Türk Tarihi Kitap Tanıtımı – Necip Asım

14 mins read

Doktor Rıza Nur, Türk Tarihi, Matbaai Âmire, cilt: I, 367 s.

Bundan yaklaşık otuz yıl önce ben de bu isimle bir cilt kitap yayınlamıştım. O zamana kadar Arap imlasıyla yazılıp duran milletimizin adını “Türk” şeklinde yazdığım için bazı dostlar bana “vâvlı Türk” lakabını vermişlerdi. Ben o kitabı, milletimin bir tarih sahibi olduğunu, tarihî bir millet olması hasebiyle yaşamaya hakkı olduğunu, düşmanlara değil bize, Türklere anlatmak için yazmış ve yayınlamıştım. Çünkü İstanbul’un burnu dibinde bir Ayestefanos Anlaşması imzalandığına şahit olmuş, sözde Türk dostu olmaları nedeniyle bana da dostluk gösteren birtakım müsteşrikler gönderdikleri mektuplarında Türk’ün artık yaşama kabiliyeti kalmadığını, hele Avrupa’da dikiş tutturmak imkânının bulunmadığını temcit pilavı gibi tekrarlayıp duruyorlar, yüreğime neşterler sokuyorlardı.

Benim o dönemde yazmayı düşündüğüm tarih öyle olmayacaktı. Orada kullanılan dil daha sade olacak, halka hitap edecekti. Oysa buna o zaman imkân yoktu. Çünkü Türk neslinden olan Abdülhamid bile kendi neslinden bahsedilmesini istemiyor, milliyet fikrinden ürküyordu. Hatta tahta cülusunun yirmi beşinci yılında kendi açtırdığı Dâru’lFünûn’da Mösyö Wamberi Türklere dair bir konferans vermek istemiş “Milliyetten bahsedilmesini uygun görmüyorum” cevabını almıştı.

İşte bu sebeplere ek olarak, bir de Türk’ü hakir gören o vaktin bilgiç beylerine hitap etmek gerekliliği vardı. Türk tarihi o zaman Maarif Nezaretinde teftiş ve muayene heyetinde bulunan Abdurrahman Şeref Efendi tarafından “Bu kitap Bâbı Âli caddesindeki kitapçılar için değil, sahaflar çarşısı için yazılmıştır” diye takdir ve dolayısıyla da himayeye mazhar olmuştu.

O tarihten bugüne kadar ne inkılâplara şahit olduk; neler görmedik, en nihayet Türk  kendi benliğini anladı, hakkını bütün bütün düşmanlarına karşı silahıyla savundu. Son asırların en sağlam siyasî fikrini yıkarak, idaresini cumhuriyet esası üzerine kurdu.

İşte böylece rüştünü ispat eden millete ait bir tarih gerekliydi. Bunu da pek eski bir zamandan beri dostluğu ile övündüğüm Doktor Rıza Nur Bey Efendi tamamlamaya karar vermişlerdir.

Tamamı üç ciltten oluşacak olan bu Türk Tarihi’nin yayınlanan birinci cildi hakkında okuyucularıma bazı bilgiler vermek istiyorum. Bu makalemde o güzel kitaptan bazı parçalar alarak okuyucularıma güzel bir ziyafet çekeceğim. Rıza Nur Bey, böyle bir kitap yazmasının sebebini mukaddimesinde izah ederken:

Türklük bizde sönmez, tükenmez bir aşktır. Her sevginin üstünde bir sevgi halinde gönlümde, göğsümde yaşar. Bütün varlığımı kavrayan bu ilahî ateşin beni yakması pek tatlıdır; yaktıkça bana zevk, sevinç verir. Beni yaşatan sadece odur. Yaşayabilmesi için bir milletin her şeyden evvel kendini bilmesi lazımdır; kendini bilmek için de tarihini bilmelidir.

Türklüğüne böyle tapınırcasına gönlünde bir sevda taşıyan Rıza Nur Bey, aşkını, bir sevgili gibi özenip bezenerek bir kitap şeklinde halkımıza armağan etmiştir.

