“Türk Tarihi için nasıl ve ne şekilde çalışılabilir?” ismini taşıyan bu satırlar, Tarih ve özellikle de Millî Tarihimizin araştırılması gerekliliğine ikna olan okuyucularımızla bir hasbıhalden ibarettir. Tabi ki, Tarih ve bu çerçevede Millî Tarihe lakayt ve bu gibi araştırmaların gereksizliğini düşünenlere bir sözüm yoktur. Çağdaşlaşmak ve Batılılaşmak için Tarih’i ihmal etmek isteyenlere, çağdaş ve Batı milletlerinin bu konudaki hayret verici çalışmalarından daha susturucu bir cevap olamaz.
Tarih, insanlık hayatının tezahür ve gelişimini inceleyeceğine göre ondan geçmişi ilmî bir şekilde ifade etmesini isteriz. Fakat tarihe yüklenen bu görevi, Türk tarihiyle meşgul olanların eserlerinde yerine getirmediğini görürsek, kendilerine itiraz değil, teşekkür etmeliyiz. Çünkü bu adamların yetersiz ve şüpheli bilgilerle tarihî bir inşaya girişmemiş olmaları, işlerine ciddi gözle baktıklarına, asrın ve medeniyetin emrettiği yönteme uyduklarına, kısacası ileride ortaya konulacak millî tarih için doğru bir şekilde çalıştıklarına apaçık bir delildir. Ve yine çünkü erbabınca bilindiği üzere, tarihi bilimsel bir şekilde ele alıp ortaya koymak yorucu bir çalışmaya, uzun bir incelemeye dayanmaktadır. Bu inceleme de sınırsız denecek kadar çok sayıda malzeme, vesika ve kaynaklar üzerinde yapılır.
Tarih denilen ilim şubesinin kaynakları başlıca; hangi türle ilgilenilecek ise, o dönemde kaleme alınan Tarih kitapları, hatıralar, biyografiler, kronolojik mahsuller, kronikler, salnâmeler, gazeteler, dergiler, yine o devrin mülahaza ve düşünce tarzına ait olan felsefî yazılar, hukuka, iktisada dair kitaplar, daha sonra fermanlar, beratlar, vakfiyeler, hesap defterleri, meclislere ait zabıtnameler ve nihayet kitâbeler, zafer takları, sütunlar her türlü işlemeler, eski madeni paralar, resimler, mühürler, madalyalar, armalar, daha birçok eşyalar, elbiseler vesairedir.
Tarihçi bütün bu kaynak ve vesikaları inceleyip tenkit ederek her birinin güvenirliliğini anlaması gerekmektedir. Avrupa’da maddî yollar gibi, manevî yollar da kısaldığı, başka bir tabirle ilimde “iş bölümü” istenilen seviyeye ulaştığı için, bütün bu kaynakları ayrı yarı kendisine çalışma alanı seçmiş ilimler meydana gelmiştir. Arkeoloji (eski eserler), Epigrafi (kitabe ilmi), Paleografi (eski yazılar ilmi), Sphrapistque (mühürleri okuma ilmi), Diplomatik (eski anlaşma, berat ve fermanlar ilmi), Nümizmatik (madeni paralar ve madalyalar ilmi) gibi. Bu ilimlerle uğraşan âlimlerin incelemeleri orada tarihçinin çalışmalarını kolaylaştırır. Avrupa’da oldukça gelişmiş olan Coğrafya ile Etnografya da aynı şekilde bu çalışmalara farklı noktalardan destek veren yardımcılardandır. Bizde ise, izaha bile gerek yoktur ki, millî benliğimizi tayin edecek olan kaynaklar halen incelenmiş değildir. Kısmen ham bir madde halinde meydanda veya toprak ya da çatı altlarında, raflarda şurada burada duruyor, kısmen de kaybolmuşlardır. Çalışması son derece sınırlı olan üç beş gayretli zat, sırf şahsi bir zevk ve hevesle – Allah hepsinden razı olsun– bu kaynaklardan ve yukarıdaki ilimlerden bazılarıyla uğraşmaktalar ise de hayatlarını uzmanlık alanlarına hasredemedikleri için çalışmalarının sonuçları bize tarihî bilgi sunmaktan doğal olarak uzaktır. Zaten çok eski bir zaman ve son derece geniş bir coğrafî saha içinde cereyan etmiş olaylardan müteşekkil muazzam Türk tarihi böyle üç beş –hatta daha çok– adamın çalışmasıyla kolay kolay ortaya konulamaz.
