Hz. İsa’dan sonra Yahudilikten koparak ilahi oğul İsa Mesih mer kezli yeni bir din halini alan Hıristiyanlık, ortaya çıkışından kısa süre sonra, Akdeniz havzasının önemli yerleşim merkezlerinde hızla yayıl mış ve Roma İmparatorluğu’nun başkenti Roma ile İskenderiye ve An takya gibi önemli kentlerde büyük taraftar kitleleri edinmiştir. Aynı za manda havarilerin kurduğu Kiliseler olarak kabul edilen bu kentlefin Kiliseleri kısa zamanda Hıristiyan dünyasındaki diğer yerel kiliselerden daha önemli bir konuma yükselmiş ve büyük bir saygınlık kazanmıştır. Hıristiyanlığın yeni taraftarlar kazanma yanında kurumsallaşma çabala rını da sürdürdüğü ilk yüzyıllarda, bu üç merkezin, Hıristiyan ayin, ibadet ve kurumlarının oluşturulmasında önemli bir rolü olmuştur. Bu dö nemde Roma İmparatoru 1. Konstantin, Hıristiyanlığa özgürlük tanımış ve onu kendi himayesine alarak kurumsallaşma sürecini de hızlandır mıştır. Böylece Hıristiyanlık tarihinde önemli bir değişim süreci ortaya çıkmış ve adeta tarihin akışı değişmiştir.
Konstantin döneminde yaşanan değişim, sadece din alanında Hıristiyanlığa özgürlük tanınması ve bu dinin himaye edilmesiyle sınırlı kalmamış, siyasi alanda da çok büyük bir değişim kararı alınarak Roma devletinin başkenti, Roma’dan istanbul’a taşınmıştır. Bu bağlamda ön celeri küçük bir yerleşim birimi olan İstanbul, MS 330 yılında “Yeni Ro ma” unvanı ve ‘Konstantinopolis’ adıyla Roma devletinin yeni başkenti olmuştur. İstanbul, devletin yeni başkenti olduktan sonra hızla gelişmiş ve burada bulunan kilise, kısa sürede önemli Hıristiyan merkezleri ara sına girmiştir. Bu bağlamda önceleri Heraclea (Marmara Ereğlisi) metro politliğine bağlı bir piskoposluk olan İstanbul Kilisesi, 381 İstanbul Konsilinde başpiskoposluk konumuna yükseltilmiş ve saygınlıkları da ha önce, 325 İznik Konsilinde onanmış olan Roma, iskenderiye ve An takya Kiliselerinin arasına alınarak Roma’dan sonra ikinci sıraya yerleş tirilmiştir. İstanbul Kilisesinin ikincilik statüsünü elde etmesi hem ikinci lik sırasını ona kaptıran iskenderiye Kilisesini hem de İstanbul’un ileri de kendisine rakip olacağı endişesini taşıyan Roma Kilisesini rahatsız etmiştir. Hatta kaynaklarda İskenderiye Kilisesinin, İstanbul’un ikincilik sırasını almasına duyduğu tepkinin, daha sonra özellikle 431 Efes Kon sili’nde gündeme gelen teolojik tartışmalara kısmen yansıdığı ve İsken deriyeli teologların İstanbul Kilisesi ileri gelenlerinin teolojik fikirlerine biraz da bu sebeple şiddetle karşı çıktıkları iddia edilmektedir.
İstanbul Kilisesi, yaşanan tartışmalarda, bazen istediğini tam olarak gerçekleştiremese de devletin desteğiyle bu ikincilik statüsünü bırakma mış ve zaman içerisinde Anadolu ve Balkanlardaki etkinliğini arttırmıştır. Bu süreçte doğudaki diğer önemli merkezler olan iskenderiye ve Antak ya’nın, önce 451 Kadıköy Konsili’nde, monofızit görüşleri nedeniyle dış lanmaları ve yine aynı Konsilde İstanbul’un ikincilik statüsünün yeniden onaylanması İstanbul’un konumunu pekiştirmiştir. Ayrıca bu konsilde Hı ristiyan inancına göre İsa’nın ıstırap çektiği ve dirildiği yer olan Kudüs Ki lisesi de patriklik makamına yükseltilerek Hıristiyan dünyasında pen tarkhy (beş başlı) sistemi oluşturulmuş ve bu kiliselerin başındaki pisko poslara ‘patrik’ unvanı verilmiştir. Bu beş patriklik, Efes Konsili’nde kendisine bağımsızlık verilen ve kendi idari yetkisi bulunan Kıbrıs hariç, Hı ristiyan dünyasının tümünün idaresini kendi aralarında paylaşmıştır.
