Birinci Ulusal Mimarlık Akımı’nın, Kemaleddin Bey ile birlikte en belirleyici ve önde gelen mimarlarından olan Vedat Tek, Türkiye’nin formel eğitim görmüş ilk mîmârı olarak bilinir. Birçok farklı vilayette vâlilik görevi yapmış Giritli Sırrı Paşa’nın dört çocuğundan biri olarak İstanbul’da doğan Vedat Tek, Mekteb-i Sultânî’deki (günümüzde Galatasaray Lisesi) ortaöğreniminin ardından eğitimine Fransa’da devam etmiştir. Önce resim ve heykel kurslarını, sonrasında ise mühendislik eğitimini sürdürmüş, Paris Güzel Sanatlar Okulu’nun sınavlarına katılıp, 300 kişi arasında 9. olmuş ve mimarlık eğitimine başlamıştır. Mesleki yaşamının ilk belirleyici ve önemli başarısı, normal şartlarda Fransız olmadığı için katılamayacağı Roma Ödülü yarışmasına Fransa devlet başkanının özel izniyle katılarak Legion d’Honneur (Onur Madalyası) kazanması olmuştur.
Türkiye’ye dönüşünün ardından İstanbul Sirkeci’de açtığı büro, o güne kadar mimarlık hizmetlerinin gayrimüslim Osmanlı vatandaşları ile İtalyan ve Fransızların elinde olmasından dolayı toplumda hayretle karşılanmıştır. Yusuf Razi Demirbel, bu durumu “…İlk defa görülen Mimar Mehmet Vedat’ın ilanı bâzılarının merâkını, bâzılarının taaccübünü mûcib oldu. ‘Türk’ten mîmar olur mu?’ diyenler bile bulundu. Fakat halkın içinde kaynayan millîyet hissi o kadar derin, o kadar kuvvetli idi ki, bu ilk ve kısa tereddüt devri geçtikten sonra, Mimar Vedat’ın idarehânesine müracaatlar başladı…” sözleriyle aktarmıştır. Vedat Bey’in bu girişimi, o dönemlerde Türkler’in mîmarlık mesleğini icrâda başarılı olamayacakları algısını kırmak ve yeni bir Türk mîmarlığı geliştirmek adına oldukça büyük bir önem taşımaktadır.
Serbest meslekî faaliyetlerini sürdürmeye devam ederken İstanbul Şehremâneti (İstanbul Belediyesi) mîmarlığına getirilmiş, ayrıca Heyet-i Fenniye Reisliği (Fen İşleri Müdürlüğü) yaparak Sanayi –i Nefîse Mektebi’nde (Güzel Sanatlar Okulu) mimarlık târihi hocalığını da sürdürmüştür. (II.) Abdülhamit’in 25. tahta çıkış yıldönümü nedeniyle girişilen îmar faaliyetleri sırasında üstlendiği rol ve gösterdiği başarı kendisine Posta Telgraf Nezâreti Mîmarlığı yolunu açmış ve bu süre zarfında en bilinen eserlerini vererek mesleğinde en üst noktaya ulaşmıştır. Bu dönemde, Sirkeci’deki Postane-i Âmire (Büyük Postane), bu binaya bağlı olarak binânın arkasında yer alan Hobyar Mescidi ve Sultanahmet At Meydanı’ndaki Defter-i Hakanî (Tapu Kadastro Müdürlüğü) binâlarını tamamlamıştır. Meşrûtiyet’in îlânı üzerine harap durumdaki Meclis-i Mebûsan binâsının yenilenmesi görevi de bu dönemde yaptığı çalışmalardan biridir.
Sultan Abdülhamid’in tahttan indirilmesiyle tahte geçen Sultan Mehmet Reşad tarafından Sermîmâr-ı Hassâ (Saray Başmîmârı) görevine getirilerek yirmi adet sarayın yenileme işlerini tamamlamıştır. 1914’te istifa ederek ayrıldığı bu görevinin ardından yine saray yapılarıyla ilgilenmesi için Emâlik-i Hakânî Mimarı (Padişah binaları mîmârı) olarak çalışmaya başlamış ancak ertesi sene Sultan Vahdeddin’in tahta çıkmasıyla saltanat değişim kuralları gereği bu görevinden alınmıştır.
1 Dünya Savaşı sırasında Harbiye Nâzırı Enver Paşa tarafından Harbiye Nezâreti Sermîmarlığı’na atanmış, bu görevi sırasında Haydarpaşa ve Moda İskeleleri ile Cemil Topuzlu Köşkü ve İstanbul Fatih’teki Tayyare Şehitleri Anıtı’nı tasarlamıştır.
Cumhuriyetin îlânı ile Ankara’ya çağrılan Vedat Tek, Cumhuriyet Halk Fırkası Mahfeli’nin inşaatını ve Gazi Köşkü’nün düzenlenmesi işlerini tamamlamış, Sıhhiye Vekâleti için Ankara Palas binasının projelerinin hazırlanması sırasında işin mîmar Kemaleddin Bey’e devredilmesiyle tüm resmî görevlerinden ayrılarak İstanbul’a dönmüştür.
İstanbul’daki serbest mîmarlık yaşamı sırasında, özellikle İstanbul Nişantaşı’nda bir çok apartman yapısı tasarlamış, meslekî ve kentsel sorunlar üzerine yazılar kaleme almış olan Vedat Tek, 1942’de İstanbul’da vefat etmiş ve Edirnekapı Şehitliği’ne defnedilmiştir.
Süha Özkan onun ve mîmar Kemaleddin Bey’in amaçlarını, “gerçekte Türkiye mimarlık ortamını yaşatmak ve onu kurumlaştırmak ve mesleği tanıtmaktı. Bu görevi yapmadıkları da söylenemez. Vedat Bey, üstelik eğitim kurumlarında görevler alarak bu çabayı gelecekte nesillere aktarmayı da amaçlamıştır. Ama izleyen nesiller ‘taklitçiliği’ ‘seçiciliğe’ yeğ tutmuşlar, mîmarlık kavramı ve uygulaması, Batı’nın dümen suyundan kırk yıldır kurtulamamış ve toplumsal içeriğinden soyutlanmıştır. Geçen süre içinde tüm çabalar bir ana birikim ortamına oturmadığından, her çaba bir ‘Yeniden Doğuş’u amaçlamış ve tekelcilik aşılamamıştır. Türkiye’de bir mîmarlık geleneği oluşamamış, topluma yabancılaşmıştır” sözleriyle hayıflanarak özetlemiştir.