Tarih, geçmiş olayların yansıtıldığı bir ayna görünümündedir. Orada insanoğlunun iyi idare nedeniyle ulaştığı mutluluklar, kötü idare yüzünden uğradığı felaketler pek açık bir şekilde görülür. Bunun içindir ki hemen herkeste tarih okumak merakı günden güne artmaktadır. Ancak zorba idareler geçmiş zamanlar ve o zamanların durum ve olaylarını zorbalıkları altında bulunan halkın öğrenmesini arzu etmedikleri için okunmasını, okutulmasını istemedikleri ilimlerden birisi de tarihtir. İşte bu sebeple bizde tarih okunmuyor ve okutulmuyordu. Ta ki özgürlüğün aydınlatıcı güneşi memleketin batı ufkundan doğdu, herkeste tarih okumak ve yazmak hevesi uyandı. Gazeteler, dergiler sürekli olarak tarihimizden, onun şaşalı sayfalarından bahsediyordu. Zaman zaman kitaplar da yayınlanıyordu. Fakat itiraf etmek zorundayız ki, bu çalışmalar tam manasıyla faydalı olmadı ve yazılan makalelerden, bastırılan kitaplardan pek azı tarih felsefesinin ruh ve manasına uygun düştü. Sonra harplerin birbirini takip etmesi gibi nedenler yüzünden her şeyde olduğu gibi bu alanda da çöküş geldi. Bununla beraber bir şükür vesilesi olarak ifade etmeliyiz ki, son zamanlarda yine böyle merak uyandı. Halen iki şey konuşulmaktadır: Evrak arşivinin
oluşturulması ve millî tarih yazılması. Bunların ikisi de önemlidir. Tarih Encümeni’nin oluşturulmasından sonra çıkarılan derginin daha birinci sayısında sayın başkanın yazdıkları makalede evrak arşivinin oluşturulması, mevcut olan evrakların tasnif edilmesi meselesi gündeme getirilmişti. Orada evrakın bir kısmının toplandığını, diğerlerinin de tasnifi için görevliler atandığı yazılmıştı. Aradan seneler geçti, ortada bir şey yok. Anladığımıza göre düzenlenen evrakı muhafaza altına almakla beklenen fayda ise çok önemsiz bulunmaktadır. Gerçi bu iş kolay değildir. Önce paraya, bir parça çokça paraya, ikinci olarak uzman elamanlara ihtiyaç vardır. Bugün oluşturulacak hazinei evrak (arşiv) hiçbir zaman memleketimizde şimdiye kadar gördüğümüz evrak mahzenleri şeklinde olamaz, kütüphanelerimizin vaziyetinde de bulunamaz. Çünkü oralarda evrak muhafaza edilmekten çok evrak tam tersine mahvolup yok olmaya daha yakındır. Nitekim bakımsızlık yüzünden şimdiye kadar çok önemli vesikalarımız rutubetin etkisi, güvelerin saldırısı altında mahvolup gitti. Bundan böyle de eski halde ısrar etmek ve özellikle yapılacak binayı ve onun yönetim şeklini şimdikilere uydurmaya kalkışmak yirminci asırla alay etmek demek olur. Buna ne encümenin ne de alakadar olan resmî dairelerin razı gelmeyeceğine eminiz. Medenî hükümetlerin hepsi arşivler vücuda getirmişler ve buraları tam manasıyla bir hazine haline koymuşlardır. Artık bizce yapılacak şey onları incelemek, bunlar arasında en bilimsel olanı ve amaca en çok yaklaşmış olanı seçip bir benzerini bizde yapmak olmalıdır. Birçok yere paralar harcayan hükümetin bunun için de gerekli olan tahsisatı hatta fazlasıyla vereceğine şüphemiz yok. Uzman elemanlara gelince şükürler olsun ki, bizde bu konuda uzman olan birçok zat vardır. Yalnız onları aramak, bulduktan sonra kendilerinden gerçek manasıyla faydalanmanın yollarına bakmak gerekir. Şunu bilmeliyiz ki bu gibi işlerleri yürütecek olanların başka bir uğraşları olmaması gerekir. Mevcut işine ek olarak böyle bir işin sorumluluğunu yüklenecek şahıslardan faydalanmak imkânsızdır. Kanaatimce kuruluşunun başında kendisinden çok şey ümit ettiğimiz Tarih Encümeni’nin beklenilen hizmetin büyüğünü yerine getirememesinde, her biri çok saygın, çok yetenekli olan şahısların beceriksizliklerinde değil, özellikle sadece bu işle ilgilenmemelerinde aranmalıdır. Sayın üyelerin çoğu, yorucu ve ağır birer görevleri vardır. Gündüzleri amiyane tabirle başlarını bile kaşıyamayan ve hatta evlerine bile gece işi alan bu şahıslardan öyle bir hizmet beklemek doğal olarak abes olur. Binaenaleyh hazinei evrak (arşiv) işinde de böyle bir hayal kırıklığına uğramak istemiyorsak, birinci derecede işin ehlini aramalı, ikinci olarak da sadece bu işle görevlendirilmelidirler.