Rıza Nur Bey, “Türklerin ilk yurtları Pamir Yaylasının kuzeyi olan Isık Gölü, Yedisu ve Yeşil Irmağın dirseği içinde yer alan Ordu’dur” diye Türklüğün ilk yurdunu ifade ettikten sonra dağıldığı bölgeyi anlatmaktadır. Bu saha o kadar geniş ve bunun içinde Türklük ve Turanîlik o kadar dağınıktır ki, insan bunları okurken; “keşke atalarımız bu kadar yerlerde kılıç sallamayıp, bu kadar kan dökmeyip de daha toplu bir yerde yurt edineydiler” demekten kendini alamıyor. Aslında bu kadar geniş yerler, ideal bir Turan vatanı tanımak insanın gözünü kamaştırmaktan ziyade başını döndürmektedir. Ben de her şeyden önce bir Türk ve Türkçü olduğum için Türklüğün böyle dağınık kalmasını değil, güzel bir yerde derli toplu bulunmasını diliyorum ve mesela diyorum ki Anadolu’dan uzaklarda kalanlar hep buralara göçsün veya göçmek arzusunu duysun ve bir gün de bu emelin gerçekleştiğini görsün.

Rıza Nur Bey, “En eski zamanlardan beri Türk çiftçileri Sarısu bölgesi, Sir, Tarim, Âmû ırmakları kenarlarında ve aralarında çiftliklerini sulamak için önemli kanallar yapmışlar, hububat ekmişler, meyve ağaçları yetiştirmişlerdir. Türk köylüsü işte bu toprağa kök salmıştır. Dünyanın hiçbir yerinde bu çiftçiler kadar toprağına yerleşmiş, onu sevmiş ve savunmuş bir halk yoktur.

Rıza Nur’un çiftçiler için söylediği bu toprak sevgisi tamamıyla Anadolu köylüsünde de vardır ve işte o sevgidir ki, Türk’ü vatanına bağlamış, sulhu sürdürmüş, düşmanlara da haddini bildirmiştir.

Rıza Nur Bey, Türklerin kökeni hakkında tafsilat verirken Türk şeceresi için şöyle demektedir: “Bu şecere eski Türklerde görülmüyor. İslâmiyet’ten sonra yapılmış olması gerekir ve esasen İsrailî bir rivâyettir. Çünkü Hz. Âdem’in yaratılmasından başlar, Nuh’a gelir ve şöyle devam eder…

Saygıdeğer müellifin “sonradan yapılmış olması gerekir” şeklindeki tespiti son derece doğrudur, yani İsrailiyyâttan ibarettir. Tevrat’ta Türk, Sakalib, Rus milletleri kardeş olarak gösterilmektedir. Bu akrabalık o milletlerin kuzeyde komşu olmalarından ileri gelir. Türklere nasıl geçtiğini bilmiyor sak da Hazarların birçoğunun Yahudiliği kabul ettikleri zamanlara ait olması ihtimal dâhilindedir. Çünkü 466/1074 tarihlerinde yazılan Divânu’lLügati’tTürk’de de bu İsrailî hurafe mevcuttur.

Türk şeceresi bu şekilde Yahudilikten etkilenmekle kalmamış, araya siyasî sebepler de girmiştir. Miladın dokuzuncu asrına kadar tarihlerde adı sanı anılmayan Moğollar, Cengiz vasıtasıyla büyük bir Turanî İmparatorluk kurmuşlardı. Bu imparatorluğun en kalabalık unsuru ise Türklerdi. Cengizîlere halef olan Aksak Timur nesep itibariyle Moğol idiyse de kültür olarak Türk ve din olarak da Müslüman idi. Bu sebeple Timur’un zaferlerini Zafernâme’de ballandıran Şerefuddîn Yezdî, uydurduğu bir nesep şeceresinde Alince Hanın ikiz oğullarından büyüğüne “Tatar”, küçüğüne “Moğol” unvanını vermiş, Moğol ile Tatar’ı dolayısıyla Türk’ü kardeş etmiştir ki, bundan daha çürük bir şecere olamaz. Fakat ne yazık ki Ebu’lGâzî Bahadır Han ve diğer tarihçiler hep Şerefuddîn’in rivâyetini kabul ve yaydıklarındançoğumuzu aldattıkları gibi, Rıza Nur Bey’i de aldatmışlardır. İşte bu aldanıştan dolayı muhterem müellifimiz kitabın 45. sahifesinde: “Görülüyor ki Oğuz Moğollardandır. Biz de hep Oğuzdanız. Demek ki Türk ve Moğol birdir” demektedir. Bu kıyas şöyle yapılmış olsa idi “Görülüyor ki biz Oğuz ve Türkmeniz, öyle ise Oğuz da Türk’tür, Moğol değildir, binaenaleyh Moğol Oğuz değildir” neticesi çıkardı ki bu kıyasımız şüphesiz gerçeğe daha uygundur.

