Baba tarafından Çankırı’nın Çerkeş kazâsından olan Tevfik Fikret, İstanbul’da Kadırga Limanı’nda dünyaya gelmiştir. Sakız Rumları’ndan bir mühtedinin kızı olan annesinin hacca gidip orada kolera salgınından vefâtıyla küçük yaşta yetim kalan ve dadıların elinde büyüyen Fikret, eğitimi için evvela Mahmûdiye Vâlide Rüşdiyesi’ne (Pertevniyal), oraya 93 Harbi muhâcirlerinin yerleştirilmesi üzerine Mekteb-i Sultânî’ye verilmiştir. Şiir yazmaya 14 – 15 yaşlarındayken bu okulun sıralarında başlamış ve ilk şiiri bu yıllarda Müntehâbât-ı Tercümân-ı Hakîkat’te çıkmıştır. Bu sıralar Nazmî mahlasını kullanan Fikret, bu ilk şiirleri için “şiir nâmına yazdığım hezeyanlar” dese ve henüz aruz hakkında mâlûmat sâhibi olmasa da içgüdüsel bir beceriyle “Öyle bir yıkmış ki mülk-i hâtırım ceyş-i elem / Kâdir olmaz bir yere gelse cihân tâmirine / Feyzi seyret hançer-i âşık-küşünde ol mehin / Nûr iner her şeb mezâr-ı küşte-i şemşîrine” gibi âhenkli mısrâlar kaleme alabilmiştir.
Mekteb-i Sultânî’de Recâizâde Mahmud Ekrem’in ve onun ardından Muallim Nâci’nin öğrencisi olan Fikret, okuldan birincilikle mezun olduğunda bile Ekrem Bey’in şiirini tâkip ve tanzîr etmeyi sürdürecek kadar onun etkisi altında olmayı sürdürmüştür. Mezûniyetinden sonra Bâbıâli Hâriciye İstişâre Odası ve ardından Sadâret Mektubî Kalemi’nde çalışıp bir taraftan da Gedikpaşa’daki Ticâret Mektebi’nde Fransızca ve Türkçe hüsn-i hat dersleri veren Fikret, Mekteb-i Sultânî’de hocalık için sınava girmiş ve mezun olduğu okulun iptidâî (İlkokul) kısmının 3. sınıfına Türkçe hocası olmuştu; fakat memur maaşlarında yapılan kesinti üzerine buradan ayrılmış ve ömrünün sonuna kadar hocalık yapacağı Robert Kolej’e geçmişti.
1891’de başyazarı Peyami Safa’nın babası İsmâil Safa olan Mirsad dergisinde pâdişâha methiye için yazdığı şiirle birinci olup dikkat çekmeye başlayan Fikret, 1894’te, gelecekte büyük bir Türkçe sözlük telif edecek olan Hüseyin Kâzım (Kadri) ve Nâmık Kemal’in oğlu Ali Ekrem (Bolayır)’le Mâlûmat dergisini neşretmeye başlamış, 1896’da ise eski hocası Recâizâde Mahmud Ekrem’in öğrencisi Ahmed İhsan’ın Servet gazetesinin eki olarak çıkıp daha sonra yayınına tek başına devam eden Servet-i Fünûn dergisinin başına geçmiş ve bu dergi vâsıtasıyla edebiyâtımızda yeni bir çığır açılmıştır. Fikret mahlasını da bu tarihten îtibâren kullanan büyük şâirin çevresinde, Cenab Şahâbeddin, Halid Ziya, Hüseyin Câhid, Mehmed Rauf, Hâlid Fahri gibi isimler toplanmaya başlamış, Abdülhak Hâmid ve Sâmipaşazâde Sezâi gibi isimlerce de desteklenmiş olan Edebiyât-ı Cedîde akımı ve eski – yeni edebiyat tartışmalarıyla dönemin sanat anlayışına damga vuran gelişmeler de onun öncülüğündeki bu mecrâda doğmuştur. Servet-i Fünûn, 1944’e kadar fâsılalarla 2464 sayı çıkmıştır.
Servet-i Fünûn edebiyâtı, her ne kadar konuları ele alış şekli îtibâriyle Batılı bir anlayışa yaklaşsa da sanatlı ve ağdalı diliyle eski şiire göre bir yalınlaşmayı temsil edememiş, son derece zorlayıcı üslûbuyla millî lisân cereyanının hemen öncesinde terk edilecek ve ileride yükselecek milliyetçilik düşüncelerinin de etkisiyle geleceğe intikâl edemeyecek bir akım olarak kalmıştır. Yine de Batı’nın sone gibi bâzı formlarının kullanılması ve eski edebiyâtın yeniden işlenen bâzı unsurlarıyla eklektik bir sanat doğmuş, ayrıca salt sanatkârâne kaygıların içinde önemli eserler de vücuda gelmiş, sâdece şiir vâdisinde değil, İstanbul arkaplânının hâkim olduğu realist romancılık sâhasında da köşe taşları oluşmuştur.