Millî tarihin yazılıp yazılmaması konusunda da iddia sahiplerinin öteden beri şahit olduğumuz aşırılıkları sürdürdüklerini burada da görüyoruz. Yazılabileceğini iddia edenler görüşlerini ispat için ileri sürdükleri fikirler ve bu fikirleri takip etmeleri ile işin o seviyeye gelmediğini zımnen de olsa itiraf etmiş oluyorlar. Çünkü sekiz on kısma ayırdıkları vesikalara dair açıklamalarının geçmiş ve bugünden ziyade geleceğe ait olduğunu görüyoruz. İkinci olarak bütün vesikaların bizde mevcudiyetini iddia ile yabancı eserlere müracaata ihtiyaç olmadığı yolundaki görüşlerin de pek sağlıklı olmadığı kanaatindeyiz. İnkâr edemeyiz ki Avrupalıların yöntem konusundaki ulaştıkları seviye sayesinde her şeyi bizden iyi görüyorlar. Vesikaların toplanması ve kullanılmasını da çok iyi yapıyorlar. Bunun için esas itibariyle ilmî eserleri nerede bulursak almaya çalışalım ve buna karşı ön yargılı bir tavır değil, kıymet bilir bir vaziyet alalım. Emin olabiliriz ki bundan zararımızdan ziyade kârımız olur. Özellikle de Fransız ve İtalyanlarla ilişkilerimiz çok eskidir.
Gerek bunlara ve gerek başlangıçtan nihayete kadar münasebette bulunduğumuz Avusturya ve Macarlarda ve onların arşivlerinde bize ait birçok vesika mevcuttur. Onları arayıp bulmak tarihimizin karanlık sahifelerini aydınlatmak için çok gereklidir. Geçenlerde Macarlara ait olarak yayınlanan vesikalar ne kadar önemli bir algıyı düzeltti. O sayede şimdiye kadar Macaristan’da zulümden başka bir şey yapmadıkları zannedilen valilerin iyi yönetimleri ortaya çıktı. Demek oluyor ki, bu vesikalar elde edilmese veyahut görüldükten sonra gizli tutulmuş olsa Osmanlıların oradaki idar si sonsuza kadar zalim bir idare olarak bilinecek, şimdi anlaşıldığı gibi merhamet ve şefkate dayalı ve halkın hukukunu koruyan âdil bir idare olduğu anlaşılmayacaktı. Diğer yerlerde bulunacak ve ortaya konulacak vesikalarımızın bundan sonra olsun tahrip olmasının önüne geçmeyi sağlarken diğer taraftan farklı milletlerin arşivlerinde özel ve resmî diğer şahısların ellerinde bulunan evrak ve eserlerin getirilmesi ve toplanmasını sağlamak bu sayede de tarihimizin karanlık kalan yahut yanlış hükümlerle neticelenmiş bulunan noktalarını aydınlatmaya ve tashihe çalışmalıyız.
