Cumhuriyet dönemi ediplerinden Peyami Safa, Servet-i Fünûn şâirlerinden İsmail Safa’nın oğlu olarak 2 Nisan 1899’da İstanbul Gedikpaşa’da doğdu. Peyami Safa’nın dedesi, Fâtih’in meşhûr hocası Akşemseddin’in soyundan gelen, Trabzon eşrâfından İsmail Efendi’nin oğlu olan Mehmed Behçet Efendi’dir. 1828 doğumlu olan Mehmed Behçet Efendi de tıpkı Peyami Safa gibi çok küçük yaşta yetim kalmış bir çocuktu ve Peyami Safa’nın babası İsmail Safa, bu yetimliği, şiirlerinde daha sonra oğlunun kaderinin de böyle gelişeceğini bilmeyerek işleyecekti. Medresede öğrenim gördükten sonra vergi memurluğu görevinde de bulunan Mehmed Behçet Efendi Türk-Rus savaşına katılmış, Silistre’de çarpışıp bu savaştan bir madalya da almıştır. Mehmed Behçet Efendi, evlâtlarının öğrenimlerini eksiksiz görmeleri için gayret eder ve çocukluğu Mekke’de geçen İsmail Safa’nın, dâima şiir zevkine sâhip olması için ona bazı şiirleri okur, hatta Kaside-i Bürde’yi ezberletir. Âile, 1878’de Mehmed Behçet Efendi’nin vefâtı ile İstanbul’a göç etmek mecburiyetinde kalır.
İlk evliliğini Refia Hanım’la yapan İsmail Safa, Refia Hanım’ın bu evlilikten kısa süre sonra vefât etmesiyle ikinci evliliğini – Peyami Safa’nın geçinmek için yazdığı kitaplara mahsusen mahlas olarak ağabeyinden devraldığı “Server Bedii” isminin de esin kaynağı olan – Server Bedia Hanım’la yapar. Sultan Hamid aleyhtârı, Paris merkezli Meşveret gazetesinde şiirleri yayınlanan İsmail Safa, 1899’da arkadaşlarıyla birlikte, İngiliz karşıtı bir politika gütmeye çalışan Sultan (II.) Abdülhamid’e karşı hem tavır koymak hem de İngiliz desteğini görmek gâyesiyle, Afrika’da Boer’lere karşı harp eden İngiltere’yi desteklediklerini beyân ettikleri bir bildiriyi İngiliz Sefarethânesine vermişler; fakat bu girişimin sonunda Hüseyin Siret ve Ubeydullah Efendi ile beraber sürgüne gönderilmişlerdir. İsmail Safa’nın menfâ çıktığı yer, Sivas’tır. Aynı yıl içerisinde Peyami Safa artık dünyaya gözlerini açmıştır. Peyami Safa’nın amcası Ali Kami’ye yazdığı mektuplarda İsmail Safa, başlangıçta sıhhatinden söz etmez ancak son mektuplarına doğru artık sağlığının iyiye gitmediği, Sivas’ın havasının onu her geçen gün biraz daha erittiği anlaşılmaktadır. Kaçınılmaz son, onu 11 Mart 1901’de 35 yaşında yakalar. Bu vefat Peyami Safa’ya çok tesir edecek ve yetim kalmanın acısını Abdülhamid’e bağlayarak uzun süre Abdülhamid’i müdafaa eden dostlarına karşı da hırçın bir üslûpla yazılar kaleme almasına sebep olacak; hatta çok seneler sonra, 1956’da, Hayat Tarih Mecmuası’nda babası Sultan Hamid’le ilgili hâtırâlarını neşreden Ayşe Osmanoğlu’na yönelik sert eleştirileri, bu yayının kesilmesine dahi yol açacaktır. Nitekim Peyami Safa “Benim şuurum bir facia atmosferinin içinde doğdu. Ben iki yaşında iken babam ve kardeşim Sivas’ta on ay içinde öldü. Böyle kısa aralıklarla hem kocasını hem de çocuğunu kaybeden bir kadının hıçkırıkları arasında kendimi bulmaya başladım. Belki bütün kitaplarımı dolduran bir facia beklemek vehmi ve yaklaşan her ayak sesinden bir tehlike sezmek korkusu, böyle bir başlangıcın neticesidir” diye yazmak sûretiyle, romanlarında sıklıkla kullandığı vehim, şüphe gibi hislerin kaynağına ışık tutmuştur.
Peyami Safa, söz konusu “faciâ atmosferi”nin içinde kendini idrâk etmeye başlarken, hayatın yeni cilveleriyle de karşı karşıya kalır: Bunlardan biri yoksulluk, diğeri ise hastalıktır. O, birbirinin hazırlayıcısı olan bu iki meseleyi, en derin şekilde rûhunda ve bedeninde hisseder. Kabûl etmek gerekir ki, bu iki mesele, Peyami Safa’da sabır ve direnci geliştirmiştir.
