Erol Güngör’ün, “memleketimizde bir elin parmakları kadar az sayıdaki ilim adamlarından biri” olarak tanımladığı Türk iktisat târihçisi ve sosyolog Sabri Ülgener, İstanbul Cağaloğlu’ndaki Gümüşhânevî Dergâhı’nda dünyâya gelmiştir. Dedesi, Ahmed Ziyâeddin Gümüşhânevî’nin halîfelerinden İsmâil Necâti Efendi, babası ise İstanbul’un cumhuriyet dönemindeki ilk müftüsü Mehmet Fehmi Ülgener’dir. Hakkında bir monografi kaleme alan A. G. Sayar’dan öğrendiğimize göre Kâzım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Oktay Rifat, Nâzım Hikmet, Mehmet Ali Aybar gibi cumhuriyetin sanat ve siyâset hayâtının önde gelen isimleriyle kuzen olan Ülgener, ilk tahsiline Divanyolu’nda bir okulda başladıktan sonra İstanbul Sultânîsi’nin ibtidâî kısmına geçmiş ve ortaöğrenimini bu okulda tamamlamıştır. Babasından şer’i ilimler ile Arapça ve Farsça’yı, kendi gayretiyleyse Almanca’yı öğrenen Ülgener, 1932’de Dârülfünûn’da hukuk öğrenimine başlamış, buradan 1935’te mezun olduktan sonra, Hukuk Fakültesi’nde İktisâdiyat ve İçtimâiyât Kürsüsü’nde asistan olarak akademik hayâtına başlamıştır.
Bir yıl sonra, yeni kurulan İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ne geçen Ülgener, 1937’de, Yakın Şark Türk İslâm Dünyasının İktisat Ahlâkı Zihniyeti başlıklı teziyle doktor olmuştur. Onun, tefekkür dünyasının anahtar kavramı olan zihniyet târihine yönelmesinde ve iktisâdî hayâtımızı şekillendiren normları Osmanlı yaşam, kültür ve edebiyâtının kaynaklarından elde ettiği verilerle açıklayan girişimlerinin ortaya koyduğu metodun kaynağında Max Weber’in yer almasında, bilhassa üniversite reformu sonrasında Almanya’dan Türkiye’ye gelen ve İstanbul’da ders vermeye başlayan Alman hocaların tesiri büyüktür ve Ülgener’in onlar için, “aşere-i mübeşşere” tâbirini kullanması da bu tesirin derecesini ortaya koymaktadır. Ayrıca, yine bu ifâdenin gölgesinde, A. G. Sayar’dan alıntılayarak belirtmeliyiz ki, “Fikri hayatının kristalleşmesinde, bir sosyal bilimci olarak din sosyolojisinden hareketle iktisat zihniyeti araştırmalarına yönelmesinde onun “baba” tarafından tevarüs ettiği eğilimlerin (de) payı büyüktür.”
1941’de Kapitalizmden Evvel İâşe Buhranları başlıklı teziyle doçent olan Ülgener’in ilk makâlesi de aynı yıl İktisat Fakültesi Mecmuası’nda neşredilen ve kendi ifâdesiyle, “Ortaçağ ekonomi zihniyeti meselelerine başlangıç teşkil etmek üzere mevzuun umumî problemlerini gözönüne koymayı” amaçladığı, “İktisadî Hayatta Zihniyetin Rolü ve Tezahürleri” olmuştur. “Fizik âlimi nasıl bütün haricî şartları tecrit eder, meselâ bir cismin, havadan tahliye edilmiş bir mekânda sukut kanunlarını araştırırsa, iktisatçı da insanın bütün indî ve irrasyonel tesirlerinden tecrit edilmiş bir mekânda bu emtia, sermaye ilâh. yığınlarının seyrini tanzim eden kanunları araştırmalıdır deniyordu; böylece iktisat ilmi doğrudan doğruya bir miktar ve kemiyet ilmi haline getirilmekte idi” diyerek insanı ve iktisâdî hayat içerisindeki insan münâsebetlerini görmezden gelen klâsik iktisat anlayışına karşı çıkan ve iktisat târihçisinin zihniyet meseleleri üzerine eğilmesini engelleyen maddiyatçı telakkileri eleştiren Ülgener, iktisât zihniyeti çalışmalarına ilk defa Almanya’da başlanmış olmasını da burada ortaya çıkan birtakım çağdaş felsefî cereyanlara bağladıktan sonra, müşahhas ve ampirik ilim anlayışının dışında, zihniyet gibi mücerret bir kavramın irdelenmesinin gerekliliğine eğilerek, maddî hayâtın pek çok îtiyâd ve ahlâkî kâideden arî olmadığını ve ekonomi faaliyetlerinin de salt maddî hareketlerden meydana gelmediğini vurgulamış ve iktisat zihniyetini bir ruhî hâlet olarak, “fertlerin iktisadî faaliyet tarzına müessir olan (veya hiç değilse o faaliyete ahlâkan meşruiyet imkânlarını temine çalışan) tasavvurların, ideallerin, ahlâk düsturlarının heyeti umumiyesi” şeklinde tanımlamıştır.