Roma Kilisesi, İstanbul’un statüsünün bu şekilde yükseltilmesine, Hıristiyan dünyasında iki başlılığa sebep olacağı ve Roma’nın diğer kili seler üstündeki liderlik iddiasını zedeleyeceği endişesiyle karşı çıkmış ve İstanbul Kilisesinin apostolik (havarilere dayanan) bir kilise olmadığı bahanesini ileri sürerek bu düzenlemeyi kabul etmemiştir. İstanbul Kili sesi ise kendisinin de apostolik olduğunu ve Aziz Andreas tarafından kurulduğunu ileri sürerek Roma’nın itirazını temelsiz bırakmaya çalış mış ve bu hususta belli bir başarı da göstermiştir. Bu çerçevede İstanbul, imparatorluğun yeni başkentinde bulunmanın ve imparatorun siyasi desteğini elde etmenin verdiği avantajla statüsünü pekiştirmiş ve kendi sine ait yönetsel haklarla Hıristiyan dünyasının en etkili iki merkezin den biri haline gelmiştir. Bu süreçte İstanbul, bir yandan Roma ile olan ilişkilerini sürdürmeye devam etmiş, diğer yandan da Roma’ dan bağım sız bir biçimde kendi idari yapısını ve kurumsallaşmasını sürdürmüştür. Bu bağlamda, özellikle Anadolu ve Balkanlardaki Hıristiyan toplulukla rına dini önderlik etme ve sonraki yüzyıllarda Slav topluluklarının Hıris tiyanlaştırılmasında etkin bir rol oynamıştır. Zaman içerisinde meydana gelen birtakım siyasi ve sosyal olaylar da İstanbul ile Roma arasındaki ilişkilerin gittikçe zayıflamasına ve bu iki kilisenin birbirinden bağımsız bir biçimde gelişmesine neden olmuştur. Bu çerçevede önce Roma İm paratorluğu’nun, 395 yılında Grek ağırlıklı Doğu ve Latin ağırlıklı Batı Roma İmparatorlukları şeklinde ikiye bölünmesiyle Hıristiyan dünya sındaki siyasi birlik sona ermiş ve zaten var olan dil ve kültür farklılıkla rı zamanla daha belirgin hale gelmiştir. Bu farklılıkların bir sonucu ola rak da zamanla doğu ve batı arasında din adamlarının evlenip evlenme mesi, oruç kuralları ve ekmek şarap ayininde kullanılan ekmeğin maya lı olup olmaması gibi bazı uygulanma farklılıkları oluşmuştur. Ancak bu farklılıklar, herhangi bir ayrılığa neden olmamış ve 9. yüzyılın ortalarına kadar iki Kilise arasında çok ciddi bir sürtüşme yaşanmamıştır.
Doğu ile Batı arasındaki ihtilafların gün yüzüne çıktığı bu yüzyıla kadar doğuda ve batıda pek çok siyasi ve sosyal hadise yaşanmıştır. Bu bağlamda özellikle Roma Kilisesi, 476 yılında Batı Roma İmparatorlu ğu’nun yıkılmasından sonra ortaya çıkan siyasi ve sosyal boşluğu çok iyi bir şekilde değerlendirerek güçlü bir hiyerarşik yapılanma oluştur muş ve bu yapısı sayesinde hem Hıristiyanlığın batıdaki tek önemli merkezi haline gelmiş hem de büyük bir siyasi nüfuz sahibi olmuştur. Elde ettiği bu güçle de sadece Batı dünyasında değil, Doğu dünyasında ki kiliseler üzerinde de etkinliğini hakim kılmaya çalışmıştır. Roma’daki papanın kendi etkinliğini ve otoritesini doğuda da uygulatmaya kalk ması, İstanbul Kilisesinde tepkilere yol açmış ve bu husus, Doğu ile Ba tı Kiliselerinin birbirinden ayrılmalarının iki ana nedeninden birini oluş turmuştur. Ayrılığın ana nedeni olarak görülen diğer sebep ise Ro ma’nın kredoya (iman beyanına) eklediği ‘ve oğuldan’ anlamına gelen ‘filioque’ takısıydı. İznik-İstanbul Konsillerinde oluşturulan kredoda bu lunmayan bu ifade, sonraki yüzyıllarda ortaya çıkmış ve özellikle 1 1 . yüzyılın başından itibaren Roma tarafından ısrarla savunulmuştur.