Oğuzun tertip ettiği Kurultay’a gelince tarihler, bunun üyelerini saf nesillerden, yani Turhanlardan ibaret göstermektedirler. Bu çeşit bir müessese Moğollara aittir. Türklerde ise “Kinkâş” vardır. Kinkâşe, budun yani millet çağrılır, kinkâş yani istişare edilir.40 Binaenaleyh kurultay aristokrat müessesesi; kinkâş ise Türk’ün avam müessesesidir ki bizim büyük meclisimize yakışan millî bir addır.

Kitabın 49. sayfasında Moğol ve Tatarların savaşını çok güzel tasvir etmiştir. Sonunda Moğollardan iki çocuğun kurtularak Ergenekon’a can attıkları anlatılmaktadır. Bizim aşırı bir milliyetçilik ile Ergenekon gününü kutlamamızın manasızlığı buradan pek güzel anlaşılmaktadır.

Roma’yı mahvedip Paris kapılarına dayanmış olan Atilla buna bazıları “Atalay” bazıları “Atlı Han” derler. Frenklerce Atilla’dır.” 62. sayfadan aldığım bu ibareye ben de şunu ilave edeceğim: “Malumdur ki bu kahramanı Macarlar da benimseyerek adını kendi dillerinde demir manasına gelen “Atezul”a benzetiyorlar. Tarihçi ve dilcilerin affına sığınarak Atilla’nın Volga tarafından geldiğine ve Türklerde çocuklara hayvan ve coğrafî adlar verilmek âdet olduğuna göre bu büyük bahadırın asıl adı, şimdiki Volga Nehri’nin Türklerce eski adı olan “İdîl, İdil”den gelmiş olamaz mı? Kendi adı değilse bile, o taraftan geldiği için köken itibariyle diğerleri tarafından kendisine böyle bir ad verilmiş olamaz mı? İtalya ordusunda Türklerin millî sazı olan kopuz çaldığına, oğlunun adının da Tenkîz olduğuna bakılırsa Türklüğü hakkındaki zanlar daha kuvvetlenir.

Muhterem müellif eserinin altmış sekiz sayfasını girişe ayırdıktan sonra tarih kısmına geçmektedir. Tarih kaynaklarını sayıyor ve bu münasebetle şu satırları yazıyor ki tamamıyla kendisi ile aynı fikirde olduğumdan olduğu gibi alıyorum:

Milletini sevenlere, Türk gayreti güdenlere önemli bir görev düşmektedir: “Evvela Çince, Rumca, Arapça, Acemce, Rusça, Macarca, Almanca, Fransızca, İngilizce, Çağatayca Türklüğe dair ne kadar eser varsa bir kütüphane halinde toplamalı ve hepsini Türkçeye tercüme etmelidirler.

Bu gerçeği Dâru’lFünûn Edebiyat Fakültesi anladı ve takdir etti. Rağıb Hulusi Bey adında bir genci Filoloji ve Türkiyat öğrenmek için Avrupa’ya gönderdi. Biri Çince ve Moğolca, diğeri de Sami dilleri tahsil etmek üzere Türk lisanı tarihinde yeteneklerini gösterecek iki gencin de yine Avrupa’ya gönderilmesine karar verdi. Bu gençler ihtiyar Türkçünün kürsüsü etrafın da evlat gibi toplanacak, kürsüsünü kurtaracaklar yükseltecekler, Türklüğü de bize öğreteceklerdir.

Her ne ise yine eseri incelemeye devam edelim. Çinlilerin TuKiyu dedikleri Türklerden bahsederken yazılan şu pasaj her Türk gencinin kafasında yer edecek kadar önemlidir: “Bilinen ilk nasyonalist Türk lider Mete’dir. Mete’nin bütün emeli nerede ve ne kadar Türk varsa hepsini bir bayrak altında toplamaktı. Başlangıçta mükemmel bir ordu teşkilatının temellerini düzenledi. Milleti talimlerle meşgul ederek, mükemmel bir ordu meydana getirdi. İyi bir ok icat etti. Çin üzerine yürümeğe hazırlanıyor, Tatarlar engel oluyorlardı. Kendisinden sevgili atını, şunu bunu, hatta karısını istediler, hepsine razı oldu. Fakat sonunda toprak istediler. Buna Mete, “Her şey verilir, vatan parçası verilemez, o benim değil, milletindir. Ben veremem!” cevabını verdi.

