On dokuzuncu asrın en büyük tarihî özelliği, milliyetçilik hareketinin eski Avrupa haritası üzerinde olan etkisidir. Bu itibarla geçen yüz senenin diğer asırlardan farkı, tek milliyet asrı olmasıdır. O zaman Avrupa’nın hemen hemen her tarafında her gün bir isyan çıkmış, millî muharebelerinde ise nehirlerce kan akmıştı! Biz, bu müthiş kasırganın nasıl geçtiğinden oldukça habersiziz; çünkü zaman ve mekân itibariyle kendi dilimizde incelenmedi. Bu ve bundan sonraki makaleler bu noktanın izah edilme denemesidir.
Dünyanın siyasî hayatında milliyetçilik hareketinin önemi çok yeni fakat milliyetçilik duygusu çok eskidir. Dil, gelenekgörenek, çevre ve hayatı ortak olanlar, tarihin her devrinde milliyetiyle duygusal bir bağ kurmuşlardır ve bu duygu etrafında yabancı olan her millet de vardır. Fakat yabancı ortaklık, bu şekildeki başlangıcında, hiçbir siyasî kurumun üzerine bina edilemeyeceği meçhul bir duygudur. On dokuzuncu asra kadar devam eden bu hal esnasında, Avrupa siyasî hayatını din ve hanedan bağlılığı şeklinde tamamıyla başka duygular idare ediyordu.
Milliyetçilik hareketi ise, millî duygunun siyasî fikir şeklini aldığı zaman başlamıştı, ondan sonra hükümet, ortak duygular ya da aynı siyasî hedef etrafında birleşmiş bir heyetin ortak kurumu kabul edilmiştir. Bu yeni inancın etkisiyle, devletin millete dayanarak kurulması, hükümetin aynı ırkın üyeleri tarafından oluşturulması, ülkenin aynı milletle paylaşılması arzu edildi.
Bu duyguların genel hayata tarihî nüfuzu, her ülkenin sosyal kısımları ile uygun olarak farklılık gösterir. Bu yüzden de milliyetçilik meselesi çevre itibariyle incelenmelidir. Muhtemelen bu inceleme de ilk olarak en gelişmiş yerlerde, halkın hükümete katılmasından itibaren başlar: Örneğin İngiltere’deki etkileri parlamentonun önce İspanya ve daha sonra Hollanda ve Fransa savaşlarında gücünü artırmaya çağırmasından sonra ortaya çıkmıştı. Amerika İngilizlerinde ise Avrupa hükümetine karşı isyan ile başlamıştır; Fransa’daki başlangıcı ise 1792’dir.
Milliyetçilik duygusu biraz sirayet eder: Napolyon’un seferleri bu itibarla çok büyük bir tesir icra ederek yeni duyguları neredeyse her tarafa dağıtmıştır. Bu nedenle önce Avrupa’nın batısından başlayarak zamanla merkezine ve sonunda da doğusunda yayıldı. Mutlak idarelere karşı isyan ile ortaya çıkan bu Napolyon hatıraları aynı zamanda batının en uzak bir ülkesinde İspanyolların aynı zorbaya isyanıyla tamamlanmış oldu. Bu yüzdendir ki, bugün her ülkede bulunan en eski siyasî parti milliyetçi partilerdir.
Bütün milliyetçi hareketlerin tek bir ortak noktası vardır: Her millete kendini idare etme hakkı tanıyan bu esasın anlaşılması çok kolaysa da millet tabirinin anlaşılması çok güçtür! Her millet aynı kelimeye başka bir mana vermektedir ve bu manalar da millî menfaatleriyle uygun olmaktadır. Bu farklılık ise, söz konusu akıma en büyük engel olmuştur. Almanya’da milliyet temelinin ırk olduğu, Rusya’nın Panslavist kesimlerinde dil ve dil yakınlığı, Fransa, İsviçre ve Amerika’da ise halkın genel arzusu ileri sürülmektedir. Bazı yerlerde de Macaristan gibi, toprak birliği temel alınmak isteniyor! Fakat bu tezlerin hiçbiri itiraza uğramaktan kurtulamamıştır. Örneğin ırk temelli tanımlamada nesep ilmi âlimleri, toprak birliğine coğrafyacılar, genel arzu tezine bazı tarihçiler itiraz etmişlerdir. İtiraz edenler her yerde bir karışma olduğundan her milletin melez olduğunu, her memleketin diğerleriyle birleşik olduğunu ve genel arzuların değişebilirliğini söylemektedirler. Bu sebeple milliyetin tam manasıyla karşılığı henüz bulunamamıştır.
