Türkçe nesrin önde gelen temsilcilerinden ve Fâtih devrinin en etkili âlimlerinden olan Sinan Paşa, muhtemelen Bursa’da doğmuştur. Dedesi, Sivrihisar kadısı Celâleddin Efendi, babası ise İstanbul’un ilk kadısı olan Hızır Bey’dir. Bâzı rivâyetlere nazaran Hızır Bey’in, Nasreddin Hoca’nın soyundan geldiği kabûl edilmesine rağmen M. Tulum’un da belirttiği gibi, “Nasreddin Hoca hakkındaki bilgilerimizin bu kabûle destek verecek yeterlikte olmadığını söylemeliyiz.” Sinan Paşa’nın annesi de ünlü âlim Molla Yegân’ın kızıdır. Babası Hızır Bey, Fatih Sultan Mehmed’in dâvetiyle İstanbul’a geldiğinde on üç on dört yaşlarında olan Sinâneddin Yusuf, bu târihten sonra devrin Molla Gürânî, Hocazâde, Molla Hüsrev gibi büyük şahsiyetlerinin ve Fatih’in İstanbul’u fethederek açtığı çığırın şehre çektiği başka pek çok İslâm âliminin ilmî halkası içerisinde yetişmiş, onlarla temas içinde olmuştur. Zeki bir çocuk olarak temâyüz eden ve yine M. Tulum’un Latifî ve Kınalızâde tezkîrelerinden naklettiğine göre, “bâliğ olmadan beliğ olup ve minber-i va’za çıkıp halka emr-i mâ’rûf ve nehy-i münker” eden Sinan, genç yaşlarda Aristo ve Eflâtun’un (Platon) ve diğer Yunan filozoflarının eserlerini Arapça tercümeleri vâsıtasıyla okumuş, İslâm felsefesinin temel eserlerini incelemiştir. Babasının 1458-1459’da vefât etmesi üzerine sultan tarafından evvela Edirne’de bir medreseye, ardından Dârülhadis’e müderris tâyin edilmiş; fakat az zaman sonra “hâce-i sultânî” unvânıyla Sahn Medresesi müderrisliğine nasbedilmiştir.
Yirmi bir yaşında eriştiği bu derece, onu vezîriâzam dışında bütün vezirlerin üstüne çıkarmış; şeyhülislâmla aynı mertebede, bayram tebriklerinde pâdişâhın ayakta tebrikleştiği bir rütbenin sâhibi kılmıştır. 1470 – 1471’de vezirlik rütbesi tevcih edilerek Hoca Paşa adıyla anılmaya başlanan Sinan, Gedik Ahmed Paşa’nın vezîriâzamlıktan alınmasıyla onun yerine vezîriâzam olmuş; fakat bir yıl sonra Taşköprülüzâde’nin Şakâyık’ına göre, anlamsız bir sebeple gözden düşerek 1476 – 1477’de hapse atılmıştır. M. Tulum, sebebi bilinmeyen bu hâdiseye, özgür düşünceli bir Vefâî bağlısı olan Sinan Paşa’nın pâdişâhın çok sevdiği ilmî ve felsefî tartışma meclislerinden birinde muhtemelen sultanı da inciten bir aşırı çıkışının sebep olduğu kanaatindedir. Bu hapis cezâsı üzerine devrin önde gelen âlimlerinin derhâl toplanıp sultâna, Sinan Paşa serbest bırakılmazsa bütün eserlerini yakarak ülkeyi terk edeceklerini ihtâr etmeleriyle hapisten çıkıp Sivrihisar kadılığı ve müderrisliğiyle başkentten uzaklaştırılan Sinan Paşa’ya karşı Fatih’in öfkesi dinmemiş olacak ki İstanbul’dan yeni görev yerine gitmek için ayrıldıktan sonra arkasından gönderilen bir tabip tarafından İznik’te yeniden hapsedilmiş ve kaynakların belirttiğine göre kendisine, “mecânine münâsib tedbîrat” gereği günde elli değnek vurulmuş; bundan haberdâr olan Molla Hüsâmeddin’in sultandan bir mektupla ricâcı olması üzerine serbest bırakılıp Sivrihisar’a gidebilmiştir.
Sinan Paşa, İstanbul’a Fatih’in ölümünden sonra dönebilmiş, Sultan (II.) Bâyezid tarafından vezirlik rütbesi ve îtibârı iâde edilerek Edirne’deki Dârülhadis Medresesi’ne müderris tâyin edilmiştir. Edirne veya İstanbul’da öldüğüne dâir kayıtlar olmakla berâber, bugün kayıp olan mezarının Eyüp Sultan civârında bulunduğu bilgisi aktarılmıştır.
Eserlerinden dervişmeşrep, tok gözlü, dünyâ malına kıymet vermeyen bir şahsiyet olduğunu anladığımız Sinan Paşa sâdece dinî ve felsefî ilimleri değil, matematik, fizik, astronomi, tıp gibi bilim dallarında zamânının bilgilerini temellük etmiş; nakilci değil sorgulayıcı ve şüpheci kişiliğiyle, aklı rehber edinen önemli bir Türk – İslâm düşünürü olarak devrin en yüksek ilim meclislerinde tebellür etmiştir. Onun Arapça eserleri çeşitli medrese kitaplarının şerhlerine düşülen haşiyelerden mürekkep risâlelerdir; fakat sürgünden döndükten sonra, ölümünden bir süre önce, büyük bir söz ve düzyazı ustası olarak kaleme aldığı Türkçe eserleri hem tefekkür târihimizin hem de Türk nesrinin en mühim örnekleri olarak kabûl edilmiştir. İlk Türkçe eseri, Tazarru’nâme’dir. “Duâsı makbûl, ağzı kutlu, dili tatlı” aşk erlerinin berzahta rûhunu müzâyakadan kurtarması amacıyla kaleme aldığı bu eserde dinî ve tasavvufî meselelere değinerek Allah’ı, peygamberleri, peygamberin âilesini ve dostlarını, çeşitli müçtehid ve âlimleri manzum – mensur övgülerle anan Sinan Paşa, M. Tulum’un tâbiriyle “Tanrı’nın gerçeklik katına adamakıllı yakınlaşmış bir ruhun naz ve niyazları”ndan mürekkep bu “aşk kitabı”yla Şeyh İbn-i Vefâ’nın mânevî kılavuzluğunda Türk tasavvuf edebiyâtına benzersiz bir eser kazandırmıştır. Sinan Paşa’nın ikinci Türkçe eseri Maârif-nâme’dir. Tazarru’nâme’den hemen sonra kaleme alınıp baştan sona nesirle yazılmış, hikmetli sözlerle süslü bir güzel ahlâk ve nasihat kitabıdır. Son Türkçe eseri ise tarîkat ve din ulularının menkıbe ve hayatlarına dâir Tezkîretü’l-evliyâ’dır.
Göktürk Ömer Çakır