Millî tarihin katiyen yazılamayacağı iddiasıyla ortaya çıkan diğer taraf ise düşüncemize göre daha hatalıdır. Gerçi bu kısım iddia sahipleri “Biz henüz Seynoposk, Ernest Lewis’in yazdıkları tarihler derecesinde ilmî mahiyete sahip eserler vücuda getiremeyiz” demek istiyorlar. Tarihin kaynaklar ve olaylar demek olmadığı, anlam ve fikir itibariyle tarih yazımında olayların çok önemsiz bir konumda bulunduğu şu zamanda kronolojik olarak olayları anlatan yaygın bir şekilde bulunan vakanüvis tarihleri gibi bir eser vücuda getirsek ve bunun unvanına da millî tarih dersek hakikaten gülünç oluruz. Her halde ortaya konulması arzu edilen eser en son ve en ilmî eserlere uygun olmalı ve yirminci asırda tarihin manasına ve yöntemine uygun bir eser olmalıdır. Bu hakikaten güçtür. Fakat denildiği gibi imkânsız değildir. Mevcut temel unsurlara az çok uygun olmak şartıyla hazırlanacak bir eserdeki ufak tefek hatalar pekâlâ görmezden gelinebilir. Fakat daha en başta itiraza kalkışılırsa yapabilmek gücünü kendinde görenler doğal olarak çekinirler ve gayelerini gerçekleştirmekten vazgeçerler. Bundan zarar görecek ise vatan ve vatan evlatlarıdır. Bu yüzden itirazları ve özellikle beklentileri hemen başta yükseltmemeli işin ehli olanların cesaretlerini kırmamalıyız. İşte bundan dolayıdır ki, biz böylelerini hatalı kabul ediyoruz.
Denilebilir ki yirminci asır tarih asrıdır. Bu asrı yaşayan devlet ve milletler daima eski bir tarihe sahip oldukları iddiasında bulunurlar. Hatta içlerinde eski ve köklü kapsamlı bir tarihi olmayanlar, kendilerini meşhur milletlerden birine nispet etmekte bile çekince duymuyorlar. Hâlbuki bizim şan ve şeref dolu bir geçmişimiz varken bunu ihmal ederek lehimize büyük etki yapması kaçınılmaz olan o hazineleri olduğu gibi perişan halde bırakmamız doğru mudur? Bu konuda uzun uzun deliller getirmeye gerek yoktur. Yunanistan ve Yunanlılar hakkında Avrupalıların iyi düşüncelerinin temelinde hep eski Yunanlılık konusu yok mudur? O Yunanlılar ki, bugün kanları tahlil edilse ataları olarak bildikleri eski Yunanlılardan ya hiçbir zerre bulunmaz veyahut bulunsa da ehemmiyet verilecek bir derecede görülmez. Bu böyle iken bizim halen bu şekilde lakayt durmamız nasıl uygun görülebilir?
Osmanlı Tarihi, İslâm ve Türk tarihinin bir zeyli fakat mükemmel bir zeylidir. Özünü oradan almış, zaman ve özellikle çevrenin etkisi altında tarihinde ölümsüz izler ortaya çıkarmıştır. İslâm tarihi bilhassa medeniyet bakış açısından çok önemlidir. Eski genel tarihler medenî milletler olarak; Kildânîler, Süryanîler, Asurîler, Fenikeliler, Medyalılar, Hintliler, Mısırlılar ve Yunanlıları kaydediyordu. Sonrakiler araştırmalarda bazı temel noktalardan hareket ederek Müslümanları eklediler. Şimdilerde ise Mâverâünnehr çevrelerinde yaptıkları incelemelerle bir Türk medeniyetinin kaydedileceği anlaşılmaktadır.
Medeniyet geçici bir haldir. İnsan vahşi yaratılmış, şu gördüğümüz medenî duruma zekâ ve dirayeti sayesinde sonradan gelmiştir. İnsan medenî tabiatlıdır dediğimiz zaman insanın haddi zatında medenî olduğunu değil, tabiatında medenileşme yeteneğinin olduğunu kastetmiş oluruz. Medenîleşmenin sebepleri ise birçok ve değişiktir. Medeniyetin temelini daima insan zekâsı oluşturur. Seçkin zekâların ortaya çıkması bir kısım icatları, icatların çeşitlenmesi de medeniyeti doğurmuştur.