1946 – 1947’de Harvard Üniversitesi’nde ve hemen ardından Londra’daki London School of Economics’te çalışmalarını sürdüren Ülgener, 1951’de, önde gelen Batılı düşünürlerden yararlanmak dışında, Âsım, Selânikî, Naîmâ, Solakzâde, Şânizâde, Râşid Mehmed Efendi, Cevdet Paşa gibi Osmanlı tarihçilerinden de istifâde ederek iktisâdi dengesizlik ve darlık dönemleri üzerine hazırladığı Tarihte Darlık Buhranları ve İktisadi Muvazenesizlik Meselesi adlı çalışmasıyla profesör olmuş, aynı yıl, M. Acar ve H. Bilir’in tâbiriyle, “düşüncesinin damıtıldığı”, geri kalmışlığın sebepleri ve bundan çıkış yollarını ele aldığı İktisadî İnhitat Tarihimizin Ahlâk ve Zihniyet Meseleleri adlı çalışması neşredilmiştir. Tanpınar’ın, coşkuyla okuduğunu ve On Dokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi adlı eserinin yeni basımını bu eserin aydınlığında hazırlayacağını söylediği çalışmada geri kalmışlık, bir zihniyet meselesi olarak feodalizmden kapitalizme geçemeyen, dolayısıyla Ortaçağ’ı aşamayan Yakın Doğu toplumlarının iktisâdî hayâtının ortaya koyduğu bir sorun olarak ele alınmıştır. Weber’in anlattığı, Protestanlığın, bilhassa Kalvinizm mezhebinin, rûhundan doğan kapitalist topluma ve o toplumun, kazanma gayreti ve mâcera hevesi içindeki tüccarının azmini yönlendiren dinî ahlâkına karşılık, bizde rasyonel bir ekonomik hayâtı engelleyen bâtınî tasavvufun ve Ortaçağ’a mahsus lonca anlayışının ve kendisini ekonomik telaş ve kaygıların üzerinde gören Osmanlı insanının irrasyonel tavrının bu geri kalmışlığın sebebi olduğunu açıklayan Ülgener’in, bu konudaki son eseri, 1981’de neşredilen Zihniyet ve Din: İslâm, Tasavvuf ve Çözülme Devri İktisat Ahlâkı’dır.
Bu özetlerle birlikte bir yanlış anlamayı önlemek için belirtmeliyiz ki; Ülgener’e göre iktisâdî ve toplumsal geriliğimizin sebebi İslâm değildir. Bilakis İslâm, zengin bir ticâret hayâtının içinde doğmuş, çalışmaya ve ticârete önem vermiştir. İslâm toplumunun en zengin kültürel kaynaşma vasatı olan pazarın İslâm iktisat târihi içerisindeki yeri ve ehemmiyeti de bilinmektedir. Probleme sebep olan, bâtınî zümre ve tarîkatlerin güdümünde gelişen ve asıl amacından uzaklaşan bir tasavvuf ahlâkıdır. Bu ahlâk, kalkınma dönemlerinde müspet bir rol üstlenmişken, gerileme dönemlerindeki yozlaşmanın etkisiyle meskenet ve uyuşukluk telkîn etmiş; girişken ve tüccar bir peygamberin ümmeti, bu vesileyle içe kapalı, hizmet ve mal üretiminden elini çekmiş bir topluma dönüşmüştür. Bu bağlamda Zihniyet ve Din adlı son eserinde Melâmîliği, bu nevi tarîkatlerden saymayan ve Kalvinizmin Batı’daki tesiriyle benzeştirdiği, iktisâdî hayatımız üzerindeki olumlu etkilerine değinen Ülgener’e göre, İslâm dininin ve kaynaklarının aslî bakış açısı, iktisâdî kalkınmayı sağlayabilirdi.
Ülgener’in düşünce târihimizdeki yeri, “iç dengelerini kurup refaha ermiş” bir toplumun çözülme sürecini, iktisâdî ve sosyal bilimlerin metodları çerçevesinde, yetiştiği dinî vasatın kendisine kazandırdığı vukuf ve kavrayış gücü eşliğinde anlamaya ve anlamlandırmaya çalışırken ortaya koyduğu özgün çalışmaların ışığında anlaşılabilir. O, gerek etkilendiği kaynakları, meselâ Weber’i, eksik kaldıkları ve hatâlı çözümledikleri İslâm düşüncesi açısından tamamlayan; gerek Türk toplumunun temel dinamiklerini, kalkınma ve gerileme odaklarını ilmî bir zeminde ortaya koyan eserleriyle bugün ve gelecekte gündemimizde kalmayı hak eden önemli ve mütebahhir âlimlerimizden birisidir.
Göktürk Ö. Çakır