Türk milleti ölüleriyle, ataları ile yaşayan bir millettir. Bizim için ecdadımız, saygıda kusur etmediğimiz büyüklerimiz ve ailemiz çok kutsaldır. Büyüklere hürmet geleneğimiz İslamiyet öncesi dönemlerden itibaren gelen bir değerimizdir. Bu gelenek yaşayarak nesilden nesile aktarılarak geliyor. Tarihimizin Orta Asya dönemlerinde sahip olduğumuz “atalar kültü” anlayışı bunun somut bir göstergesidir.
İslamiyet öncesi dönmde sahip olduğumuz ecdada sevgi ve saygı anlayışımız, İslami döneme geçişimiz ile birlikte başta Kur’an-ı Kerim ayetleri ve Hz. Peygamber’in hadislerinde anne ve babaya sevgi, saygı ve hürmet gibi değerler ile yeni bir boyut kazanmıştır. Sahip olunan bu değer ve gelenek Türk tarihinde bütün Türk devlet ve topluluklarının ortak değeri olmuştur. İslami dönem öncesi başlayan bu hayat felsefesi günümüze kadar ulaşarak, nesilden nesile aktarılak devam etmiştir.
Ecdadımıza karşı olan bu anlayışımız onların vefatından sonra da bir şekilde sürdürülmüştür. Bilhassa atalarımızın kabirleri, mezar taşları bu geleneğin en somut örnekleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Özellikle Osmanlılar ile birlikte mezar taşları bu geleneğimizin bir sonucu olarak zarif bir şekilde tasarlanmış ve inşa edilmiştir. Mezar taşları milli kültür varlıklarımız olarak günümüze kadar ulaşmış, geçmişte yarattığımız medeniyetin sembolü olmuştur.
Ecdadımız her ne kadar fani olarak adlandırdığımız bu dünyadan göçmüş olsalarda, şehirlerimizin merkezi konumlarında bulunan mezarlıklarımız ve camilerimizin bahçesinde bulunan hazireler ile şehirlerimizde ölülerimiz ile beraber yaşamaktayız. Onlar her zaman hayatımızın, yaşantımızın bir parçası olmuşlardır. Nitekim ünlü şairimiz Yahya Kemal ile ilgili şu anektod bu yaşayışımızın en önemli göstergesi olmuştur. Yahya Kemal, Madrit Büyükelçiliğimizi yaptığı yıllarda ülkemizin toplam nüfusu 14- 15 milyon kadarmış. Bir hususta kendisine ülkemizin nüfusu sorulduğunda “Türkiye’nin nüfusu 50 milyondur.” diye cevap verir. O yıllarda bu kadar büyük bir nüfusa sahip bir ülke olması çok güç olduğundan orada bulunlar bu cevaba büyük bir şaşkınlık göstermişler ve tabi hayretlerini gizlemeden, “Bu nasıl olur” diye sormuşlar. Bunun üzerine ünlü şarimiz Yahya Kemal şu tarihi izahı yapmıştır; “Bunda şaşılacak bir şey yok, biz ölülerimizle birlikte yaşayan bir milletiz!”
Ünlü şairimizin ifade ettiği bu duygunun bir sonucu olarak şehirlerimizin merkezinde yer alan mezarlıklar ve kabirler büyük bir estetik ve zerafet unsuru olarak inşa edilmişlerdir. Osmanlı döneminde yapılan mezar taşları, gerek taş işçiliği gerekse üzerindeki yazıların edebi varlığı ile eşsiz örneklikteki yapılardır. Özellikle Osmanlı dönemi mezar taşlarımız birer estetik unsuru olarak herkesi imrendiren yüksek medeniyet anlayışımızın en önemli örneklerindendir.
Üst düzey bir sanat anlayışının sonucunda dikilen mezar taşlarımız başta ölen kişinin ünvanı, mesleği ve cinsiyeti gibi belirli nitelikler ile birbirinden ayrılmakta ve bu hususlar dikkate alınarak taş işçiliği yapılmaktadır. Mezar taşları aynı zamanda vefat eden kişinin kıyamete kadar dikili kalacak bir kimliğidir.
Mezarlık başlıklarına serpuş adı verilmektedir. Özellikle bu başlıklardan vefat eden kişinin Mevlevi, Bektaşi, Melami gibi hangi tarikatın veya cemaatin müntesibi olduğu kolayca anlaşılacağı gibi yine serpuş incelendiğinde yeniçeri, kadı, esnaf, din adam gibi mesleği ile ilgili bilgiler de edinmek mümkündür. Bunlarla ilgili özellikle kadın mezarları çiçekler, bahar dalları, buketler, gerdanlık, küpe ve broşlarla süslenerek taş işçiliği yapılmaktadır.
Sarıklı başlığı olan mezar taşları ise ekseriyetle devlet erkanından bir kimsenin veya alimlerin mezar taşıdır. Kavuk şeklinde bir mezar taşı başlığı varsa bu kişi muhtemelen ulema, kadı, müftü, imam, derviş veya şeyhtir. Kallavi şeklinde olan kavuklu mezar taşları ise çoğunlukla sadrazam, kubbealtı vezirleri ve kaptan-ı deryalar için kullanılmaktaydı.
Erken yaşlarda vefat eden genç kızlar için, genç yaşında ve bekar olarak öldüğüne nispetle kırık gül veya çiçek dalı motifi kullanılmaktaydı. Doğum sırasında ölen anne ve kızı için ise ağaç içerisinde ağaç motifi veya mezar taşı kitabesi içerisinde bir mezar taşı daha resmedilerek mezar taşı dikilmekteydi.
Bunların dışında vefat eden kişinin kimliğini yansıtacak öğeler veya yazılar içeren muhtelif mezar taşları da söz konusudur. Özellikle çeşitli ağaç ve bitki motifleri, geometrik şekiller kullanılmaktaydı. Özel tasarımlı bu tür mezar taşları tamamen ölen kişinin yakınının insiyatifi ile dikilmekteydi. Dikilen mezar taşları kibir ve büyüklük gösterecek bir şekilde asla inşa edilmez, bütün motif ve diğer kimlik belirleyici unsurlar zarif bir şekilde tasarlanırdı.
Osmanlı dönemi mezar taşları hem ecdada saygının bir göstergesi olarak hem de şehirlerimizin merkezinde bizlerle beraber yaşamalarının bir sonucu olarak ince bir ruhla dikilmekteydi.
Malesef günümüzde hem estetikten yoksun, gösteriş ve kibir dolu kabirler inşa ettik hem de bizlere dünyanın faniliğini ve ölümü hatırlatmasınlar diye mezarlıklarımızı şehirlerimizden ve yaşam alanlarımızdan uzaklara taşıdık. Bunun sonucunda insanoğlu atalarını, milli kimliklerini ve en önemlisi ölümün varlığını unutmaya yüz tuttular. Oysa bizim kimliğimizin bir parçasını oluşturan en önemli unsur mezar taşlarının şahsına işaret ettiği atalarımızdır. Ve bizim kültürümüzün arka planında yer alan şekillendirici ilkelerinden biri de ölüme ve ahiretin olduğuna inanmaktır. Estetiği ile beraber temsil ettiği anlamı yeniden bulmak ümidiyle…
Umut Güner