İlk öykü denemesi, on bir yaşında yazdığı “Piyano Muallimesi”, ilk roman denemesi ise, on iki yaşındayken yazdığı Eski Dost olan ve henüz on üç yaşındayken hayatın acımasız yüzüyle tanışmak zorunda kalan Safa’nın Vefa İdâdîsi’ndeki öğrenimini yarıda bırakıp da Keteon fabrikasına girmesi, ardından, kazandığı Dârülbedâyi imtihanlarına rağmen buraya devam edemeyip 1914’te Posta Telgraf Nezâreti’nde çalışmaya başlaması, hayatının zorluğu hakkında bize bir fikir verebilir. 1917’de Rehber-i İttihad Mektebi’nde öğretmenlik vazifesi de yapan Peyami Safa, 1918’de Düyûn-ı Umûmiye İdâresi’nde de çalışmış ve bu yıl içerisinde Servet-i Fünûn’da bâzı çevirileri yayınlanmıştır.
Mütâreke döneminde ağabeyiyle Yirminci Asır gazetesini çıkaran Peyami Safa, bu gazete kapandıktan sonra, içlerinde Tercümân-ı Hakîkat ve Tasvîr-i Efkâr’ın da yer aldığı bâzı gazetelerde çalışmış, 1925’te kısa ömürlü Büyük Yol gazetesini çıkarmış, 1928’de, Cumhuriyet gazetesinin edebiyat sayfasını yönetmeye başlamıştır. Etkili imzası, 1932’de bu gazetede yazdığı “Yeni Bir Şair” başlıklı tanıtma yazılarıyla, Cahit Sıtkı (Tarancı)’yı Türk edebiyâtına kazandırmıştır. Safa’nın kısa roman olarak verdiği ilk eseri, 1922’de yirmi üç yaşında kaleme aldığı Gençliğimiz’dir. Ertesi sene Şimşek yayınlanır ve Serazad takma adıyla Sabah gazetesinde, Sözde Kızlar adlı romanı tefrîka edilir. Sözde Kızlar, Peyami Safa’nın ölümünden 6 yıl sonra 1967’de Ediz Hun ve Filiz Akın’ın başrollerini paylaşacağı aynı adla filme de kaynaklık eder. Yazar 1923 yılı içerisinde neşrettiği bu romanlar dışında, Siyah-Beyaz Hikâyeler’ini de yayınlar.
Pek fazla bilinmiyor ise de Peyami Safa’nın, yazı hayâtının başlarında, P.S. rumuzuyla, basılan İlk Reis-i Cumhurumuz Mustafa Kemâl Paşa adında bir kitabı da vardır. Fakat eserin ortaya çıkış tarihi belirsizdir. Bu eser, yeni harflerle tekrar neşredilmemiş ve Safa’nın pek çok eseri gibi unutulmaya terk edilmiştir.
1924’te, Cahit Sıtkı Tarancı’nın Peyami Safa’nın ciddi bulduğu ilk eseri, Mahşer yayınlanır. Bu esnâda, estetik kaygılardan uzak olarak, geçinebilmek maksadı ile yazdığı Cingöz Recai’nin macerâlarına girişir. Mahşer’le aynı yıl yazmış olduğu Cingöz Recai’nin Hârikulâde Sergüzeştleri başlığını taşıyan, bir-iki formalık on kitaptan oluşan dizi, sonraki yıllarda da birkaç baskı yapar. Sanat endişesinden uzak kalarak salt maddî kaygılarla yazdığı Cingöz Recai serileri ve Cumbadan Rumbaya adlı eserlerinde kendi ismi yerine “Server Bedii” mahlâsını kullanması, Peyami Safa’nın tezli romana ne kadar önem verdiğinin bir göstergesi sayılabilir. Safa, bu mahlâsa niçin sarıldığını 1937 tarihli Her Ay dergisinin ilk sayısında şu sözlerle izah eder: “Server Bedi benim müsveddemdir. Üstünde az düşündüğüm, az çalıştığım, mesuliyetten nefsime beraat kazandırmak için kullandığım bir maişet imzası…”
Peyami Safa, 1944’te, Cingöz Recai’ye dâir yazılmış olan eski eserlerini Hârikulâde Maceralar’da toplar. Cingöz Recai hikâyelerde modern bir Robin Hood’dur, zengin ile fakir arasındaki dengeyi hırsızlıkla kurmaya çalışır ve aynı zamanda Peyami Safa’nın zor zamanlarındaki bir kurtarıcısıdır. Öyle ki; bu polisiye eserlerin başarısı, dostu Necip Fazıl’a da tesir etmiştir. Bu tesirle, Necip Fazıl, Meşum Yakut adında bir polisiye kaleme almış; fakat muvaffak olamamıştır. Cingöz Recai’nin Safa’ya bu zaman aralığında evini geçindirmek için iyi para kazandırması daha sonra Necip Fazıl’ın sözlü hâtıralarına da girecek ve bir süre Peyami Safa’nın evinde kalmak zorunda olan Necip Fazıl, Safa’nın Cingöz Recai ile arasındaki ilişkiyi “Ben Peyami Safa’nın evinde kalıyorum, o Cingöz Recai’nin evinde kalıyor” sözleriyle açıklayacaktır. Cingöz Recai 1954’te beyaz perdeye de uyarlanmış ve karaktere Turan Seyfioğlu can vermiştir. Söz konusu filmin jeneriğinde de eser sâhibi olarak Server Bedii görünmüştür.
