“Hayır, insan kendini yeterli gördüğü için mutlaka azgınlık eder.” (Alâk, 96/6-7)
Tevazu, alçak gönüllü olmak demektir. Bunun azlığı kibir, aşırılığı ise zillettir. Her şeyde olduğu gibi bu konuda da ifrat ve tefriti tasvip etmeyen dinimiz, bunların yerine mütevazı tasvip etmektedir. Çünkü kibir ve gurura kapılmak insanı, âhirette Allah’ın rahmet nazarından mahrum edecektir. Sonunda bu gibi kimselerin akıbe-ti de hayır olmayacaktır. Üstelik bu gibi davranışlar, kişiyi sadece Hâlik’ın gözün-de değil, O’nun yarattığı insanların yanında da daha itibarsız bir hâle getirecektir. Hâlbuki bunun yerine tevazu sahibi olmak, kişiye hem Allah, hem de kulları yanın-da saygınlık ve itibar kazandıracaktır.
Nitekim Cenâb-ı Hakk, kullarının bu erdeme sahip olmasını isteyerek, “Onlar yeryüzünde tevazu içinde yürürler” (Furkân, 25/63) buyurmaktadır. Böylesine güzel bir haslet olan tevazuu Allah, ilk olarak sevgili elçisi Hz. Muhammed (s.a.s)’e emret-mekte ve şöyle buyurmaktadır: “Sana tâbi olan müminlere alçak gönüllü davran!” (Şua-ra, 26/215) Bunun üzerine o güzel insan da hayatında hep bu düstur ışığında hareket etmiş, her şey onun hürmetine yaratılmasına karşın, diğer hiçbir varlığın göstereme-yeceği oranda alçakgönüllü davranmıştır. Kendisine korkarak yaklaşanlara, “Ben de sizin gibi bir insanım” diye cevap verdiği bilinmektedir. Ashabın Peygamberimizi en fazla bu hasleti nedeniyle sevdiklerini söylemek abartılı olmasa gerektir. Çünkü her statüdeki insan onunla çok rahat konuşmuş, arkadaşlık etmiştir.
Bütün bu tevazu örneklerini o güzel peygamberin yaşantısında görmek müm-kündür. Örneğin Hz. Peygamberimiz kendi elbisesini kendi yamar, ayakkabılarını tamir eder, koyunlarını sağardı. Mescidin inşası esnasında sırtında kerpiç taşıması da bu tevazu örneklerinden sadece biridir. İnsanlık tarihine baktığımız zaman, ellerine maddî ve manevî güç geçiren pek çok kişinin kibir ve gururlu davranması, insanlığa zulmetmesi sonucu yerle bir olduğu ve bu gibi güç sahiplerinin günümüzde isimlerinin dahi hatırlanmadığı görülmektedir. Buna karşın başkasına hep yararı dokunmuş, herkese iyilik etmiş şahsiyetler hayırla yâd edilmektedir.
Pek çok yönüyle aciz olarak yaratılan biz insanoğlunun kibirlenmesine, gurur-lanmasına sebep olacak bir neden de yoktur. Çok iyi dikkat edildiği takdirde hepi-miz tepeden tırnağa acz içinde yaratılmış varlıklarız. O halde gurura kibire ne gerek vardır? Göz kapaklarının açılıp kapanmasına, saç ve tırnaklarının büyümesine engel olamayan, daha pek çok şeye muhtaç olan insanın kendini Yaratandan müstağni görmesi mantıklı bir anlayış olmasa gerektir. Nitekim Kitabımız da bu durumu göz-ler önüne serip; “Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma. Çünkü sen (ağırlık ve azametinle) ne yeri yarabilir ne de dağlara ululuk yarışına girebilirsin” (İsrâ, 17/37) buyurur. Günü gelip öleceğimize, öldükten sonra her şeyden hesaba çekileceğimize göre davranış-larımıza, hâl ve hareketlerimize dikkat etmek en doğru olanıdır.
Zira Cenab-ı Hak, göklerde ve yerde ne varsa hepsini biz insanoğlunun emrine amade kılmış, (Câsiye, 45/13) fakat onu başıboş bırakmadığını da bildirmiştir (Kıyame, 75/36). İnsan, ilahî yaratılış hikmeti ve imtihanın sırrının bir gereği olarak hayra ve şerre meyillidir. Gerçekten de onun fıtrî olarak sahip olduğu aklî ve kalbî tüm tema-yüller hayra ve şerre kullanılmaya müsaittir. Zaten peygamberlerin gönderiliş amacı da ona doğruyu, Hakk’ı ve hakikati bulmakta rehberlik etmek; ikaz, irşat, örneklik ve nasihat yoluyla iyiye ve güzele yönlendirmek içindir. Çünkü bizim dinin emir ve yasakları doğrultusunda hareket etmemiz, hem kendimize hem de çevremizdekilere dünyada huzur ve mutluluk verecek, ahirette ise kurtuluşumuza vesile olacaktır.