Tıpkı elektrik gibi, milliyetin de halen tarif edilemediği bir önceki makalede izah edilmişti. Bu bilinmezlik, akımın başarısına en büyük engel olmuştur: Çünkü hemen hemen her milletin başka türlü olan millî tezleri biraz uygulanmış gibi olduğundan, on dokuzuncu asrın sonunda hükümetler milliyet endişesinden çok başka kabullere yönelmişler ve bunun neticesinde de Avrupa’nın büyük bir kısmında devletlerin gerçek anlamda kuruluşları millî taleplerle birçok yerde ters düşmüştü. İnsanüstü siyasî bir kudret bulunsa da bir haritacının kâğıt boyaması gibi Avrupa’nın siyasî sınırlarını milliyet esasına uygun olarak değiştirebilecek olsa, yukarıda zikredilen tezlerin hangisini esas alacağı konusunda şüphe ve hatta acziyet içerisine düşer! Her milletin arzusu başka olduğundan ortada açık bir genel inanç yok demektir. İşte yüz senelik bir siyasî kıyametten sonra on dokuzuncu asır, hem birçok değişiklikler ile hem de hiçbir milleti tam manasıyla memnun etmeyerek son bulmuş ve bu hale ancak milliyetin zikredilen kapalılığı neden olmuştu. O dönemde Avrupa ülkeleri, milliyet itibariyle farklı gelişmişlik derecelerine sahiptiler. Bunların toplamını her sınıfın en açık karakterine dayanarak üç kısma ayırabiliriz:
- Konumuz itibariyle en gelişmiş memleketler, Avrupa’nın batı ve kuzeyindedirler. Bunun da bir coğrafî sebebi vardır ki o da; söz konusu bölgede tabiat bir diğerinden ayrı bölgeler vücuda getirmiş ve bunlar doğal sınır olarak her biri bir devletin çerçevesi olmuştur. Böylece oralardaki eski idareler, bu şekilde asilleri farklılaşan tebaasını bir milliyet halinde birleştirmek zamanını kazanmışlardır. Bu özelliğin doğurduğu devletlerden İngiltere, İskoçya devletini temsil ve İrlanda’ya da hükmederek teşekkül etmişti. Kastalia (İspanya) hükümeti de Portekiz ve Katalanya hariç olmak üzere bütün İberya yarımadasını temsil etmeyi başarmıştır. Farklı dil ve geleneklerden oluşan Fransa ise ancak 1790 itibariyle bugünkü haline ulaşabilmiştir. İki İskandinavya yarımadasında bulunan üç millet olan Danimarka, İsveç ve Norveçliler de coğrafyanın bir doğumu kabul edilmelidir. Avrupa’nın milliyet kaosundan önce teşkilatını tamamlayan bu devletlere, Birleşik Devletler ile İsviçre’yi de ekleyebiliriz.
- Avrupa’nın merkezinde yer alan devletler ise ikinci bir zümre oluşturmaktadır: Almanya ve İtalya. Birçok küçük devletçiklere bölünmüş olan bu büyük milletler, birbirinden âdeta setlerle ayrılmış parçalarla perişanlıklarını hissediyorlardı. Bu sebeple onlardaki milliyet duygusu, Türkiye’nin teşkilinde olduğu gibi birleşmek şeklinde tezahür etmişti. İtalyanlarda, bundan ayrı olarak yabancı hâkimiyetinden kurtulmak arzusu da vardı.
- Üçüncü zümre: Doğu Avrupa milletlerinden oluşmaktadır. Bunlar o zaman kadar bizimle Avusturya ve Rusya arasında bölüşülmüştü. Haritaları, hükümetlerden yapılmış bir mozaik gibidir! Bu milletlerin bazıları birer idarî geçmişe de sahiptiler. Mesela Lehlerle Litvanyalılar, PolonyaLitvanya çifte devletini teşkil etmişlerdi. Çekler de Bohemya Krallığını düşünüyorlardı; bir kısmında ise sadece mutlak bir muhtariyet geçmişi vardı. Yabancı bir hükümdara sadece ismen bağlı olan bu türe Finlandiya örnek olabilir. Ukrayna’daki küçük Ruslar da Lehlerden ayrılıp çarlara tabi olan Kazakların teşkilatlanması devrinde yarı bağımsızlık içindeydiler. Bizim memleketin halkı ise Osmanlı siyasî adaleti içerisinde yetişmişti.