Peyami Safa’nın aynı müstearla yazdığı Yürü Yavrum Yürü, Ateş Böcekleri, Süngülerin Gölgesinde ve Bir Akşamdı, 1924 yılı içerisinde okuyucuya sunulur. Günümüzde, Bir Akşamdı hâriç, hiçbiri yeni harflerle tekrar neşredilmemiştir.
1930’a kadar novellalarla, Server Bedii adını kullandığı hikâyelerle şöhret olan Peyami Safa, ilk ciddi çıkışını, söz konusu yıl içinde, 9. Hariciye Koğuşu ile yapmıştır. Hastalığında yaşadığı ıstırap ve yetememe hissini bu kısa fakat etkili eserde işleyen Peyami Safa, kitabını, daha sonra komünistliği yüzünden kendisiyle 1935’te giriştiği meşhûr polemik sonrasında ilişkisini bitirdiği Nazım Hikmet’e ithâf etmiştir. İlk eserlerinde daha kozmopolit bir çizgide ilerleyen Peyami Safa, zaman içerisinde her fikir adamının hayatında görülen bazı değişikliklere uğramış ve milliyetçi – mukaddesatçı bir çizgiye doğru geçiş yapmıştır. Bu gelişimin evreleri içerisindeki anlamlı köşe taşlarından birisi, 1931’de hızlı devrimlerle gelen Batılılaşma sancısından doğan Doğu-Batı çatışmasını tezle anlattığı Fatih-Harbiye adlı romanıdır. İstanbul’daki bu iki semt adeta iki ayrı dünyadır. Fatih Doğudur, Harbiye Batı. Romanın ana kahramanları Neriman, Macit ve Şinasi’nin etrafında gelişen olaylarda daha çok iki dünya arasında kalan Neriman’ın kimlik arayışında karşılaştığı buhran ele alınır. Yanlış Batılılaşmanın seçici olmayan ve taklitten öteye geçemeyen yanları eleştirilir.
1932 senesinde ilk kez konusunu tarihten alan bir roman yazar: Atilla. Necip Fazıl’ın, Fransız yazar Marcel Brion’ın Attila’sından izler taşıdığını ileri sürerek bir intihal tartışması açtığı bu roman, Batı Avrupa’nın karaladığı Avrupa Hun imparatoru Attila’yı aklama gâyesi güder. 1933’te Bir Tereddüdün Romanı’nı yayınlayan yazar, hayâtından bazı izleri de bu esere sıkıştırır: Materyalizm ve pozitivizmden mistisizme yönelen karakteri Ferit’in şahsında kendisini görürüz. Müellif bohem bir hayat süren kahramanını evlilik müessesi ile yüzleştirir ve bu romanda da Batılılaşma sancısının izleri, Vildan karakterinin üzerinde irdelenir. Yalnızlık, vehim, ümitsizlik, dâima felâket beklentisi gibi konularla ağırlaşan romanda, Peyami Safa, kuvvetli bir gözlemci olarak ruh tasviri konusunda maharetini göstermiştir. 1934’te ağabeyi İlhami Safa’nın sâhipliğinde haftalık bir magazin gazetesi olan ve 92 sayı yayınlanan Hafta’yı, 1936’da ise, aynı yılın Haziran ayında çıkan 21. sayısıyla yayını bitecek olan Kültür Haftası adlı dergiyi çıkaran Peyami Safa, 1938’de Türk İnkılâbına Bakışlar ve 1939’da Felsefî Buhran incelemelerini yayınlamış; ilk kitapta inkılâpları, inkılâptan önceki fikirleri ve sonrasındaki durumu incelemiştir. Türk İnkılâbına Bakışlar, sorulara cevap verme özelliği barındırırken, bunun daha üstünde olarak yeni sorular sordurmaya yönelmiş ve Atatürk inkılâplarını bir sürecin, daha geniş bir Türk modernleşmesinin sonuna yerleştirerek doğru ve özgün bir târih değerlendirmesi ortaya koymuştur. Yazıldığı dönemde eser, Türk inkılâbının en yetkin bir incelemesi olarak kabûl edilebilir. Çok sonraları, devrin şartları gereği ilk baskıya koyamadığı bâzı eleştirel görüşlerini de esere yansıtan Safa’nın, bu bağlam içerisinde, Türk İnkılâbının felsefesini kurmak çabasından, Doğu – Batı sentezine ve oradan da Türk – İslâm sentezine dönmüş olduğunu düşünenler de vardır. Felsefî Buhran’da ise Eminönü Halkevi’nde verdiği ve daha sonra Her Ay dergisinin 1937’de çıkan ilk sayısında neşredilen bir konferansını kitaplaştırmıştır. Eserde, Ayvazoğlu’nun tâbiriyle, kapalı ve sâbit felsefî sistemlerin, kımıldanışlı ve değişik hayat karşısında kendi kendisinden şüphesi anlatılmıştır.