Rıza Nur Bey’in gerçeğin ta kendisi olan şu satırlarını Türk’ten başka diğer Müslümanlar ibretle okusunlar: Türkler, “Müslüman olunca da İslâmiyet’in kahramanı kesildiler. Şimdiye kadar Avrupalılar ile Çin’in arasında köprülük eden Türkler artık orta çağda Haçlılar tarafından çıkarılan din savaşlarında Avrupalılara karşı durdular, Haçlıların başarısızlığına sebep oldular. Bu meşhur kanlı savaşların saflarında ne bir Arap ne de bir tek Farslı vardır. Hep bunları yapanlar, Avrupalıları o zaman Asya’yı işgalde başarısız kılanlar sırf kendi başlarına Türklerdir.

Türkler, bu kahramanlıklarıyla İslâmiyet’i, İslâmiyet ile beraber Arapların milliyetini ve varlığını mutlak bir yok oluştan da kurtarmışlardır. Türkler olmasa idi Arapların sadece dini değil ne dili ne de kendisi kalırdı.

Saygıdeğer müellifin bu satırları takip eden pek haklı mütalaalarını tamamıyla onaylar ve mütalaasını önemle herkese tavsiye ederim.

Müellif bundan sonra Arap istilasını, Türklerin Araplara hizmetini kendisine has, açık bir dilde basit bir şekilde açıklamış ve çok güzel tespitlerde bulunmuştur.

Zamanında Halide Edip Hanım, henüz dünya savaşı devam ederken Türk Ocağı’nda kardeş bir Türk Milleti’ne maddî menfaat teklifine karşı şunları söylemişti; “Anadolu, Türkün, Türklüğün belkemiğidir, ilk önce bunu doğrultalım, düzeltelim, sonra başkalarına bakalım!

Muhterem hanımefendinin bu güzel sözlerini yıllardan beri sanırım ki aynen hafızamda saklayabilmişimdir. İşte Rıza Nur Bey de bu fikri doğru görmekte ve şöyle demektedirler:

Bence doğal süreç ilk Türkçülüğü ortaya koymaktadır. Bütün kuvveti Türkiye’ye vermeli, Türkiye sınırları dışındakilerle çok uğraşıp da kuvveti dağıtmamalıdır. Türkiye kuvvedir, esastır. Türkiye’de yapılacak çok iş vardır. Fazla Türkçülük gelecektedir.

Rıza Nur Bey’in bir Türkmencilik çıkarmasına hayret ediyorum. Bunu vaktiyle Almanlar da çıkarmışlardı. Hatta bizim muhacirler bürosu bunu mal bulmuş Mağribî gibi Türkçeye tercüme ettirmişti.

Rıza Nur Bey’in de bu tabiri hoş görmediği inancındayım. Nasıl ki kitabın 184. sayfasında, “PanTürkmenizm dahi siyasî bir sistem olacak vaziyettedir. Çünkü Anadolu Kafkasya, Kuzey İran, Doğu Türkistan, Oğuzların yani Türkmenlerin coğrafyasıdır. Bunların dilleri de hep birdir” demektedir.

Bu tasnife göre Türkiye kuvvetini işte bu Türkîlerden alacaktır. İstanbul ve Doğu Anadolu ile Azerbaycan arasındaki şive farkı Kıpkaçlarla olan münasebettendir. Anadolu’nun diğer Türkçeleri ise sırf Oğuz Türkçesidir. Arada fark yoktur, hep Oğuzcadır. Rusya ve Asya Türkleri de İsmail Gaspıralı’nın çizdiği çığırda giderlerse kolayca bizimle, yani esas Türklük ile birleşebilirler.

Şimdiye kadar elden geldiği kadar tahlil ettiğim konular kitabın iki yüz sayfası tutmaktadır, daha sonra muhterem müellif dünya savaşından, bunun neticelerinden ve en son bizi Cumhuriyete götüren mutlu sondan bahsetmektedir.