Milliyet itibariyle en geri kalmış milletler de üç kısma ayrılır:
- On beşinci asırdan beri bize bağlı olan Atalan ve Makedonya halkıyla Sırplar ve Karadağlılar,
- Avusturya veya Venedik bölgesine mirasçı olan millet veya millet parçaları. Aşağı Slavlarla, Dalmaçya’nın Hırvatları gibi,
- Macaristan’ın yukarı Slavlarıyla Sırplar ve Transilvanya idarecisine tabi Ulahlar. Avrupa’dan üç yüz sene önce Asya’da da bir millî birlik oluşmuştu. Osmanlı Devleti bu tarihî akımın bir neticesidir. Asya’nın Akdeniz ve Karadeniz bölgesindeki bu Türk birliğinden Kırım’la Kafkasya’nın ayrılması doğal sınırların mevcut olmaması veya dayanıksızlıkları olabilir. Anadolu’daki küçük Türk devletlerinin Osmanlı Devleti’ne bağlanması millî tarihimizin en büyük bölümlerinden biridir. I. Selim’in takip ettiği İslâm siyaseti için başka bir dili resmî dil olarak kabul etme teşebbüsünden sonra başlayan milliyetçi tepki ise Osmanlı dilini vücuda getirmiştir.
Konumuz dâhilinde olmamakla beraber, bu da birçok noktalardan Avrupa’daki milliyetçilik hareketi ile kıyaslanabilir.
On dokuzuncu asrın sonunda milliyetçilik hareketinin neticesi üç şekilde tezahür etti: Bölünme, birleşme ve kurtarılma.
- Bölünme ile üç küçük millet üç küçük devlete dönüşmüştür. Bunlardan münhat ülkeler krallığı 1814’te yapılmış bir yapay hükümet konumunda iken Belçika’nın bağımsızlığı ile ortadan kalktı. Aynı tarihte aynı yapaylıkla birleşmiş olan İsveç’le Norveç birliği de zamanla ve herhangi bir isyan olmaksızın çözüldü. Çünkü Norveçlilere 1791 Fransız Anayasası’ndan alınmış bir yasa, yabancı bir hükümdara idare etme hakkını veriyordu. Nemse Devleti de şahsî birleşme ile birleşmiş iki hükümet yahut önceki haliyle bir çifte devlet olmuştu. Bu yüzden bugün bir Norveç veya bir Macar meselesi yoktur.
- Birleşme yoluyla da birtakım küçük devletler, askerî güç sahibi iki milletle birleşerek birer büyük devlet olmuştu. Almanya ve İtalya böyle teşekkül etmiştir. Bugünkü Birleşik Almanya Devleti, eskiden bazıları bizim Aksaray mahallesi kadar birtakım devletçiklere bölünmüşken bir taraftan genişleyerek ve diğer yönlerden de ortak bir saltanat arazisi (tere d’empire) elde ederek Prusya’nın etrafında teşekkül etmişti. İtalyan hükümetleri de Sardunya Krallığına iltihak ederek İtalya Devletini vücuda getirmişlerdi.
- Kurtarılma ismiyle anılabilecek üçüncü netice de Osmanlı arazisinde ortaya çıktı: Geçen asrın Balkan haritasındaki değişimler, milliyetçilikten daha çok Rusların eseridir. İki aşamada sona eren Yunan bağımsızlığı, farklı safhalardan geçen Romanya hükümeti ve son olarak KaradağSırbistan isimleriyle icat olunmuş Rusya minyatürü iki komik millet, on dokuzuncu asrın evlâdı değil evlatlıklarıdır. Böyle olmakla beraber bunların hepsinde halen birer millî ümit vardır. Fakat bu kısımdan örneğin Romanya, Rusya’dan da Besarabya’yı isteseydi, davasına biraz da haklılık katmış olurdu.
