu dergi dışında, Millî Mecmua, Anadolu, Hayat ve Varlık mecmualarıyla Cumhuriyet gazetesinde neşretmiştir. 1924’te Maarif Vekâleti’nin açtığı sınavı kazanarak Fransa’ya Sorbonne Üniversitesi’ne yüksek tahsilinin devamı için gidip, burada ders aldığı spiritüalist filozof Henri Bergson’un tesirinde kalan şâir, bohem hayatına kapılması, kumar hastalığının başlaması ve güneşi görmeden yaşayan bir kişiye dönmesi yüzünden Bergson’un derslerinden yeteri kadar istifade edememiştir. Devamsızlıktan dolayı bursu kesilip Türk elçiliğinden birkaç defa maddî yardım aldıysa da, sonunda yurda dönmek mecbûriyetinde kalmıştır.
İstanbul’da da aynı bohem hayâtına devam eden Necip Fazıl, 1925’te, ilk şiir kitabı olan Örümcek Ağı’nı çıkarmış, diğer yandan, Bahr-i Sefid Bankası’nda, o sıralar iyi bir kazanç kapısı olan bankacılığa başlayıp, oradan Osmanlı Bankası’na geçmiş ve bu arada 1928 yılında ikinci şiir kitabı olan Kaldırımlar’ı neşretmiştir. Ömrü boyunca “Kaldırımlar şâiri” olarak anılmasını sağlayacak bu kitabıyla ferdiyetçi bir sanatın mümeyyizi olarak parlayan, aynı yıl bugün pek bilinmeyen Meş’um Yakut adlı polisiyesini yazan ve artık tanınan bir şâir olan Necip Fazıl, 1931 senesinde yedek subay olarak askerliğini tamamlamış, hemen ardından, 1932’de, üçüncü şiir kitabı Ben ve Ötesi’ni yayınlamıştır. Ziya Osman Saba tarafından “Türk edebiyatının en kuvvetli şiir kitabı herhalde Ben ve Ötesi‘dir” övgüsüne mazhâr olarak şöhretini taçlandırıp kendisine Türk şiirinde bir yol açan Necip Fazıl, Fransız şâirlerinden bilhassa Baudelaire’in tesirinde kalmış, bununla beraber poetikasının mutlak hakikati arama cehdi, P. Valery’ye de benzetilmiştir.
1935’te İş Bankası Genel Müdürlük kadrosuna müfettiş olarak giren şâir, bu yıl içinde Muhsin Ertuğrul’un isteği ve desteği ile Millî Mücâdele’nin Maraş’ta – maddeci Batı müstevlîlerine karşı Doğu’nun mistik rûhunu temsil eden, bununla birlikte Avrupa’da okumuş – Ferhad Bey öncülüğündeki epik anlatısı olan ilk piyesi Tohum‘u yazmış ve tiyatroya dâir ilk eserini vermiş olur. 1934’te, Abidin Dino ile beraber gittiği Beyoğlu Ağa Camii’nde tanıştığı Abdülhakim Arvâsî, onu bambaşka bir mecrâya taşımış, bu târihten sonra Necip Fazıl sanıldığı gibi hızlı bir değişimin aksine yavaş yavaş bohem hayatında edindiği dostları da, genç bir şâir olarak tanıdığı insanları da kaybetmeye başlamıştır. 14 Mart 1936’da sâdece sanat anlayışıyla çıkardığı Ağaç dergisi, bu değişimden etkilenir. Ahmet Kutsi Tecer, Sabahattin Ali, Fikret Adil, Mustafa Şekip Tunç, Sabahattin Eyüboğlu, Ziya Osman Saba, Cahit Sıtkı Tarancı, Sait Faik Abasıyanık ve Burhan Toprak gibi isimlerle neşrine başlanan dergi, aynı yıl 29 Ağustos 1936’da on yedinci sayısıyla yayın hayâtına veda etmiştir. Bu arada tiyatro çalışmalarını da ihmâl etmeyen Necip Fazıl, 1937 yılında yazdığı üç perdelik oyun olan Bir Adam Yaratmak’la tiyatro severlerin nazarında Türk Shakespeare’i olarak tanınmaya başlamış ve 1937 – 1938 tiyatro sezonunda İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda kapalı gişe oynanarak büyük başarı elde etmiş olan bu eser, Hüsrev karakterini bizzat oynayan Muhsin Ertuğrul tarafından sahneye konulmuştur. 1938’de Künye, 1940’ta Sabır Taşı, 1944’te Vatan Şairi Namık Kemal ve 1949’da Nâm-ı Diğer Parmaksız Salih ile tiyatro çalışmalarını sürdüren Necip Fazıl’ın bütün oyunları, resmî, özel, amatör pek çok tiyatro grubu tarafından sahnelenmiştir.