Daha sonra da diğer yerlerdeki Türklerde görülen başkalaşımı çok iyi tasvir etmektedir. Rıza Nur Bey, “İstanbul’da ticaretle meşgul Azerbaycan Türkleri çoktur. Bunlarla ve kısmen Tebriz tarafından olan bu Türklere bizim gafil İstanbullular Acem derler. Onlara göre “men” diyen her adam Acem’dir. Hâlbuki dünyadaki bütün Türkler “men” der. Yalnız biz “ben” deriz” demektedir. Saygıdeğer müellif gücenmesinler ama bu Acemleşmiş Türkler hakkında İstanbullular değil, kendileri gaflette bulunmaktadırlar. İran tabiiyetinde bulunan bu halis muhlis Türkleri tebrik edebiliyor ve takdir ediyoruz. Fakat onlar kendilerini Türk dünyasından ayırıyor, İran camiasına sokuyor, “men Acem” diye milletini inkârda ısrar ediyor ve hatta vatanlarında yaşadıkları biz Türklere karşı husumetlerini olsun gizlemiyorlar. Bu konudaki gözlemlerimi burada arz etmekten geri duruyorum. Çünkü ne de olsalar bence yine kardeştirler. Bir gün o gaflet gözleri açılır.

Rıza Nur Bey’in kitabında biraz düzen bulunmamaktadır. Mesela başta Türk tarihi özetlendikten ve zamanımıza gelindikten sonra tekrar Türk tarihinin ta başından başlanıyor. Bulgarlara kadar ayrı bir konu açılıyor.

İşte her güzelin bir kusuru olması kabilinden olarak, bu güzel resimli, haritalı Türk tarihinin böylece ufak tefek kusurları vardır. Fakat maksat; halkımıza, hepimize, milletimizi öğretmek olduğuna göre pek güzel yazılmıştır. Bu halk kitabını her Türk’ün birkaç defa okumasını temenni ederim. Muhterem müellifini de güzel niyetinden, güzel üslubundan dolayı tebrik ederim.

Konuya son verirken bir ufak serzenişime izinlerini rica edeceğim. Rıza Nur Bey,

Kitabınızın 176. sayfasında, “Necib Âsım Bey bunlardan daha önce başlamış, Türklük hizmetkarı bir yazardır” diyorsunuz. Adımı unutmadığınıza teşekkür ederim; fakat tarih kronolojisine uysa idiniz, adım biraz daha ilerilerde bulunur, bu münasebetle Meşrutiyet’ten önce bizdeki Türkçülük cereyanının tarihi gösterilmiş olurdu.

Hele 181. sayfadaki: “Necib Âsım Bey’in Türkçülüğü, Kohan’ın kitabının rehberliğiyledir” şeklindeki tespitinize bütün beni tanıyanlar şaşıracaklardır.

Azizim,

Ben Nâmık Kemal devrinde yazı öğrenmeye başladım. Hocalarımız bize Veysîler’i, Nergisîler’i, Kâmil Paşa’nın Tilmâk’ını meşk diye tavsiye ederlerdi. Ben ise Nâmık Kemal’i dahi kendim için örnek almadım. Elimden geldiği kadar Türkçe yazdım. Bunu da kimseden almadım, kendi doğal tercihimin eseridir. Yanız merhum Ahmet Mithat’ın yazıları bunu artırmıştır. Türk tarihine merakım da Leon Kahon’un irşadıyla değildir. Ben tarihi, Süleyman Paşa’nın Tarih Âlemi’nden okudum. Türk’ün bir tarihi olması gerektiğini oradan anladım. Çünkü genel tarihlerde Türklüğe dair bölüm açmak şerefi Süleyman Paşa’ya aittir. Daha okulda iken bir Türk tarihi isterdim. Ne çare ki, bulamamıştım. Sonra Kahon’un malum eseri yayınlandı. Birçok ilavelerle bunun birinci kısmını tercüme ettim. Sonra kitap basılırken Doktor Mortman Beko De Kinyi’nin kitabı yayınlandı. Onu da kısmen tercüme ettim. Ancak daha sonra onu basacak yayıncı bulamadım.

O kocaman Türk Tarihi’nden telif hakkı olarak beş para almadım. Aslında ben Türklüğümü Türklüğün yabancılarından yani Harbiye mektebinde iken, “Ben Arabım, ben Çerkesim, ben falanım” diyenlerden öğrendim. Frenk kitapları ile de takviye ettim. Tarihçiliğim de kendi malımdır. Bunu yazmaktan maksadım meşhur Vidinli Tevfik Paşa’nın şu sözüdür; “Türkiye kara ninedir, öz çocuğuna bakmaz, el çocuğunu kayırır”. Rica ederim biraz da öz kardeşlerimize, öz oğullarımıza bakalım, kara ninelikten kurtulalım. Pek derin ve samimi tebrik ve saygılarımla efendim.

Hazırlayan: Prof. Dr. Şaban Öz

SAMER

Rate this post
Haber Oku
Tidings Globe