Bu üç netice, Avrupa’nın siyasî teşkilat ve tarihi ile kıyaslanacak olursa milliyetçilik hareketinin zannedildiği ve duyurulduğu kadar evrensel, sağlam, doğal ve umumî olmadığı kolayca anlaşılır: Aksini iddia etmek, tarihin kalbinden bütün köklü duyguları, bütün çatışan ihtirasları çıkarmak demektir! Bir de millî olan her hareket ve rekabet dâhil edilerek hesaplanmak şartıyla, başarı ile sonuçlanan, mutlaka özel şartlardan doğan bir istisnadır: Milliyetçilik akımı daha çok kuvvetli bir devletin himayesi olan yerlerde bir netice verebilmiştir: İtalya’da, Almanya’da bir açıdan Macaristan’da ve Balkanlar’da hep bu esasın neticeleri ortaya çıkmıştır. Böyle olmakla beraber, hepsinde de halen noksanlıklar vardır! Milliyetçilik cereyanı, Avusturya’da ulusal imtiyazlar şeklinde tecelli etti. Fakat Rusya’da, hiçbir millet hiçbir yaşam hakkı elde edemediğinden, hezimete uğramadı ise de sonuçsuz kaldı: Orada ancak devletin mağlubiyetleri anayasayı düzeltmeyle esareti azaltır!
Başka bir bakış açısından da milliyetçilik akımı, Almanya istisna olmak kaydıyla, hemen her yerde ve doğrudan doğruya ya da ortaklık veya katılım usûlüyle mutlaka bir yabancı silahı sayesinde başarılı olmuştur: Örneğin Belçika’da Fransız, İtalya’da yine Fransız, Balkanlarda ise Rus müdahaleleri olmasa idi, bilmem bugün haritada bir Belçika, bir İtalya bir Sırbistan ve bir Karadağ bulabilir miydik ve bulsak da kim bilir ne vaziyette bulurduk?
Bu da ispat eder ki, bugün hükümetlerin teşkilâtında, milliyet nazariyesinden daha çok öncelikle yabancı menfaatleri, ikinci olarak da bu yabancı kuvveti uygulama etki etmektedir. Bu yüzden, şimdiye kadar milliyetçilik mesela konumuzla hiçbir münasebeti olmayan “açık kapı siyaseti” veya iktisat siyasetindeki “himaye usûlü” gibi bir isimden ibaret kaldı; faraza Sırbistan’ın teşekkülünü yalnız milliyetçiliğe atfetmek, tarihi çok az anlamaktır. Milliyet esasının bilinmediği zamanlarda da hükümetler yine teşekkül etmişti! Devlet olacak bir millet, bağımsızlığının gerekçesinin ismi ne olursa olsun, zemini, zamanı ve konumu bulunca esaretten muhakkak kurtulur.
Hatta maslahatın gücü meselesi, bazı yerlerde milliyet için milliyetçilik nazariyesini çiğnetmiştir! Bu suretle buralar, on dokuzuncu asırdan daha eski zamanlara doğru geri kalmışlığa mahkûm olmuş demekti; binaenaleyh Avrupa’da milliyetçilik kuvvetinin siyaset dünyasında çok kullanımı bir laftan ibaret kalmıştır.
1870’den beri, Norveç’le Balkanlar’dan başka her yerde milliyetçilik cereyanı kesintiye uğradı, artık devletlerle milletlerin haritaları da idare şekilleri gibi sabit kaldı, bu sükûnet ise bir tesadüf sonucu değildir. Çünkü hükümetler, silahların, savaş araçlarının ve genel güvenlik kuvvetlerinin gelişimi sayesinde her türlü ihtilali bastırabilecek bir güç seviyesine çıkmışlardı, siyasî de olsa millî de olsa her hareket bu kanuna tabiydi. Bundan dolayı gelişmiş yerlerde bugün artık 1848 ihtilaline benzer bir isyan olmaz; bugünkü ihtilalciler kılıçtan ziyade kalem kullanmak mecburiyetindedirler, çünkü tek başarı vasıtaları kanunî zeminden hareket etmektir. İhtilalciler çoğunlukla milliyetçilerden tatlı söz ve güler yüzle, muhtariyet istiyorlar; binaenaleyh bugün milliyetçiliğin gayesi, bağımsızlık ile devlete dönüşmek eski şeklinden, muhtariyet ve millî imtiyazlar elde etme iddia ve başvurusuna inmiştir! Yirminci asrın siyasetine emperyalizmin istilası bu neticenin ortaya çıkmasında çok etkili oldu.