İnsanlar arasında medeniyet itibariyle bugün gördüğümüz fark ise, ne tabiatları itibariyle ne de yaratılışları itibariyle ve ne de mekân ve zamanın gereğidir. Çünkü öyle olsaydı insanların hiçbirinin medenîleşmemesi, Gulûlîlerin bugün şöyle böyle vârisi olan Fransızların sonsuza kadar vahşi, Dicle ve Fırat vadisi zamanında önemli medeniyetlere şahit olduğu için orada oturanların bugün de medenî olması gerekirdi. Hâlbuki durum tam tersinedir. Ve bu da öncekilerin karışıklıklara düşmeleri ve sonrakilerin de bir felakete uğrayıp medeniyetlerini kaybetmelerinden ileri gelmiştir. Eğer insan türünün tamamı, bir noktada toplanmış ve şimdiki farklı dillere sahip olmadan hepsi tek bir dil konuşuyor olsalardı, niyetlerinde karışıklık ve farklılık yüzünden birbirlerini öldürmek gibi durumlar olmasaydı insanoğlu medeniyetleşme yolunda toptan ve hep beraber ilerlemiş olacak ve halen gördüğümüz farklılıklar da o zaman katiyen ortaya çıkmayacaktı. Hâlbuki eski zamanlarda da insanlar arasında nefretlik bulunduğu gibi, bir diğerinden uzak mesafede olanlar birbirlerinin varlığından bile habersiz bulunduklarından birinin keşif ve icatlarından daha doğrusu medeniyet eserlerinden diğeri haberdar olamamış, insanlar arasında şimdiki fark ve üstünlük ortaya çıkmıştır. İslâm medeniyeti gerçi daha sonra zevale uğramış ve bugün gözlerimizi kamaştıran Avrupa medeniyeti o makama geçmişse de esasen bir medeniyete sahip olmuş ve damarlarında o kandan arta kalanların bulunduğu bir milletin, az bir gayretiyle eski makamına tekrar ulaşacağına şüphe yoktur. Türk tarihi ile münasebetimiz olmadığını iddia etmek de doğru ve tarihî gerçeklere uygun olmadığı gibi özellikle köken noktasından tercih edilmemesi gerekir. Gerçi Türk tarihi bir parça fazla karışıktır. Yalnız düşünmelidir ki ilk ve orta çağların milletlerinin hiçbiri bu karışıklıktan kendini kurtaramamış, büyük çoğunluğu ise bu kuyuya düşmüştür. Sebebi ise aslında o dönem insanlarının fazla dürüst olduklarından değil, zamanın genel kabullerinin o surette bulunduğundandır. Yukarıdaki düşüncemizi yalanlamış olmamak için, insanların ilkelliklerinden medeniyete geçtiklerini ve arkada kalan her insanın ilkellik halinden ileriye doğru aldığımız her anının ise, medeniyetten sayıldığını bir kere daha tekrar etmek mecburiyetindeyiz. Doğrusu istenirse tarihin o gibi sayfaları okundukça o zamanı ve o zamandaki kabul şekilleri düşünülmeli, geçici olarak şimdiki düşünce ve kabullerden soyutlanılmalıdır. Yoksa o dönemleri yirminci asrın kanaatiyle okur, mukayeseye de kalkarsak doğru bir iş işlememiş, her kavim ve milleti sorgulamak gereğini kendimizi bağlayan temel hareket noktası kabul etmiş oluruz. Hâlbuki tarihin en birinci görevi tarafsızlıktır.
