Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası şefi Mehmet Veli Kanık’ın oğlu olarak İstanbul’da doğan Orhan Veli, Galatasaray Lisesi’ni bitiremeden, babasının memuriyeti dolayısıyla Ankara’ya gitmiş ve ortaöğrenimini 1933’te, buradaki Gazi Lisesi’nde tamamlamıştır. İstanbul Üniversitesi’nde felsefe tahsilini yarım bırakarak, Varlık dergisinde ilk şiirlerini yayınlamaya başladığı 1936’da Ankara’daki PTT Genel Müdürlüğü’nde çalışmaya başlayan Kanık, askerlik hizmeti sonrasında, 1945’te, Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlı Tercüme Bürosu’na girmiş; fakat bu görevde iki yıl kaldıktan sonra ayrılmış ve yaşamını yazarlık ve çevirmenlikten kazanmaya başlamıştır. Alfred de Musset, Pierre de Ronsard, Victor Hugo gibi Fransız şâirleri dışında Hayyam ve Mevlânâ gibi İslâm medeniyetinin şâirleri ve belki de sonradan geliştireceği şiir anlayışı üzerinde etkileri olacak olan 17. asır Japon şâiri Takarai Kikaku’nun Haiku türündeki şiirlerini de çeviren Orhan Veli, Hür ve Zincirli Hürriyet gibi mevkûtelerde eleştiriler, Ulus gazetesinde çeşitli yazılar kaleme almış, 1949’da Yaprak dergisini çıkarmaya başlamış ve bu dergi 1950 Haziran’ına kadar 28 sayı yayınlanmıştır.
Orhan Veli, ilk şiirlerinde aruzu ve hece şiirini iyi bilen, Ahmet Muhip Dıranas ve Tanpınar vâsıtasıyla Fransız simgecilerinden izler taşıyan bir şâir olarak ölçülü ve uyaklı şiirler yazmış; fakat 1941’de yayınladığı ve kendisiyle birlikte Melih Cevdet Anday ve Oktay Rifat’ın da seçme şiirlerini içeren ve daha önce Varlık dergisinde parçalar hâlinde yayınladığı “Şiire Dair” başlıklı yazısını yeniden düzenleyip önsöz olarak koyduğu Garip adlı risâlede, Türk şiirinde bu adla veya Birinci Yeni olarak tesmiye edilen bir şiir anlayışının poetikasını ortaya koymuş; vezin ve kafiyeyi, şiirin ilk ortaya çıktığı dönemlerdeki iptidâî insan için ehemmiyet arz etse de, günümüzde onda büyük heyecanlar temin eden bir güzellik bulunmayacağını söyleyerek kendi şiir anlayışından dışlamıştır.
Orhan Veli’ye göre, teşbih, istiâre gibi eski şiire âit unsurlarla bugüne kadar gelen şiirin, aynı unsurlarla kazanacağı yeni bir şey yoktur. Artık, “Gördüğünü herkesin kullandığı dille anlatan adam” olma yolundaki şâirin, müreffeh sınıfların zevkini temsil eden şiirden, “bugünkü dünyayı dolduran insanlar”ın şiirine geçmeyi, bir sınıf meselesi olarak değil, geniş kalabalıkların zevkini arayıp ortaya çıkarmak meselesi olarak gördüğü bu yeni anlayışla, eski edebiyâtın bütün alışkanlıklarından kurtulup “sâfiyet ve hakikatımıza” ircâ etmeyi amaçladığı görülmektedir. O, şiirde müzikalite denilen ve âhengi başka bir sanat eliye kurma çabalarına da “hokkabazlık”, “hile” gibi yaftalar vurarak karşı çıkar. Ona göre; her sanatın kendi ifâde vâsıtaları vardır ve şiirde kıymet bütünüyle mânâdan ibârettir. Başka sanatların şiire sokulması dolayısıyla bu esas kıymetin gözden kaçırılmasına izin verilmemelidir. “San’atkâr, kendini verdiği san’atın hususiyetlerini keşfetmek ve hünerini bu hususiyetler üzerinde göstermek mecburiyetindedir.” Böylece Orhan Veli, kendi sanat anlayışlarına en yakın cereyan olarak, vezin ve kâfiyeyi atan sürrealistleri örnek verir; fakat bu iştirâk noktaları hâricinde sürrealizmle alâkaları olmadığını da eklemeyi ihmâl etmez.
Orhan Veli’nin ve arkadaşlarının ortaya koyduğu Garip’ten önce, Türk şiirinde, Y. Mumcu Ay’ın Ahmet Oktay’dan aktardığı tasnifle, belli başlı üç eğilim mevcuttu. Bunlardan ilki, “Saf şiirciler” olarak adlandırılan ve Kanık’ın tam aksine, şiiri anlamda değil müzik ve imgeler yoluyla elde etmeye çalışanlardı. “Kemalist ve halkçı şiir”, didaktik ve folklorik unsurlarla ve yine Garip’in dışladığı geleneksel hece ölçüleriyle şiirde millî bir faydacılık gözetmiş, “Toplumsal Gerçekçiler” ise bilhassa Nâzım Hikmet’in Sovyet edebiyâtından ve fütürizmden etkilenerek oluşturduğu, serbest nazmı esas alan pragmatik ve halkçı bir anlayış içinde temâyüz etmişti. Orhan Veli, her ne kadar bu eğilimlerden bağımsız bir şiir anlayışı va’zetse de gerek –eskiye düşmanlık ve kalıpları değiştirmek konusunda – bu son eğilimden gerek yakından tâkip ettikleri Batı edebiyâtından, çabaladıkları vâdi içerisinde, etkilendikleri âşikârdır. Orhan Veli, “beylik kalıplar, beylik oyunlar, beylik dünyalar içinde bunalmış kalmış olan şiire yeni imkânlar arayalım dedik. Şiire yeni dünyalar, yeni insanlar sokarak, yeni söyleyişler bularak şiirin sınırlarını biraz daha genişletmek istedik. İlk işimiz, bilinen sanatları bir tarafa bırakıp, şiiri bu sanatlar dışında şiir yapan özellikleri aramak oldu.” derken bu arayışın sâdece kendi cephelerinde gerçekleştiği düşüncesini uyandırıyor. Oysa Y. Mumcu Ay’ın da Necatigil’den aktararak vurguladığı gibi, “1937’den önce Ahmet Muhip, Cahit Sıtkı, Fazıl Hüsnü gibi halis şairler, yeni şiiri arıyorlardı, kısmen de bulmuşlardı. (…) Garip şairlerinin yaptığı iş, sessiz sedasız çalışıp taze örnekler verenlerin yanında aşırı bir hamleyle öne geçmek oldu.”
Kelimelerin, anlamı örten şâirâne edâsından kurtulmak ve “eskiye âit olan herşeyin” aleyhinde bulunmakla, muhafazakârları kızdırsalar da Türk şiirinde önemli bir merhaleyi temsil ettikleri ortada olan Garip şâirleri, Melih Cevdet’in tâbiriyle, bu şiiri, her şeyi alaya alarak ortaya koymuşlardı. Şiirleri bu alaydan çıkan Orhan Veli, bir Ankara gecesinde belediyenin kablo döşemek için açtığı çukura düşüp birkaç gün sonra ölmeden evvel, tâlihini alaya almak konusunda şiirdeki gibi hevesli olmuş muydu, bilemeyiz.
Göktürk Ö. Çakır