Aslen Erzurum Hasankaleli ve asıl adı Ömer olan şâirin babası, Kırım hanlarının hizmetinde bulunmuştur ve o da şâirdir. Nef’î mahlası kendisine, hâmisi Gelibolulu Mustafa Âlî tarafından verilmiştir. İstanbul’a (I.) Ahmed’in saltanat döneminde gelen, ondan sonraki Genç Osman, (I.) Mustafa ve (IV.) Murad dönemini idrâk eden şâir, asıl şöhretine bu sonuncu Yavuzmeşrep pâdişah zamanında erişmiş ve onun musâhibi olmuştur; öyle ki pâdişah tarafından çok sevildiği gibi, şiir vâdisinde de çok methedilen ve kendi şâirlik değerinin Nef’î’den düşük olduğunu, şiir âleminin sultânı olan Nef’î’nin tâbii olduğunu belirten sultânın himâyesi olmasa, yaşadığı dönemin pek sert dilli heccavı olan Nef’î’nin çok daha önce katledilmesi muhakkaktı.
Nef’î, kendisine verilen bu kıymete rağmen, edebiyat târihçimiz merhûm Ahmet Kabaklı’ya göre, belki de değersiz şahsiyetlerin yükseldiği bir bürokrasi manzarası karşısında kendi küçük memuriyeti dolayısıyla duyduğu sıkıntıdan olsa gerek, devrin önde gelenlerini Sihâm-ı Kazâ adlı hiciv derlemesinde cem ettiği şiirlerinde zehirli bir dille yerden yere vurmuştur. Hatta kendisinden rahatsız olanların, onun hakkında söyledikleri “İsmi Nef’î olan hicivci şâirin öldürülmesi, tıpkı engerek yılanının katli gibi dört mezhepte de vaciptir” meâlindeki Farsça beyit, yarattığı rahatsızlığı kâfi derecede açıklamaktadır.
Nef’î, dilin tüm varlığını kullanabilen ve bu sâyede ihtişâmlı bir âhenk ile biraraya getirdiği kelimelerle aynı zamanda etkileyici bir mısrâ mûsıkîsine sâhip olmuş üstün bir sanatçıdır. O da bunun farkında olarak yazdığı kasidelerde bol bol kendisini methetmekten geri kalmamış, “Sözlerin de pâdişâh-ı kâmrânidir sözüm”, “Akl-ı küll ders okur, endişe-i idrâkimden” gibi mısrâlarla nefsini tebcil etmiş, kendisine “bir âlem-i lâhut-nişân lâzım” olduğunu söylemekten içtinâb etmemiştir. Onun beyitlerinde, geniş ve zengin mecazlarla süslü mısrâlar olmasına rağmen, Bâkî’deki gibi biçim kaygısı ve hesaplı söyleyiş yoktur. Bu teknik hesapsızlık hâriç tutulursa, büyük bir kasîdeci olmasına rağmen hiciv sanatkârı olarak ün kazanmasını şüphesiz aynı hesapsız kişiliğine borçludur. Nef’î, belki de kasîdelerinde devrin liyâkatsiz büyüklerini övmek zorunda kalırken, bu şeâmetli çürüme çağlarının ve tuhaf insanlarının ortasında, övmesi gereken destan kahramanlarının çağını geçirmiş ve yanlış bir zamanda doğmuş olmanın iç huzursuzluğu eşliğinde yergiye sarılmıştır. Öyle ki onda yerginin “iyileşmez bir illet gibi” olduğu ifâde edilmiştir. Bununla birlikte onu, Bağdatlı Rûhî’deki gibi bir Osmanlı Iuvenalis’i olarak anmıyoruz. Çünkü Rûhî’nin tepkileri, cemiyetin tüm sosyal zümrelerini kaplıyordu. Oysa Nef’î, ricâl-i devleti ve tanınmış isimleri gezleyen bir sövücü şâirdir ve nitekim bu sövgülerinin kurbânı olmaktan da kurtulamamıştır.
Rivâyete göre Sihâm-ı Kazâ adlı eserini okuyan Sultan (IV.) Murad’ın, o esnâda yakınına düşen bir yıldırımı uğursuzluk alâmeti sayarak Nef’î’yi çağırttığı ve kendisine bir daha hicviyye yazmamak konusunda tövbe ettirdiği söylenir. Hatta bu hâdiseye dayanılarak “Gökten nazîre indi sihâm-ı kazâsına / Nef’î diliyle uğradı Hakkın belâsına” beyti söylenmiştir. Görülüyor ki onun hiciv kudreti yıldırımla eşdeğerde tutulmuştur. Bu hâdiseye rağmen vezir Bayram Paşa hakkında hiciv yazmaktan geri kalmayan şâir, pâdişâhın bunu öğrenmesi üzerine huzura çağırılmış, yeni bir hiciv yazıp yazmadığı sorulunca da gafletle söz konusu kişi hakkındaki şiiri cebinden çıkarıp pâdişâha sunmuştur. Pâdişah, hicvi keyifle dinlemiş; fakat Bayram Paşa’nın ısrâsı üzerine şâiri odunluğa tıktırıp sonra da boğdurtmuş; Nef’î de şiirine yıldırımların nazîre yazdığı bir şâirin ateşini söndürebilecek tek mezarlığa, Boğaz’ın soğuk sularına bırakılarak edebiyat târihimizin hayıflı hikâyelerinden birine dönüşmüştür.
Göktürk Ömer Çakır