“Ey Peygamber! Biz seni bir şahit, bir müjdeleyici, bir uyarıcı; Allah’ın izniyle kendi yoluna çağıran bir davetçi ve aydınlatıcı bir kandil olarak gönderdik.” (Ahzâb, 33/45-46)
İnsanları, kendisini tanımaları ve ona kulluk etmeleri için yaratan yüce Allah, onlara yol göstermek ve kendisinin emir ve yasaklarını öğretmek için; zaman za-man peygamberler göndermiştir. Peygamberlerin ilki, ilk insan olan Hz. Âdem (a.s)’dir. Sonuncusu ise bizim peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s)’dir. İkisi ara-sında ne kadar peygamber gelip geçtiğini kesin olarak bilmiyoruz. Sadece bu yüce insanlardan 25’inin isimlerinin Kur’an-ı Kerim’de zikredildiğini biliyoruz.
Her peygamber kendi çağının şartlarına göre, kendisine verilen tebliğ görevini yerine getirmiştir. Bizim Peygamberimiz (s.a.s) ise, kıyamete kadar geçerli olacak dinî esasları tebliğ etmiştir. Öncelikle Peygamberimiz (s.a.s)’in yeryüzünde yaşayan bütün insanlar için, hatta bütün âlemler için rahmet olarak gönderildiğini biliyoruz (Enbiya, 21/107). Bizler, bu rahmet oluşun; bizim onunla bağlantımızla ve onun sünnetine sarılmamızla doğru orantılı olacağını da aklımızla fark edebilmeliyiz. Sevgili Peygamberimiz (s.a.s) de bir hadislerinde; her peygamberin kendi kavmi-ne gönderildiğini, kendisinin ise bütün insanlara gönderildiğini haber vermiştir (Buharî, “Salât”, 56).
Yeryüzünde yaşayan insanların büyük bir çoğunluğu onu yeteri kadar tanıma-maktadır. Onu, kendimizden başka insanlara tanıtamadığımız için bizim de sorum-luluğumuz olduğunu düşünmeliyiz. İnsanlar onu tanıyamamış ve onun getirdiği güzellikleri yaşayamamışlarsa, onun rahmet olması ne kadar gerçekleşebilecektir?
Rabbimiz öncelikle Peygamberimizin şahit olacağını bildirmiştir. Allah, kulları-na peygamber gönderip inanç, amel, ahlak konularında ne istediğini açıklamadık-ça onları sorumlu tutmuyor, birçok âyette “Bilmiyorduk, bilemezdik demeyesiniz diye size peygamberler gönderdim” buyuruyor (bk. Nisâ, 4/165). Bütün bunlara rağmen âhirette “uyarılmadığı, bilgi verilmediği yolunda” mazeret ileri sürecek olanlara da Allah Teâlâ peygamberleri ve hepsine birden son peygamberini şahit gösteriyor. Hz. Peygamber’in bu niteliği, onun rabbi nezdindeki değerini gösterir. Çünkü şa-hitler önce tezkiye edilir, onları tanıyan erdemli kişiler tarafından tanık olabilecek-leri ifade edilir. Hz. Peygamber’i tezkiye eden ise bizzat Allah’tır.
Onun başka bir özelliği de müjdeleyici olmasıdır. O, müminleri; Allah’ın cen-netleri ve öbür dünyada mü’minlere hazırladığı sayısız nimetleri ile müjdelemiştir. Onun getirdiği dini yaşayan insanlar, bu dünyada da mutlu olurlar ve dünyayı mamur ederek huzur içinde yaşanır hâle getirirler. Dolayısıyla o, bu dünya için de müjdeleyicidir. Öte yandan Kur’an-ı Kerim onun, bütün insanlara müjdeci ve uya-rıcı olarak gönderildiğini de haber vermektedir (Sebe’, 34/28). Kur’an-ı Kerim’in başka ayetlerinde de onun müjdeleyici olduğu ifade edilirken (Bakara, 2/119; Mâide, 5/19; Hûd, 11/2; Sebe’, 34/28; Fâtır, 35/24), bir ayette de kendisinin müj-delenen olduğu bildirilmiştir. Bilindiği gibi Hz. İsa (a.s), “Ey İsrailoğulları! Şüphesiz ben, Allah’ın size, benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek, Ahmed adında bir peygamberi müjdeleyici (olarak gönderdiği) peygamberiyim.” (Saff, 61/6) di-yerek, onun geleceğini önceden müjdelemişti.
İnsanların müjdelenmeye ihtiyaçları olduğu kadar uyarılmaya da ihtiyaçları var-dır. Çünkü insanlar sadece müjdelenirlerse, tembelliğe ve uyuşukluğa düşebilirler. Ara sıra onların uyarılması; korku ve endişe ile kendilerini hesaba çekmeye vesile olur. Bundan dolayı Peygamberimiz (s.a.s)’in uyarma görevi de vardır. Bizi en çok uyaracak şey; cehennemlik olmak veya bir süre cehennemde cezalandırılmaktır. Allah, insanları cehennemle uyarma görevini Peygamberimiz (s.a.s)’e vermiş, ama onun; bu uyarıyı dinlemeyip yanlış yollara sapanlardan sorumlu olmadığını da ifa-de etmiştir (Bakara, 2/119). Ayrıca onun yaptığı uyarıları dikkate alıp iman eden, kendini düzeltip sâlih amel işleyenlerin de, korkmalarına gerek olmadığını, onların mahrum ve mahzun olmayacaklarını bizlere bildirmiştir (En’âm, 6/48).
Sevgili Peygamberimiz (s.a.s)’in görevi insanları hidayete davet etmek ve bu daveti tebliğ etmekti. O davetini hakkıyla yerine getirdi. Bizden önceki Müslüman kardeşlerimizin şeksiz şüphesiz kabul ettikleri gibi, biz de o daveti kabul ettik. İşte bundan dolayı Rabbimizin bize öğrettiği şu duayı içtenlikle yapabiliriz:
“Rabbimiz! Biz, ‘Rabbinize iman edin’ diye imana çağıran bir davetçi işittik, hemen iman ettik. Rabbimiz! Günahlarımızı bağışla. Kötülüklerimizi ört. Canımızı iyilerle be-raber al.” (Âl-i İmrân, 3/193)
Kur’an-ı Kerim olmasaydı biz hidayete erişemezdik. Hak ile batılın arasını ayı-ramazdık. Ama Kur’an-ı Kerim olsa da Peygamberimiz (s.a.s) olmasaydı o zaman da Kur’an-ı Kerim’i nasıl anlayacağımızı ve nasıl uygulayacağımızı bilemezdik. O yüce Elçi, Kitabımızın esaslarını; uygulamalarıyla bize gösterip örnek oldu. Yolu-muzu aydınlattı. Dünyamızı da ahiretimizi de aydınlatan bir kandil oldu.
Ey aydınlatıcı bir kandil olarak gönderilen yüce Peygamberim! Bu dünyada bizi aydınlattığın gibi, ahirette de aydınlat, bizi ışıksız ve şefaatsiz bırakma!