Hakikat böyle olunca tarih düşkünlerinden ilmî eserler istemek ve bunda ısrar etmek değil, tarih kaynaklarını araştırabilmeleri için onlara vasıtalar hazırlamak, kolaylıklar göstermek gerekmektedir. Bu vasıtalar hazırlanmadan tam bir inceleme yapmak imkânı bile yoktur. Çünkü inceleme için kaynakların ve hâdiselerin kritiğinin yapılması icap eder. O kaynaklar ve hâdiseler –ki nelerden teşekkül etmekte olduklarını yukarıda özetle söylemiştik– ortaya getirilmeden ve tespitleri yapılmadan, ortada kritik edilecek bir şey yok demektir. Tenkit edilecek şey olmayınca inceleme yapılamaz. İnceleme yapılamayınca da ilmî eserlerin ortaya konulmasını beklemek sadece bir hayalden ibaret olur.
Fakat ümitsiz olmaya ve bu ümitsizlik neticesinde Millî Tarih’i ihmal etmeye sebep yoktur. Bugün mütevazı de olsa birçok araştırmalar yapabiliriz. Bu araştırmaların başlıcalarından biri; tarihî bir şahsa veya bir olaya yahut belirli bir döneme ait monografilerdir.] Monografiler sayesinde, seçtiğimiz şahıs, olay veya döneme ait mevcut ve mümkün bilgileri toplayabilir ve bunları inceden inceye tetkik, tenkit ve tasnif edebiliriz. Önemli olan yanlış genellemelere, sentezlere, iskambil kâğıdı gibi dayanıksız tarihî inşâlara kalkışmayalım! Türk tarihi içinde hangi kısmına ve o kısmın hangi olay veya şahsına ait olursa olsun ortaya konulacak monografiler, daima tamamlanabilecek veya düzeltilebilecek mahiyettedir. Yani bu gibi eserlerde noksanlık esastır. Çünkü her şeyden önce tarih araştırmaları yapılırken başvurulacak olan kütüphanelerimizin içerdikleri malum ve belirli değildir. Falan şahıs veya falan olay yahut falan devir için çalışmak isteyenler muntazam kataloglar, bibliyografik eserler bulamazlar. Araştırmacı, ne kadar metodik hareket ederse etsin incelemek istediği madde hakkında elde edeceği bilgiler tesadüfe bağlıdır. İlave etmeliyiz ki, memleketimizde ilmî yardımlaşma hasleti henüz gelişmemiştir. Nice araştırmacımız vardır ki, “irfan cimriliği” diyebileceğimiz bir hastalığa yakalanmışlardır: Meşgul ol duğumuz şahsa, olaya veya döneme ait bildiklerini anlamsız ve gereksiz bir kıskançlıkla saklarlar! Bu kıymetli cimrilerden başka bir kısım aziz münekkit de vardır ki sizin uğrunda seneler harcadığınız çalışmalarınızı, rutubetli kütüphane kubbeleri altında geçirdiğiniz günlerinizi, iki bucuk sütunluk –mâkulâttan müterekkeb (mantıklı verilerden oluşan)– itirazlarla bir çırpıda hiçe indirmek isterler. Okuyucularım “mâkulâttan müterekkeb” tabirinde bir dizgi hatası falan aramasınlar! Evet, ben bir örümcekten, bir de “mâkulattan müterekkeb” itirazlardan çok çekinirim, o mâkulât ki sayelerinde cilt cilt edebiyat tarihleri kolayca kaleme alınır, nesir ve nazım gelişimleri gösterilir ve tiyatro piyesleri tenkit edilebilir! Yalnız avukatlıkta işe yarayabileceğini tahmin ettiğim bu mâkulattan Allah cümlemizi ve bu meyanda ben kulunu korusun, âmin!
