“Kendi nefsinin arzusunu kendisine ilah edineni gördün mü? Ona sen mi vekil olacaksın?” (Furkân, 25/43)
“İlah” veya “tanrı” kendisine ibadet, yani kulluk edilen şeydir. Hak veya batıl her mabuda/ibadet edilene, ilah/tanrı denir. Hak ma’bud ise sadece Allah’tır. “Heva” da; “nefsin, akıl ve din tarafından yasaklanan kötü arzulara karşı olan eğilimi” demektir. Bunun için dinimizde emredilen ve yasaklanan hususlar karşısında kayıtsızlık gös-terip kendi heva ve arzularımıza uyarak şeytan ve gayrimeşru nefsanî isteklerin pe-şine düşmek söz konusu âyette “hevayı/arzuları” ilahlaştırmak olarak zikredilmiştir.
İnsanı diğer varlıklardan farklı kılan, onun her türlü davranışlarına anlam kazan-dıran ve ilahî emirler karşısında sorumlu kılan aklıdır. Fakat akıl, sadece bilinmesi mümkün olan şeyleri bilme ve anlama gücü, iyiyi kötüden ayırt etme kabiliyetidir. Dinin kaynağı/temeli ise akıl değil vahiydir.
Kur’an’da, biz müminlerden aklımızı kullanarak hem kendi hevalarımıza hem de kâfir, zalim, Hak yoldan sapmış ve kalpleri mühürlenmiş kimselerin hevaları-na uymamamız istenmiştir. Bizleri yaratan, yaşatan ve rızık veren yüce Rabbimiz; kendisine nasıl inanacağımızı, kulluk görevlerimizi nasıl yerine getireceğimizi ve sonsuz hayatı nasıl kazanacağımızı Kur’an ve Peygamberimiz (s.a.s) aracılığıyla bize bildirmiştir. Bu itibarla her konuda olduğu gibi, nefsimizin arzu ve hevasını değil de Allah’ı nasıl ilah edineceğimizin ve O’na nasıl kulluk edeceğimizin ölçüsü için de yüce kitabımız Kur’an’a ve Peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.s)’nın sünneti-ne/yoluna bakmamız, anlamamız ve inanmamız gerekir.
Öyleyse “Allah’ıma ve O’ndan gelene O’nun istediği şekilde inandım. Allah’ın Elçisi Peygamberim Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s)’a ve ondan sahih olarak gelene de onun istediği şekilde inandım” diyerek bize gelenleri kayıtsız şartsız kabul etmemiz mümin olmamızın gereğidir. Dolayısıyla Allah’a kul olmak da kendi arzu ve isteklerimize göre değil, O’nun koyduğu ölçülere göre olacaktır. Çünkü bu ölçüleri koyma hak ve yetkisine sahip olan sadece O’dur. Bizi yaratan Rabbimiz dünya-ahi-ret mutluluğunu nasıl elde edeceğimizi en iyi bilendir:
“Yaratan bilmez mi hiç? O, en gizli şeyleri bilir, (her şeyden) hakkıyla haberdardır.” (Mülk, 67/14)
Şunu unutmayalım ki, Kur’an’da yer alan ne varsa ve bize Peygamberimiz (s.a.s)’den sahih olarak ne ulaşmış ise hikmetini anlasak da anlamasak da hepsine inanmamız ve gereğini gücümüz yettiğince yerine getirmemiz temel görevimizdir. Aklımızı dinimizle birleştirirsek duygu ve düşüncelerimizi iyiye, doğruya, güzele, tek kelimeyle meşru çizgiye ulaştırmış, yaratılanla yaratan arasındaki kulluk ve ilah-lık irtibatını sağlamış ve “nefsimizin arzusunu ilah edinmiş” olmaktan kurtuluruz. Ancak sadece arzu ve ihtirasları, bedensel hazları, geçici istekleri ve menfaatleri dik-kate alarak bir hayat sürmek bunları putlaştırmak anlamına gelir. Bu durumdaki kişileri Peygamberimiz (s.a.s) dâhil kimsenin kurtaramayacağı söz konusu âyetin sonunda vurgulanmaktadır:
“Ona sen mi vekil olacaksın?”
Yani ona vekil olamazsın, üzerine vekil olup da kurtaramazsın.