Peyami Safa 1949’da Matmazel Noraliya’nın Koltuğu‘nu yazar. Noraliya adındaki karakter Safa’nın tanışıklığının bulunduğu Sevim Burak’ın annesinden bazı parçalar taşır. Burada da Fatih-Harbiye‘dekine benzer bir kimlik buhrânı geçiren kadının durumu konu edilir. İki sene sonra, evvelâ Yeni İstanbul’da tefrîka edilip, 1951’de kitap olarak yayınlanan, mistisizmi, ruhçuluğu, yalnızlığı ve Doğu – Batı sentezinin ütopik ülkesi Simeranya’yı ele alan Yalnızız adlı romanıyla karşımıza çıkar. Safa bu tarihten sonra sekiz yıl gibi uzun bir müddet kendi ismi ile roman tarzında eser vermeyecektir. Bu sürenin sonunda, 1937’de Cumhuriyet’te tefrîka edilmiş olan ve üzerinde önemli değişiklikler yapılarak ancak 1959’da kitaplaşan ve mütâreke yıllarının çeşitli fikirlerinin tartışıldığı Biz İnsanlar yayınlanır. 1953 – 1960 yılları arasında bâzı fâsılalarla birlikte 63 sayı çıkan Türk Düşüncesi dergisini neşreden Safa’nın, aralarında hâlen ortaya çıkarılmayı bekleyenlerle birlikte, sayısı beş yüzü bulan pek çok eseri vardır. Bunların bir kısmı dergilerde, gazetelerde kalmış ve derlenememiş, bir kısmı da yeni harflere aktarılamamış olarak bibliyografyasındaki boşlukları doldurmak üzere beklemektedir.
Dedesi gibi yetim olarak başladığı hayatı Nebahat Hanımefendi ile paylaşan Safa’nın kıymetli eserlerine rağmen çok para kazandığı ileri sürülemez. Basın hayatının, kendisine tâtili bile çok gördüğü konusunda sık sık dostlarına yakınan ve hayâtını kalemiyle kazanan bir otodidakt olan Safa’yı deviren parasızlık değil, Nebahat Hanım’la evliliğinden olan oğlu Merve’nin Erzincan’da yedek subaylık vazifesini yaparken 1961 baharında apandisitinin patlaması sûretiyle vefât etmesi olur. Zâten Nebahat Hanım’a bir nüzûl gelmesi, Peyami Safa’nın çilelerle dolu hayatı içinde ağır bir darbe idi; oğlunun vefatı da, onun kaçınılmaz sona doğru gidişini hızlandıran bir felâket olarak bu hâdiseye eklenmiştir. Bu dönem, aynı zamanda Türkiye’de 27 Mayıs 1960 darbesinin ağırlığının hissedildiği günlerdir ve aynı dönemde Peyami Safa örtülü ödenek dâvâsında şâhit olarak dinlenilir. Peyami Safa, şüphesiz bu yüklerin ve yıllardır özlediği âile hayâtının yarattığı çöküntülerin tesiriyle genç denilecek bir yaşta hayâtını kaybeder. Bu kayıp, Türk düşünce ve sanat târihi için de çok erken ve geniş bir boşluğa sebep olan, büyük bir kayıptır. Bunu, büyük kavgalara da giriştiği dostu Necip Fazıl, “…Bir fikir ve sanat adamına gerekli vasıflardan birçok payı vardı. Onun yokluğunu […] bu vasıfların yokluğunda seyrediyoruz” ifâdeleriyle dile getirmiştir.
Göktürk Ömer