Fikret, sonraki yıllarda Abdülhamid idâresinin baskıcı eğilimlerinin kendi çevresinde de hissedilmesi, İsmâil Safâ’nın evindeki bir toplantı sebebiyle birkaç gün tutuklu kalmaları ve zavallı Boerler’i[1] ezen İngilizleri tebrîk etmek gibi sefihâne girişimler dolayısıyla sorguya çekilmeleri üzerine gitgide tedirginliği artmış, hatta mensup olduğu edebiyat çevresiyle Yeni Zelanda’ya yerleşme hayâlleri kurmaya başlamıştır. Bu arada şiir kariyerinin başında övgüler düzdüğü Sultan Hamid’e karşı da büyük bir düşmanlık besleyen Fikret’in, 21 Temmuz 1905’te Pâdişâh’a suikast düzenleyen bir Ermeni komitacıyı “Şanlı avcı” diyerek övdüğü “Bir Lâhza-i Taahhur” başlıklı şiiri, Köprülü’nün tâbiriyle “O zamanki gençlik âleminde Abdülhamid’e isâbet etmeyen bombadan daha müthiş bir tarraka ile infilâk etmişti.”
1901’de birtakım sürtüşmeler ve bölünmeler dolayısıyla Servet-i Fünûn’u terk eden Fikret, birkaç yıl sonra babasını ve kızkardeşini de kaybedince Aksaray’daki konaklarını satıp Rumelihisarı’nda plânlarını kendisinin çizdiği ve Âşiyân adını verdiği evinde münzevî bir hayat sürmeye başlamıştır.
Tevfik Fikret, edebiyâtımızın şüphesiz en büyük şâirlerinden birisidir; fakat Enis Batur’a göre sâdece bir şâir değildir. “Bu tanımlama biçiminden bütün temsil etmiş olduklarıyla taşar: Şairden fazladır, fazlasıdır, çünkü bir simgeye de dönüşmüştür.” Gerçekten de Tevfik Fikret, yaşarken sert bir muâşereyle çarpıştığı Mehmed Âkif gibi ve onun tam zıddı olan değerlerin temsîlcisidir. Öyle ki Batılı standartlarla yetişmesini isteyerek Avrupa’ya yolladığı ve şahsında geleceğin Türk gencini gördüğü oğlu Halûk ile Mehmed Âkif’in yarattığı ve istikbâldeki nesillere örnek olacak Âsım karakteri millî ve gayrımillî iki anlayışın kavga remizleri hâline dönüşmüşlerdir. Fikret’i, “Târih-i Kadîm”, “Târih-i Kadîm’e Zeyl”, “Sis” gibi şiirleriyle yerden yere vurduğu toplumsal ve târihî değerler manzûmesi karşısında ve “Milletim nev-i beşer, vatanım rûy-ı zemîn” kozmopolitliğinin mübeşşiri olmasıyla, tıpkı Atsız Bey’in Sabah’a onun hakkında verdiği anket cevâbında olduğu gibi, sahiplenemiyoruz; fakat onda yine de sevilmeye değer bir şeyler olduğunu da söylemekten geri kalmak zor. Meselâ yaşadığı dönemde de muhalif olduğu bilinmesine ve hatta 1913’te Doksan Beşe Doğru başlıklı şiiriyle kendilerine yönelik sert eleştirisini dillendirmesine rağmen gerek İttihatçılar gerekse harbe karşı çıkmasına rağmen asker mahfillerinde sevilmiş olması ilginçtir. Bu, belki de Batılı anlayışları temsil eden muhitlerle zihnî – mânevî bir râbıtadan kaynaklanıyor olabilir; lâkin Âşiyan’daki, oğlunu büyük ümitlerle ve memleket için ne lâzımsa toplamak üzere yollayıp “Nâzende Bosfor’un köhne / Köhne, âvâre, bî-haber, bî-zâr / Belki cennet kadar tarâvet-dâr” bir kenarında “münharif”[2] ve “muğfel”[3] kalan yalnız ve mağrur adam portresi ile – yine Köprülü’nün tâbirleriyle – taşıdığı “seciye salâbeti” ve “ahlâk taassubu”nun, insanı, onu sevsin veya sevmesin, önünde ihtiramla eğilmeye zorlayan karakter özellikleri olduğunu belirtmeye gerek yoktur.
Fikret’in sağlığında, Rübâb-ı Şikeste (1898), Rübâb’ın Cevâbı (1909), Halûk’un Defteri (1909), çocuklar için ve çok sâde bir dille yazdığı Şermin (1914) ile Târih-i Kadîm (1905) adlı eserleri basılmıştır.
Güney Afrika’da yerleşip eski köklerinden koparak yeni bir etnik topluluk hâline gelen Hollandalılara Boer denir. 19. asrın sonunda burada İngilizlerle Boerler arasında bir dizi savaş meydana gelmiş, bizim birtakım aydınlarımız da hangi sebebe mebni olduğu bilinmeyen bir perestişkârlıkla bu zavallılara çullanan İngiliz emperyalizmini tebrik etme gafletinde bulunmuşlardır. Bunlardan birisi İsmâil Safa, diğeri de Tevfik Fikret’tir.