“Sonra da, ‘Ey oğullarım! Bir kapıdan girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin. Ama Allah’tan gelecek hiçbir şeyi sizden uzaklaştıramam. Hüküm ancak Allah’ındır. Ben O’na tevekkül ettim. Tevekkül edenler de yalnız O’na tevekkül etsinler’ dedi.” (Yûsuf, 12/67)
Ayet-i kerimedeki “Hüküm ancak Allah’ındır” cümlesinden de anlaşılacağı gibi bu âyet yüce Rabbimizin takdirini her şeyin üstünde tutmamız gerektiğini ifade ediyor. Hayır ve şerrin tamamen Allah’ın takdirinde olduğuna iman etmemizin an-lamı budur aslında. Bu ilâhî takdir, bazen biz kulların irade ve isteği doğrultusunda tecelli ederken, bazen de bizim irademiz dışında gerçekleşir. Çünkü yüce Allah, bu ifadeyle kendi mülkünde yegâne söz sahibi olduğunu haber veriyor. İşte bu inanca sahip olan Yakup peygamber, oğullarını Mısır’a gönderirken bir taraftan başlarına gelebilecek olası tehlikelere karşı tedbir almaları yönünde tavsiyede bulunuyor, öte yandan “Ama Allah’tan (gelecek) hiçbir şeyi sizden savamam…” diyerek ilâhî tak-dire olan bağlılığını dile getiriyor. ‘Şehre farklı farklı kapılardan girin’ derken yine de sonunda Allah’ın takdirinin geçerli olacağını, dolayısıyla O’na dayanmaları ve güvenmeleri gerektiğini hatırlatıyor oğullarına.
Allah’a en yakın insanlar olmalarına karşın peygamberler de dünyada başları-na gelebilecek tehlikelere karşı birtakım önlemler alma gereği duymuşlardır. Bu durum, onların Allah’a yeterince güvenmedikleri anlamına gelir mi? Elbette hayır. Resul-i Ekrem (s.a.s)’in Medine’ye hicretini hatırlayalım. Kendilerini takip eden Mekke müşriklerine izlerini kaybettirmek için değişik tedbirler almıştı. Gece yola çıkmayı tercih etmeleri bir yana, Medine istikametine değil de aksi yöndeki Sevr Dağı tarafına yönelmiş olmaları bunun açık bir göstergesidir. Buradan hareketle onun ve yol arkadaşı Hz. Ebû Bekir’in ilâhî takdire boyun eğmekten kaçındıklarını veya Allah’ın yardımına güvenmediklerini söyleyebilir miyiz? Kaldı ki aldıkları tüm önlemlere rağmen müşrikler izlerini sürmek sûretiyle, üç gün boyunca saklandıkları Sevr dağındaki mağaranın ağzına kadar dayanmışlardı. Mağaranın kapısına dikilen düşmanlarının ayaklarını gören Ebû Bekir (r.a.), “Ey Allah’ın Elçisi, eğilip bir bak-salar bizi fark edecekler” diyerek endişesini dile getirmişti. Bunun üzerine tevekkül Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s) “Üçüncüsü Allah olan iki kişiye ne olur ki?” diyerek hem yol arkadaşını teselli etmiş hem de Allah’a olan güvenini ortaya koy-muştur (Buhârî, “Fedâilü’l-Ashâb”, 2). Bu tarihî olaydan çıkarmamız gereken en önemli ders, gerekli tedbirlerimizi aldıktan sonra Allah’a tevekkül etmemiz gerektiğidir. Ni-tekim sevgili Peygamberimizin, ‘devemi bağlayarak mı yoksa salıvererek mi Allah’a tevekkül edeyim’ diye soran bir adama, “Deveni bağla sonra Allah’a tevekkül et (güven) ve dayan.” (Tirmizî, “Sıfatu’l-Kıyâme”, 60) şeklinde verdiği cevap da tedbiri elden bırakıp Allah’a dayanmanın doğru bir davranış olmayacağını açıkça ifade etmektedir.
Herhangi bir işte sonuca ulaşmak için gerekli çabayı sarf ettikten sonra o işin ne-ticesi hakkında Allah’a olan sonsuz güvenimizi ifade eden tevekkül, Allah inancımı-zın pratiğe yansımasının somut bir göstergesidir. Gerçekte Allah inancımız, ona olan güvenimizle doğru orantılıdır, diyebiliriz. Allah’a olan tevekkülümüz hayat boyu karşılaştığımız çeşitli endişelerimiz esnasında gösterir kendisini. Yukarıda Yakup peygamber ve Hz. Muhammed’in hayatlarından verdiğimiz örneklerde olduğu gibi, bazen bizi bekleyen hayatî bir tehlike karşısında, bazen bir sınavı kazanma telaşı içerisindeyken ve çoğunlukla da rızık endişesi taşırken ümitsizliğe karşı adeta bir kalkan olur bizim için. Tevekkülde yüce Yaratandan bir beklenti vardır. Ancak bu bekleyişin, sebeplere sarılmadan, yorulmadan, çaba harcamadan, özveride bulun-madan gerçekleşmesini ummak tevekkülden öte tembellik olacaktır. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s) biz Müslümanlara, yavrularının geçimi için sabahtan akşama kadar dolaşan bir kuşun gayretini hatırlatıyor ve şöyle buyuruyor:
“Eğer siz gereği gibi Allah’a güvenip tevekkül etmiş olsaydınız, tıpkı sabahleyin kur-sakları boş olarak çıkıp akşam dolu olarak dönen kuşları rızıklandırdığı gibi sizleri de rızıklandırırdı.” (Tirmizî, “Zühd”, 33)
Birçok peygamberin hayatında, yüce Rabbimize tevekkülümüzü nasıl ifade ede-ceğimiz hususunda bizlere rehberlik edecek çok güzel örnekler vardır: Ateşe atıldığı vakit, hayatının en zor anında Allah’a olan güvenini kaybetmeyen İbrahim Peygam-ber, “Hasbünellah ve ni’me’l-vekîl (Allah bana yeter; O, ne güzel vekildir)” demişti.
Aynı duayı Uhud yenilgisi akabinde sevgili Peygamberimiz de ashabıyla yapmıştı. İnsanlar onlara; “Düşmanınız olan insanlar size karşı bir ordu topladılar, onlardan kor-kun, dediler. Bu, onların imanını artırdı da; ‘Allah bize yeter. O ne güzel vekildir’ dediler” (Buhârî, “Tefsir”, Sure 3/Âl-i İmran, 13).
Bu son örneklerde de gördüğümüz gibi tevekkül, aslında Allah inancımızın en açık biçimde kendini gösterdiği bir durumdur. Dolayısıyla Allah’a inanıyorsak ona güvenmeliyiz ve dayanmalıyız. Üzerimize düşenleri yapmak şartıyla hem dünya hem de ahiret kaygılarımız karşısında Allah’a dayanmalı, aynı zamanda O’nun ira-desi olmadan hiçbir çabamızın sonuç vermeyeceğini de aklımızdan çıkarmamalıyız.