İstanbul’da doğan Refik Hâlid, ilk tahsilinden sonra Mekteb-i Sultânî’ye girmiş; fakat eğitimini yarım bırakarak Ertaylan’ın tâbiriyle “tabiat mektebinin kucağına atılmıştır.” Mâliye Nezâreti’nde memûriyete başlayan ve bu esnâda imtihanları verip Hukuk Mektebi’ne giren Hâlid, burayı da bitirmemiş; fakat yine Ertaylan’ın tâbiriyle kendisini hem memûriyet hem talebelik kuyûdâtından sıyırarak Anadolu seyahatine çıkmış ve “en büyük, en kuvvetli, en canlı ve en tabiî mektebi Anadolu olmuştur (…) Bütün feyz-i tahrîrini, kudret-i edebîsini gezip dolaştığı o yeşil Bursa’nın nazarnüvâz güzelliklerinden, Ankara’nın, İzmir’in, Tire ve Manisa’nın dağlarından, bağlarından toplamış, bir nesîce-i sanat yapmıştır.”
Edebiyât-ı Cedîde’nin nâşiri Servet-i Fünûn dergisinde çalışan ve bu mecrâda oluşup Fecr-i Âtî adıyla târihe geçen, içinde Fuad Köprülü, Yakup Kadri, Ahmed Hâşim, Müfid Râtip, Celâl Sâhir gibi isimlerin yer aldığı kısa süreli edebî topluluğa dâhil olmuş, ardından çeşitli gazetelerde Kirpi mahlasıyla siyâsî hiciv yazıları yazmış ve bu yazıları daha sonra Kirpinin Dedikleri başlığıyla kitaplaştırmıştır. Bu yazılar sebebiyle kendisinden rahatsız olan İttihat ve Terakki tarafından, Mahmud Şevket Paşa’nın katlin hâdisesinde ithâm edilerek Sinop, Çorum, Ankara ve Bilecik’te 1918’e kadar sürgün hayâtı yaşamıştır. Bu menfâ hayatının da edebiyâtına katkıları çok olmuş ve Memleket Hikâyeleri adlı kitabında bir araya getireceği Anadolu’nun ilk defa sağlam bir hikâye örgüsü içinde edebiyatımıza aksetmesini sağlayan hikâyeler vücut bulmuştur.
Ziya Gökalp’ın tavassutuyla sürgünü sona erip İstanbul’a gelen ve hatta Gökalp’ın çıkarttığı Türkçü Yeni Mecmua’da yazılar yazan Refik Hâlid, Harb-i Umûmî’nin sona ermesinden sonra Sabah gazetesinde siyâsî yazılar yazmaya başlamış, Hürriyet ve Îtilâf Fırkası’nın idâre heyetine girdiği bu dönemde ayrıca Posta ve Telgraf Müdür-i Umûmîliği’ne tâyin edilmiştir. Bu memûriyeti sırasında Anadolu’da cereyân eden Millî Mücâdele’ye karşı tavır alan, ayrıca bütün postanelere Kuvâ-yı Millîye mensuplarının haberleşme imkânlarını ortadan kaldırıp telgraflarının kabûl edilmemesi yolunda emirler gönderen Refik Hâlid’in tâlihi, Anadolu hareketinin yükselen tâlihiyle ters orantılı olmuştur. Hem bahsi geçen icraatı hem Anadolu hareketinin aleyhinde yazdığı yazılar dolayısıyla, İstanbul hükûmeti düşüp memleket idâresi Ankara’nın eline intikâl edince Suriye’ye geçmek durumunda kalmış, bugün Lübnan’da yer alan, Beyrut yakınlarındaki Cünye sayfiyesine yerleşip buradaki Türkçe gazetelere yazılar yazarak geçimini sağlamaya başlamıştır.
1924’te Ankara hükûmeti tarafından îlân edilen Yüzellilikler listesine alınıp 1927’de bu listedeki isimlerle birlikte vatandaşlıktan çıkarılan Refik Hâlid, sürgün yıllarında Ankara’nın yürüttüğü inkılâpları takdîr eden yazıları ve Hatay’ın anayurda ilhâkı için bölgedeki Türkleri teşvik etmesi sebebiyle kendisine karşı oluşan hava yumuşamış, özel olarak affı gündeme gelmiş; Haziran 1938’de bütün Yüzellilikler’in üzerinden yurda giriş yasağı kaldırılınca hemen memlekete dönmüştür. Refik Hâlid Beyrut ve Halep’te geçen bu sürgün yıllarının semeresini 1940 yılında Gurbet Hikâyeleri adlı kitabında toplamıştır.
Ayrıca Suriye’de bulunduğu sıralarda bugün yanlış bir şekilde Osman Gâzi’nin dedesi olarak bilinen, (I.) Kılıçarslan’ın boğularak ölmesi hâdisesiyle onun babası Kutalmışoğlu Süleymanşâh’ın isminin, eski kayıtlarda ve halk tasavvurunda, Kayıların serencâmıyla karışması sonucu hikâyesi oluşan Süleymanşâh’ın, o sıralar Caber Kalesi’nin dibinde bulunan mezarından ve onun bakımsız hâlinden 1931’de yayınladığı Bir İçim Su kitabındaki “Türk Mezarı” başlıklı yazıyla ilk defa bahsederek Süleymanşâh’ı dirilip Fırat’tan su içerken hayâl eden de Refik Hâlid’dir: “Öyle tahayyül ettim ki, Elcezire’nin yanık toprakla kuru ot kokan ve ceylân sürülerinin ayak sesleri işitilen durgun yaz gecelerinde, bazen Süleyman Şah sandukasından usulcacık çıkar, Fırat kenarına iner ve kendisini boğan fakat neslini kuran nehirle hasbıhâl eder. Ona belki de der ki: – Bana yol vermedin, fakat kabilem senden daha büyük sular üzerinden aştı, Tuna’yı atladı, Nil’den geçti. Onun Akdeniz’e hükmettiği ve Karadeniz’i kucakladığı devirler bile oldu… Bütün o haşmetli günler artık tarihtir, biraz serap, biraz hayaldir. Bunlarla övünmüyorum, avunuyorum ve sana hiç küskün değilim; bilâkis minnettarım, zira ey sevgili Murat Çayı, sen bugün benim küçülmüş fakat kuvvetleşmiş vatanımdan fışkıran ve bana neslinin selâmlarını, hürmetlerini getiren bir mübârek vasıtasın. Bırak, ırkımın hasretine susamış yanık bağrıma suların serinlik ve teselli versin! Ve Süleyman Şah’ın heybetli gölgesini, ay ışığı altında Fırat’a eğilip bir avuç su alarak iştiyakla içerken görüyorum.”
Refik Hâlid’in, Türkçe’nin en güzel örneklerinden sayılan pek çok romanı vardır. İstanbul’un İçyüzü (1920), Yezid’in Kızı (1937), Sürgün (1941), Nilgün (1950 – 1952), 2000 Yılın Sevgisi (1954), Kadınlar Tekkesi (1956) adlı romanları en bilinen eserlerindendir.
Göktürk Ömer