Latifeden asıl konumuza dönüyorum: Uğraştığımız Edebiyat Tarihi’ne ait ise yöntem ve çalışmamızın bazı özellikleri olması gerekir. Çünkü Gustave Lanson’un da dediği gibi, asıl tarihle bu alanın konuları arasında önemli farklar vardır. Asıl tarihin konusu; hayatla münasebetini kesmiş, ortadan kalkmış bir geçmiştir. Edebiyat Tarihi’nin konusu ise zamanlarındaki okuyucuları üzerinde etkili olduğu gibi, bugün bize de tesir edecek eserlerden oluşmaktadır: Mesela Damat İbrahim Paşa devri olmuş bitmiş, silinip süpürülmüştür. Hâlbuki yine mesela Nedîm’in Dîvân’ı halen elimizde ve gözümüzün önündedir, okuyoruz, zevk alıyoruz. Asıl tarihçi nasıl birçok vesikaları araştırırsa, edebiyat tarihçisi de vesikalarını öyle araştırır, fakat bu vesikalar öyle vasıtadır ki elinde gözünün önünde bulunan canlı edebî eserleri daha iyi anlamasına yarar.
Tarih ile Edebiyat Tarih’i arasındaki önemli bir fark da şudur ki; tarihçi eline geçen vesikalardan bireysel unsurları arındırmaya, onu genelleştirmeye çalışır. Edebiyat tarihçisi ise, tam tersine en çok bu unsurlara önem verir. Naimâ Tarihi’ni incelemek ve ondan istifade etmek isteyen bugünün tarihçisi, Naimâ’nın şahsına ait kısımları ihmale çabalarken, edebiyat tarihçisi o eserde özellikle Naimâ’ya ait unsurları araştırmaya mecburdur.
Edebiyat tarihçisi için araştırma merkezleri şaheserlerdir. Fakat şaheserin sosyolojik bakış açısına göre manası –kelimenin genel anlamından– hayli farklıdır. Yine Gustave Lanson’un çok güzel işaret ve tespit ettiği üzere şaheser –ister dün, ister bugün– bir edebî toplumun, zevk ve ülküsünü ifade eden eserlerdir. Bir eser, belli bir dönemde edebî toplum tarafından büyük ilgi ile karşılandığı halde bugün unutulmuş olabilir. Edebiyat tarihçisi, o eseri dikkate almamak vazife ve mecburiyetindedir. Bundan başka en seçkin, en yüksek bir şair veya yazarın bile manevî varlığı, kendisinden önceki zamanların ve devirlerin edebî unsurlarıyla girift olmuştur. Böyle bir adamın, sanatını ortaya koyabilmek için geçmişini ve dönemini iyice incelemesi, seleflerine ve çağdaşlarına ait yabancı unsurları birbirinden ayırması gerekir. Ve işte ancak bu işlemler yapıldıktan sonra o seçkin, yüksek bir şair veya yazar daha doğru anlaşılmış olur. Mesela Nedîm’in şiir ve sanattaki özelliği ancak böyle uzun bir çalışma ile izah edilebilir kanaatindeyim. Unutmamalıyız ki dehâdaki kudret, sahibinin bir devre ait zevk ve temayül ışıklarını tıpkı bir mercek gibi nefsinde toplamış olmasından gelir. Binaenaleyh o dehayı anlamak için devrini çok iyi incelemek mecburiyetindeyiz. Yenileşme tarihimizle ve onu kendilerine bir reaksiyon olarak ortaya çıkartan önceki asırlarla uğraşmaksızın, mesela Nâmık Kemal’i, Abdulhâk Hamid’i, Tevfik Fikret’i ve bu adamların şahsiyet ve özelliklerini ifade edemeyiz. Buraya şu hususu da eklemeliyiz ki, yukarıda Gustave Lanson’a dayanarak mademki edebiyat tarihinin konusunu, “zamanlarındaki okuyucuları üzerinde etkili olduğu gibi, bize de tesir edecek eserler” şeklinde tanımladık, yani onların canlılığını ve duygularımıza halen nüfuz etmek gücünde olduklarını söyledik, tarihin bu kısmına ait incelemelerde kendi bireysel etkilenmelerimizden kurtulamayacağımızı, buna çalışmanın zaten imkânsız olduğu kadar faydasız olacağını da bilmeliyiz. O halde edebiyat tarihçisinin şahsî etkilenmeleri, meşgul olduğu araştırmanın unsurlarından birini oluşturur. Yeter ki bu etkilenmeler takip edilen usûle tahakküm etmeye kalkışmasın, bir ayrıcalığa sahip olduğu zannedilmesin.
Bir edebiyat tarihçisinin meşgul olacağı maddeler edebî metinlerdir. Gustave Lanson’a göre, edebî bir metni tanımak, onu tam manasıyla kullanabilmek için ilgili metne birtakım sorular sormak gerekir:
- Metin otantikliği açısından güvenilir midir? Değilse yanlışlıkla mı bir adama atfedilmiştir, yoksa büsbütün uydurma mıdır?