Doğu ile Batı Kiliseleri arasındaki bölünmenin temel nedeni ola rak görülen her iki sorun da 9. yüzyılın ikinci yarısında ciddi bir biçimde gündeme gelmiş ve sert tartışmalar yaşanmıştır. Bu bağlamda Roma’da ki Papa Nicholas, papalık otoritesini egemen kılmak amacıyla İstanbul Kilisesi içerisindeki patriklik mücadelesine müdahale etmeye kalkmış ve bu durum İstanbul Patriği Photius’un sert tepkisine neden olmuştur. Aynı süreçte Photius, Batı Kilisesine bağlı Alman misyonerlerin İstan bul’un arka bahçesi konumundaki Balkanlarda misyon faaliyetlerinde bulunmaları ve kredoyu da İstanbul’un kabul etmediğifi/ioque takısıyla birlikte okumaları nedeniyle filioque öğretisini reddeden bir genelge yayımlamıştır. Photius bu genelgeyle yetinmemiş ve İstanbul’la birlikte hareket eden diğer Doğu Kiliseleri’nden gelen delegelerin de katıldığı bir konsil toplayarakfilioque takısını ret ve Papa Nicholas’ı sapkın ilan ettirmiştir. Ancak aynı yıl Photius’un yerine getirilen Ignatius sayesinde Roma’yla ilişkiler kopmamış ve sorunlu da olsa 1 1 . yüzyıla kadar, çok ciddi bir kavgaya neden olmaksızın devam etmiştir.
11 . yüzyılın başında Roma Kilisesi kredoyu ‘filioque’ takısıyla bir likte okumaya başlamış ve İstanbul Patriği Sergius da, muhtemelen bu na duyduğu tepkiyle o zamana kadar Kilise ileri gelenlerinin ve dolayı sıyla Papanın da adının kaydedildiği listeye yeni papanın adını kaydet memiştir. Aynı yüzyılın ortalarına doğru İtalya’da egemen olan ve Roma Kilisesine bağlı olan Normanlar, bölgede bulunan Grekleri, kredonun Latin kullanımını tasdik etmeye zorlamış, buna karşılık İstanbul Patriği Michael Cerularius da istanbul’daki Latin kiliselerinin Grek pratiklerini tatbik etmelerini dayatmıştır. Bunu kabul etmemeleri üzerine 1052’de İstanbul’daki Latin kiliselerini kapattırmıştır. Bu dönemde İstanbul Kilisesini rahatsız eden konulardan birisi de Roma Kilisesine tabi olanların evharist ayininde kullanılan ekmeğe maya katmamasıydı. Aradaki so
runları çözümlemek için karşılıklı yazışmalar gerçekleşmiş ve 1054’te Papa IX. Leo, İstanbul’a Kardinal Humbert başkanlığında üç kişilik bir heyet göndermiştir. Gelen elçiler İstanbul patriği Cerularius’a yeterli saygıyı göstermemiş, patrik de bunları bir daha huzuruna kabul etme miştir. Bu duruma öfkelenen Humbert; Ayasofya Kilisesinin sunağına, Grekleri kredodaki fili oque takısını kullanmamakla suçlayan ve Patrik Cerularius’u aforoz eden bir aforoz belgesi bırakmış ve İstanbul’u terk etmiştir. Buna karşılık Cerularius da Humbert’i lanetleyen bir belge ya yımlamıştır. Böylece uzlaşma amacıyla başlatılan girişim, sorunları ön cekinden daha beter bir hale getirmiştir. Fakat bu karşılıklı lanetleme lerden sonra bile Doğu ile Batı arasındaki ilişkiler tamamen kopmamış ve yaşanan ihtilaflar doğu ile batıdaki sıradan Hıristiyanların büyük oranda haberdar olmadığı bir durum olarak kalmıştır. Ayrılığı kesin ve dönülmez bir hale getiren ise Dördüncü Haçlı Seferi olmuştur.