Temeli bu derece sağlam, kuruluşu da tamamen adalet ve hakkaniyete uygun olan Osmanlı Devleti’nin yedi asırlık tarihi hakikaten anlamaya değerdir. Şanlı şerefli anlatılara kabaca rast gelinmesi bir tarafa, hemen hemen her sayfada medeniyet eserleri ile karşılaşılır. Hele içlerinde bazı önemlileri vardır ki okurken şeref duymamak mümkün olmaz. Fatih’in, karadan gemi yürütmesi, Sokullu’nun altı ay zarfında iki yüz gemi vücuda getirmesi, Barbaros ve Turgut’un bütün dünya donanmalarına meydan okuması, Tiryaki Hasan Paşa’nın Kanize Muhasarası, bütün bunlar binlere ulaşmış olan şan ve zafer sayfalarının ancak bir kısmını oluşturur. Savaşlarda bireysel olarak gösterilmiş olan kahramanlıkları sayacak olursak o zaman binleri geçerek milyonlara çıkartmamız gerekecektir. Bunlar iftihar edilecek şeylerdir. Fakat bu asır en çok medeniyet unsurları istiyor değil mi? Bunlar da tarihimizde bol denecek kadar çoktur. Yalnız onları bulmak, çıkarmak, teşhir etmek gayreti bizde yok! Gökyüzüne yükselmiş olan zarif ince minareler ile camilerimiz hoş birer kubbe ile örtülmüş, birer sanat abidesi mahiyetinde olan çeşmelerimiz, hanlarımız, hamamlarımız bizde mimarinin ulaştığı dereceyi gösteren parlak ve inkâr edilemez örneklerdir. Ötede beride, memleketin farklı noktalarında geçişleri kolaylaştırmak için inşa ettirilen ne büyük ve ne mühim köprüler vardır. Bunları görenler bu medenî sanatın bizde ne güzel örnekler ortaya koyduğunu tasdik konusunda şüphe etmiyorlar. Bize özel ve güzel sanatlardan kabul edilen hattatlıkta ne eserler vücuda getirilmiştir. El ile yapıldığından yine güzel sanatlardan sayılan etraflarındaki tezhiplerin sıradan birer parça ile yapıldığına insanın inanası gelmiyor ve böyle bir tablonun karşısında insanın hayret içerisinde donakalmaması mümkün değildir. Ya çinilerdeki güzelliklerimiz! Çiniliğe ait öyle şaheserlerimiz vardır ki en zor beğenenler bile bunları beğeniyorlar. Ve onları vücuda getiren sanat erbabına takdirlerini sunuyorlar. Topkapı Sarayı hümayununda, muhtelif türbelerde, bilhassa Rüstem Paşa ve Sokullu Camilerinde öyle harika sanat eserleri var ki!
Padişahın takdirlerini çekmiş, içlerinde ustalık derecesine çıkanları bile görülmüş olan musikimiz ulaştığı seviye itibariyle güzel sanatların bizde de revaçta olduğunu ispat etmez mi?
Kemal Paşazâde, Ebu’sSuud Efendi, Kınalızâde Ali Efendi, Kâtib Çelebi gibi âlimlerimiz, Evliyâ Çelebi gibi seyyahlarımıza gelince bunlar birer fert değil âdeta birer âlemdir. Ne üzücüdür ki, bunlar henüz gereğince araştırılmamış, büyüklükleri dünyaya gösterilememiştir.
Tarihimizin iki şerefli ve faziletli meziyeti mevcuttur ki başka hiçbir şey olmayıp da yalnız bunlar bulunsaydı yine de yeterli olurdu:
Avrupa’nın birçok kaostan, savaş ve çatışmalardan sonra kabul etmek üzere olduğu demokratikliğin çok açık bir surette bulunuşu,
Tâbi milletlerin dinlerinin her türlü saldırıdan korunması. Burada örnekleri ile göstermekte bir fayda görmediğimiz öyle tarihî faziletlerimiz vardır ki bunları bulmak, meydana çıkarmak, bilmeyenlere, bilmek istemeyenlere göstermek bizim için farzdır, öncelikli farzlardandır. Başka ne diyebiliriz ki!
Hazırlayan: Prof. Dr. Şaban Öz
SAMER