Arapça, hareket, kıpırdama vs. gibi anlamları olan bir kelime. Konuşmada şatah, konuşurken ölçüyü kaçırmayı ifade eder. Aşırı tecellî ve feyz gelen velîlerden, bir takım şeriata uymaz gibi görünen sözler zuhur eder. Dıştan bakınca, bu sözlerin hiç bir mânâsı yokmuş gibi görülür. Ancak, sûfî’nin ruhanî yükselişte ulaştığı farklı varlık alanı açısından, o sözler ele alınınca, anlaşılmazlık durumu ortadan kalkar. Kanaatimizce, bir insan olan Hallâc’ın “Ene’l-Hak” sözünden önce, kuru bir ağaç kökünün “innî enallah (Ben Allah’ım)” diye (Kasas/30) dile gelip, insan gibi konuşup seslenmesini anlamaya çalışmak gerek. Fussılet/21’de ifade edildiği gibi, Allah her şeyi konuşturmaya kadirdir. Bu konuşturulan insanın elleri olduğu gibi, Kasas/30’da “ben Allah’ım” diye seslenen bir ağacın kökü, ve kendinden geçerek “Ene’l-Hak” diyen Hallâc-ı Mansûr da olabilir. Hallâc’ın ve benzerlerinin bu tür şatahat ifâdeleri, bilinçli söylenmiş değildir; kendilerine egemen olan bir halin sonucu söylemişlerdir. Allah tarafından intak edilmişler yani konuşturulmuşlardır. Vecd halinde bulunan sûfî, şeriata muhatap akıl tavrını aşmış, aklın kurallarının çalışmadığı farklı bir alana geçmiştir. O alanda, olaylar bütün olarak kavranır, o alanda zaman ve mekân olgusu söz konusu değildir, sürekli bir ân vardır, o sırada sadece o ân yaşanmaktadır, akıl alanında bulunan insan, zamanlıdır, mekanlıdır; olayları kesintili olarak, parça parça değerlendirmektedir, faaliyeti, zaman mekan boyutlarından azade değildir. Akıl üstü alanın kuralları ve özelliği, akıl alanında geçerli değildir, işte bir sûfînin şatahatını anlamak, o şatahatın söylendiği akıl ötesi alana geçmek ve o alanın kurallarına göre değerlendirmekle anlaşılabilir. Şeriat akla hitap eder. Sûfî, şatahat ibarelerini söylediği zaman, akılötesi durumu ile şer’î tekliften azade olur, o bu durumu ile şer’î teklife tabî olmayan bir çocuk, aklı bulunmayan bir (tür) deli mesabesindedir. Konuşan o değildir, yaklaştığı Mevlası, sevgili kulunun tutan eli, yürüyen ayağı, gören gözü, duyan kulağı ve konuşan dili olmuştur. Bu dost, artık Mevlası ile görür, onunla işitir, konuşur. “Attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı” (Enfâl/17) âyetindeki incelik de, işte bu hususla yakından alâkalıdır. Mevlâsma kavuştuğu (vuslat) sırada Hallaç, “ene”l-bâtıl” mı demeliydi? diyen bir sûfî liderin yanı sıra, Erzurumlu İbrahim Hakkı “Söyleyen Nasır idi, Mansûr
andan tercemân olur” (Nasır: Allah, Mansûr: Hallâc-ı Mansûr) diyerek, şatahat olayını bir cümlede açıklama irfanını gösterir. Şathiyat ibarelerini ayıklık halinde iken konuşanın küfrü lâzım gelir ve buna şathiyyat denmez, kelime-i küfr denir. Dini, takva ve verâ ölçüleri içinde yaşayan bir kimsede, vecd halinde bu sözler zuhur eder, ayıklık durumunda bu sözleri söylemez, hattâ karşı çıkarsa (Bâyezid-i Bistâmî’de olduğu gibi) tekfir edilmemesi gerekir. Akıl başta iken söylenen ve küfrü gerektiren sözlere “Tammat” veya “Türrehât” (saçma söz) denir.
Yunus Emre’nin şeriata aykırı olmayan bir şatahat ifadesini şu şiirinde buluruz: Çıktım erik dalına, anda yedim üzümü,
Bostan ıssı kakıyıp der: Ne yersin kozumu.
Yine bir başka şiirinde Yunus Emre şöyle der:
İş bu deme erince,
Üç kez doğdum âneden.
Nice yavru uçurdum,
Nice âşiyaneden.
Satha ait yazılan şiirlere “Şathiyye” adı verilir.