1204’te gerçekleşen Dördüncü Haçlı Seferinde İslam topraklarına yürüyen Haçlılar, tahttan uzaklaştırılmış olan sabık Bizans İmparatoru 1-saac Angelus’un oğlu Alexius tarafından, tahtın kendi ailesine geri veril mesi için İstanbul’a müdahale etmeye ikna edilmiştir. Fakat işler hesap landığı gibi gitmemiş ve Haçlılar şehri işgal ederek günlerce yağmala mışlar, burada 1261 yılına kadar devam edecek bir Latin Krallığı kur muşlardır. Grekler bu zulüm ve yağma hadisesini hiçbir zaman unutma mış ve bundan dolayı Roma Latin Kilisesine bağlı Hıristiyanlara büyük bir nefret duymuştur. Onları her şeyden daha çok öfkelendiren ise Haç lıların kutsal şeylere karşı saygısızlığı olmuştur. Haçlılar, Ayasofya Kili sesinin sunak ve ikona paravanını parçalamış, patriğin tahtına fahişeleri oturtmuşlardır. Latin işgali sırasında yaşanan bu olaylar, Greklerin belle ğinde derin izler bırakmış ve zaten aralarında bazı inanç ve uygulama farklılıkları bulunan Latin Roma Kilisesi ile Grek İstanbul Kilisesi arasın daki ayrılığı mutlak hale getirmiştir. Bu olaylardan sonra Bizans İmpara torluğu, özellikle yaklaşan Türk tehlikesine karşı Batıdan askeri yardım almak amacıyla Roma Kilisesiyle yeniden birleşmeye yönelik bazı giri şimlerde bulunmuştur. Bu bağlamda 1274’te Lyon’da ve 1438-9’da Flo ransa’da birleşme konsilleri düzenlenmiş ve birleşme kararları alınmış tır. Ancak Ortodoks ülkelerdeki rahipler ve halkın büyük bir kısmı, im paratorlara rağmen her iki birleşme kararına da şiddetle karşı çıkmıştır. Bizans’ın ileri gelenlerinden Grandük Lucas Notaras; “Şehrin ortasında Latin (kardinal) şapkasını görmektense Müslüman sarığını görmeyi tercih ederim.” şeklindeki sözleriyle Ortodoksların birleşme girişimlerine ne derece olumsuz baktıklarını ortaya koymuştur.
Son Bizans imparatorlarının kiliseleri birleştirme ve bu suretle Türklere karşı batıdan yardım alma çabalarına rağmen, Türkler 1453 yı lında İstanbul’u fethetti. Böylece patrikhanenin tarihinde yeni bir dönem başladı. İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmed, buradaki Hıristiyanla ra tam bir din özgürlüğü tanımış ve onlara inanç, gelenek, görenek ve hayat tarzlarını serbestçe sürdürme hakkı vermiştir. Aynı zamanda İstan bul’un fethi esnasında boş bulunan patriklik makamına Doğu ile Batı Ki liselerinin birleşmesine karşı olan il. Gennadious’u patrik olarak atamış ve onu, Ortodoks cemaatinin sosyal ve dini meselelerinde yetkili kılmış tır. Aynı bağlamda o, patriğe bütün Ortodoks cemaatinin liderliği olan ‘Milletbaşı’ unvanını vermiş ve onu üç tuğlu Osmanlı paşası konumuna yükseltmiştir. Bu çerçevede patriğe bir de yeniçerilerden oluşan bir mu hafız birliği tahsis edilmiştir. Böylece Ortodoks Kilisesi, Osmanlı idare sinde varlığını sorunsuz bir biçimde devam ettirmiştir. 1600 yılında ise patrikhanenin merkezi, şimdiki yeri olan Fener semtine taşınmış ve son raki dönemlerde patrikhane bu semtin adıyla tanınmaya başlamıştır.
Ortodoks patrikhanesinin Osmanlı egemenliğine girmesinden sonraki yüzyıllarda, önce kuzeyde güçlü bir devlet haline gelen Rusya, 1589’da Moskova Kilisesini patriklik düzeyine yükselterek İstanbul Kili sesinden ayrılmıştır. Bu milli kiliseyi daha sonra 19. yüzyılda, Osmanlı Devleti’nin gerileme ve dağılma sürecinde bağımsızlıklarını elde eden Balkanlardaki ulusal kiliseler takip etmiştir. Bu bağlamda 1833 yılında Yunan Kilisesi, 1872’de Bulgar Kilisesi, 1879’da Sırp Kilisesi, 1885’te Ru men Kilisesi otosefalliklerini (bağımsızlıklarını) ilan etmiş, Fener Patrik hanesi ise bir müddet sonra bu kiliselerin yeni statülerini kabul etmiştir. Böylece Ortodoks kiliselerin günümüzdeki yapılanması büyük oranda ortaya çıkmıştır.
Mehmet Katar