- Metin tahrif ve müdahalesiz yani saf ve tam mıdır?
Gustave Lanson bu iki sorunun üzerinde durmaktadır. Türk edebiyatıyla uğraşanlar ise –edebî metinlerimiz şimdiye kadar tenkitten vareste kaldıkları için– daha çok ellerindeki malzemeleri bu sorulara göre incelemek mecburiyetindedirler.
- Metnin tarihi, fakat sadece neşrinin, telifinin veya tamamının değil, her kısmının ayrı ayrı tarihi nedir?
- Metin ilk basımından son basımına kadar müellif tarafından nasıl değişikliklere uğramıştır? Bu varyant farklılıklarında hangi fikir ve zevk gelişmeleri görülmektedir?
- Metin, ilk müsveddesinden ilk basımına kadar nasıl teşekkül etmiştir? Müsveddelerde, taslaklarda (eğer bunlar saklanmış ise) hangi zevk haletleri, hangi sanat umdeleri ve ne gibi bir zekâ işlevi görülmektedir?
- Metnin lâfzî manası, yani lisan tarihine ve gramerine uygunluğu, birbirleriyle ilişkisi veya biyografik imaların izah ve aydınlatılması şekliyle cümlelerin anlamı belirlenecektir.
- Sonra metnin edebî manası gösterilecektir. Yani fikir, duygu, sanat açısından kıymeti belirlenecek dilin, o edebiyatçı veya şaire has bireysel kullanılışı, çağdaşlarının ortak kullanışlarından, hislerinden, düşünce ve güzellik algılarından ayırt edilecektir. Yazarın zihin dünyasının zemin katını teşkil eden ahlakî, içtimaî, felsefî, dinî telakki ve tasavvurları, fikirlerin umumî ve mantıkî ifadeleri altından çıkarılarak belirlenecektir. Yazar, – hem kendi, hem de devrindeki adamlar bunları anlayacakları içineserinde bu ahlakî, içtimaî, felsefî, dinî telakki ve tasavvurları doğrudan doğruya ifade etmek ihtiyacını duymamıştır. Mesela bir Fuzûlî’yi, bir Bâkî’yi anlamak için nasıl çaba harcamak gerektiği bu yedinci madde bize açık bir şekilde göstermektedir.
- Eser nasıl vücuda gelmiştir? Hangi karakterin hangi hislere cevabıdır? Bunu bize ancak biyografi söyler.
- Eserin kazandığı başarı ve yaptığı tesir nedir? Bu önemli soruyu bizim edebiyatımıza ait eserlere yönelterek cevabını almak gayet güç ve çoğunlukla imkânsızdır. Çünkü bir eserin ne kadar revaç bulduğunu öğrenmek, ne miktar satıldığını ve okunduğunu belirlemek bir istatistik işidir ki memleketimizde bunun henüz mevcut olmadığı malumdur. Bununla beraber ümitsiz olmamak, özellikle de eski şairlerimize ait yazma dîvânların nüshalarının sayılarına bakmak, devrinde yazılmış mecmualara eserlerinden, diğer şairlerin eserlerine nispetle ne kadar alındığını incelemek, bu mecmuaların kenarlarında bazen tesadüf edilen imzalı, imzasız görüşleri, çağdaşlarının bu şair hakkındaki –eğer varsa– düşünce ve tartışmalarını gözden kaçırmamak ve bu incelemeyi o şairden sonraki asırlara yaymak lazımdır.
Yine Gustave Lanson’un dediği gibi, “Edebiyat tarihi, medeniyet tarihinin bir parçasıdır”. Bu itibarla Türk edebiyatı, millî hayatın bir aynasıdır. Onun için de siyasî, içtimaî hâdiselere kadar uzanmış veya müesseselerde toplanmış fikir ve duygu hareketleri, bunlardan başka reel dünyaya çıkmamış arzu ve hayallerin gizli ve içsel hayatı ihtiva etmektedir. Binaenaleyh ne kadar zorluk olursa olsun bunlardan hepsini geçerek Türk Edebiyatı Tarihi ile uğraşmak millî görevlerimizin en önemlilerinden biridir. Ve işte biz böyle bir mukaddes görevi yerine getirmek için çalışıyoruz.
Hazırlayan: Prof. Dr. Şaban Öz
SAMER