“Bir mısraı millete şeref vermeye yeter” denilip övülen şâir, İslâmî bir gayretin içine girmeye başladığı târihten sonra, kendisindeki dönüşümün düşmanı olanlarca hedef tahtasına oturtulmuştur. Abdülhakim Arvâsî ile tanışıklığın yarattığı değişim Necip Fazıl’ın şiirlerini de etkilemiş ve bâzı şiirlerini reddetmesine sebep olmuştur. Bunların arasında İslâmî değerlere uymadığı gerekçesi ile reddettikleri olduğu gibi, estetikten uzak olarak gördüğü için Çile‘ye almayacağı şiirler de olacaktı. Bu süreçte, başlarda politik görüşünü ve hayat felsefesini önemsemeyen tiyatrocular bile daha sonra oyunlarını sahneye koymayı reddedecek, eski dostları bohem hayatını önüne koyarak, sanatını mahvettiğini düşündükleri için sâbık şair olarak seslendikleri Necip Fazıl’ı istihzâ kastıyla, süper mürşid olarak da anmaya başlayacaklardır.
Bu sürecin sonunda, 1938’de İş Bankasındaki müfettişlik vazifesinden istifa ederek bankacılıktan ayrılan Necip Fazıl, 1941 yılında, köklü bir aileden gelen Neslihan Hanım’la hayatını birleştirmiştir. Hayâtının ayrılmaz bir parçası olan daha sonra bir fikir akımına çevirmeye çalışacağı Büyük Doğu hareketinin dergisini 1943’te çıkarmaya başlamış, bunu, 1949’da kurulan Büyük Doğu Cemiyeti izlemiştir. Otuz beş yılda kimi zaman günlük gazete kimi zaman da dergi olarak çıkan Büyük Doğu 571 sayıya ulaşarak kendi ismiyle bütünleşmiş ve bir mektebe dönüşerek cumhuriyet dönemi fikir hayâtımızda çok kuvvetli izler bırakmıştır. Buna karşılık cemiyet uzun ömürlü olmamış ve 26 Mayıs 1951’de feshedilmiştir. Kendi devri içerisinde ulaşılması zor bir başarıya imza atan Necip Fazıl 1952’de, Vatan gazetesinin sahibi ve başyazarı Ahmet Emin Yalman’ın Malatya’da bir suikast teşebbüsü ile yaralanması sonucu azmettirici neşriyat suçuyla, Serdengeçti dergisinin sâhibi olan Osman Zeki Yüksel’le birlikte yargılanmış ve hâtırâlarını 1955’te Cinnet Mustatili adıyla kitaplaştıracağı bir hapis dönemi yaşamıştır. 1958’de, Türkiye Jokey Kulübü’nün isteği ile tutkusundan hiçbir şey kaybetmediği atları, estetik ve rûhî güzellik yönüyle ele alan At’a Senfoni’yi yazmıştır. 27 Mayıs 1960 askerî darbesi neticesinde Büyük Doğu kapatıldıktan sonra, 6 Haziran 1960’da gece yarısı evinden alınan Kısakürek, 4.5 ay hakkında bir isnat olmadan hürriyetinden mahrum edilmiş, örtülü ödenek dâvâsı ile ilgili olarak ifâde vermiş ve bu mahkemeye eşi Neslihan Kısakürek de dâhil edilmiştir. Balmumcu garnizonunda tutulurken, Atatürk’e hakâret suçu işlediği isnâdı ile mahkemeye verilen bir makalesi dolayısıyla, tahliye olacağı gün yeniden tevkif edilmiş ve 18 Aralık 1961’de tahliyesine kadar kalacağı Toptaşı Cezaevi’ne gönderilmiştir. Bu târihten sonra Yeni İstiklal ve Son Posta‘da başmakalelerini yazan, Anadolu’nun her yerinde konferanslar veren Necip Fazıl, 1962’de bütün şiirlerini Çile‘de toplamıştır.