Bugün Avrupa’nın her tarafında birçok milliyet sorunu vardır. Bunları tarihî karakterlerine göre üç kısma ayırabiliriz:
- Çar’a tabi ve düşman dört millet: Lehler, Finler, Litvanyalılar ve Ukraynalılar yahut küçük Ruslar.
- Haritadan mahrum Makedonya milletçikleri.
- İrlanda ve Katalonya.
Bunların hepsi, kırk altı senedir sadece muhtariyet istiyorlar. Topraktan mahrum olan Museviler bu silsilenin dördüncü kısmını teşkil edemez. İtalya’daki irredenta İtalyanları da onlar gibidir; çünkü gayeleri kapalıdır. Özetle toplam on beş milletle on üç memleket eder. Bunların birtakım ortak şartları vardır: Öncelikle yabancı hâkimiyeti istememek, ikinci olarak hükümetlerle hâkim olan milletin devlet erkânından şikâyet etmek. Tabi ki kötü idareden değil, yabancı yönetimden şikâyettir. Ve özellikle bağımsızlık elde etseler bile daha mükemmel bir idareye sahip olmaları şüphelidir. Hatta bu noktayı kabul eden bir Lombardiyalı “Memleketimizi iyi idare etsinler değil, hiç idare etmesinler” demiştir! Devlet ricâli düşmanlığına ise lortlarla İrlandalıların karşılıklı durumları örnek olabilir.
Takdir edilir ki, bu kadar millî hedefin bu şekilde boşa çıkması sadece silah ve güvenlik güçlerinin gelişimine ait bir durum değildir. İkinci sebep ise, her hâkim milletin meşrutiyetle idare edilmesidir. Bu, Avrupa’nın küçük milletlerini büsbütün mağlup etti, çünkü çoğunlukla, azınlığın millî hisleri birbirleriyle çatışmıştı! Örneğin Duma’nın temsiliyet bakımından ne derecede olursa olsun, mutlaka her kararını Lehlerle, Finlilerin aleyhinde vermiştir!
Bugün bu manevî emniyete karşı, aynı vasıta ile karşılık vermekten başka bir çare kalmamıştır. Bu sebeple asrımız milliyet meselesinde “kanunî mücadele” devrini açtı: Artık hemen hemen her milliyetçilik meselesi bir çoğunluk meselesidir. Yabancı silahı da eskisi kadar verimli olmaz; çünkü her büyük devlet, bir uluslararası meclise üyedir ve her meclis de milletler arasında dengeyi korumakla sorumludur. Bu yüzden artık milliyetçilerin elinde manevî vasıtalardan başka bir şey kalmamıştır. Bu da milletin bekasına, fakat bağımsız olmamasına neden olur, yani doğal olarak dolaşa dolaşa yerini bulmuş demektir! Bugün bağımsızlık meselesi, bir coğrafya birliği meselesidir; devlet başka milliyet başkadır. Bu sebeple milliyetin güveneceği ancak milletlerarası hukuktur. İhtilal içinden çıkmış birçok fikir gibi, her milletin bir devlet kurması şeklindeki tuhaf inanç da işte bu tesirlerin altında yıkıldı.
Bir de “Büyük Millet” hurafesi vardı: Fakat bu da Latinlikle, Slavlığın, “arı ırk” efsanesinin akıbetine uğramasıyla ehemmiyetten düşmüştür. On dokuzuncu asırdan biraz önce, Amerika İngilizlerinin büyük Britanya İngilizlerinden ayrılması, ayrı coğrafyalarda yaşayan aynı milletin kısımlarının zamanla birbirlerinden ayrılarak, sonunda tamamen bağımsızlıklarına örnek olmuştur. Sadece milliyet nazariyesini kabul edip de coğrafya esasını reddetmek oldukça tuhaf olur. Bir millet, doğal halinden ne kadar büyük olursa, o kadar ayrışmaya mahkûm olmuş demektir.
Hazırlayan: Prof. Dr. Şaban Öz
SAMER