Necip Fazıl belki de Türk Edebiyatında şiirlerinde en çok değişikliğe giden şâirlerden biridir. O. Okay’dan öğrendiğimize göre; Çile’nin son basımları da dâhil olmak üzere bütün şiir kitaplarına giren 179 şiirden 131′i çeşitli şekillerde değişikliklere uğramıştır. Başka bir deyişle sadece 48 şiir ilk şekliyle ve hiçbir değişikliğe uğramadan gelmiştir. 1964’te, Hazreti Ali adlı dinî – târihî muhtevâlı eserinden sonra, Ahşap Konak, Reis Bey, Siyah Pelerinli Adam gibi tiyatro eserlerini ve İman ve Aksiyon adlı konferans metinlerini yayınlamıştır. Kuvvetli birer tiyatro oyunu olarak Reis Bey 1988’de, Siyah Pelerinli Adam ise 1992’de filme çekilmiştir. Siyah Pelerinli Adam‘da Necip Fazıl’ın hayatından izler görülür ve şeytanla şâirin hesaplaşması konu edilir. Necip Fazıl dînî ve rûhî konulardan sonra 1965’te târihî bir konuya yönelerek (II.) Abdülhamid’in hayâtını anlattığı Ulu Hakan adlı eserini yayınlamıştır. Ayrıca aynı yıl, bir siyer-i nebî olan Çöle İnen Nur yayınlanmış ve bu sene içinde, daha önce kapattığı Büyük Doğu Cemiyetini, Büyük Doğu Fikir Kulüpleri olarak yeniden açmış; 1966’da ise Tarih Boyunca Büyük Mazlumlar’ı neşretmiştir; bu kitap, 1969’da yayınlanacak olan Son Devrin Din Mazlumları adını taşıyan eser için de bir prova olacaktır. Diğer târih eserlerinde olduğu gibi, sakat ve metafizik bir târih anlayışıyla Şeyh Said, İskilipli Atıf, Esad Erbilî, Said Nursî gibi isimlere bu kitapta eğilen Necip Fazıl, bu vâdideki bütün eserlerinde ilmî bir bakış açısından ziyâde gâyet hissî, mübâlağalı ve çoğunlukla menkıbevî metinler ortaya koymuş; metodsuz ve çoğunlukla estetik takdîmin gölgesinde kaybolan târih hakikatlerini önemsememiştir. Bununla birlikte sanat gücü sâyesinde nesiller üzerinde en fazla etkileyiciliğe sâhip bir fikir adamı olduğu gerçeğini de gözden kaçırmamalıyız. 1968’de Büyük Doğu‘nun tezi, “has ekmeklik” dediği, daha önce dergisinde tefrîka edilen, İdeolocya Örgüsü’nü kitaplaştırmış ve Başyücelik sistemi adını verdiği ve ona göre, dünya çapında bir nazariye olmak iddiasındaki siyâsî ütopyasını bir bütün olarak ortaya koymuştur. Necip Fazıl’ın İslâmcı ütopyasında, kendisinin tâkipçilerinden farklı olarak kuvvetli bir Türklük vurgusu yer alır. “Türk, müslüman olduktan sonra Türk’tür” düşüncesini, milliyetçiliğinin temeline koyan, İslâm dünyasındaki dirilişin coğrafyası olarak Anadolu’yu ve sâhibi olarak Türk milletini gören şâir, Türklüğe diğer İslâm milletleri üzerinde vasî rolü biçer. Onun milliyetçiliği, Anadolucu bir İslâmcılığın zarfı olarak ırka değer verir; fakat kuvvetli ilişkiler kurmasına rağmen Türkçülüğe muarızdır. Bilhassa Ziya Gökalp’ı yanlış referanslarla bir din düşmanı, onun Türkçülüğünü ise dinin yerine ikâme edilmek üzere ihdâs edilmiş bir sistem olarak gösterme çabası, bu konudaki başlıca günâhıdır.
1973’te oğlu Mehmet Kısakürek’le Büyük Doğu yayınevini kuran ve 1975’te yayıncılık hayâtındaki hâtırâlarını topladığı Bâbıâli’yi neşreden şâir, 1976’da Raporlar adını verdiği, daha önce Büyük Doğu’da çıkmış bazı çerçeve yazılarını kitaplaştırmaya koyulmuş, 1978’de son Büyük Doğu Dergisini de çıkarmış ve tek roman denemesi olan Aynadaki Yalan’ı neşrettiği sene, 1980’de, Türk Edebiyatı Vakfı’nda Ahmet Kabaklı tarafından kendisine tevcih edilen, Sultânü’ş-şuarâ unvânıyla taltif edilmiştir. Ömrünün sonuna doğru bir taraftan yüceltilirken, diğer taraftan Sultan Vahdeddin hakkında yazdığı, Vatan Haini Değil Büyük Vatan Dostu Vahidüddin adlı kitap sebebiyle, 1983’te hakkında kesinleşmiş bir mahkûmiyet cezâsıyla seksen yaşının eşiğinde hapse girmek tehlikesi altında bulunan ve bu hükmün gölgesinde vefât eden Necip Fazıl, şüphesiz edebiyâtımızın ve fikir hayâtımızın en ilginç ve etkili sîmâlarının başında gelmektedir.
Göktürk Ö. Çakır