“Anlam”ı merkeze alan, yani “anlam kazandırma yoluyla tedavi”yi amaçlayan Logoterapi’nin kurucusu olan Victor Frankl, Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. 1942’de Naziler tarafından ailesi ile birlikte toplama kampına gönderilmiş, ailesinin bir kısmını burada kaybetmiştir. Yine de güçlü kalmayı başaran Frankl, bu kampta, engellerle karşılaşsa da birtakım çalışmalar yapmıştır. Gözlemleri onun için önemli olmuş, eserlerinde ele alacağı farkındalıklar yaşamıştır. Yani bu kamp, Frankl’ın düşünce dünyasında ve akademik hayatında önemli bir yere sahip olmuştur.
Frankl’ın üzerinde durduğu en temel nokta, eserlerinden birine de adını veren “anlam arayışı” olmuştur. Anlamı aramak ve bulmak önemli bir durumdur ve Frankl Nazi kampındayken, insanların o şartlar altında bile bir anlama ihtiyaç duyduklarını ve o anlamı arayıp bulduklarını gözlemlemiştir. Yani insanı hayatta tutan, insanı bağlayan, rahatlatan, bir şekilde bir şeyleri aşarak bir anlama bağlanmak… Frankl Nazi kamplarındaki insanların içinde bulundukları anlam ve geleceğe dönük bir şeylere bağlanma duygusundan oldukça etkilenmiştir. Aslında her insan, her şartta o anlamı mutlaka bulabilir ve bulmalıdır. İnsanın en temel güdüsü, anlam arayışıdır Frankl için. Her insanın dünyasında, kendi anlamı mutlaka vardır.
Logoterapi, bu noktada anlamları bularak, anlamlar yoluyla tedavi etmeyi amaçlayan bir psikoterapi yöntemidir. İnsanın anlamları ararken, ne olursa olsun, hayatıyla yüzleşmesi ve sorumluluk alması sağlanır. Acı olan olaylardan da bahsedilebilir. Bunlar da anlamlıdır.
Bu düşünce psikoterapi yoluyla anlam arayışında olan geleneksel ekollerden farklıdır. Frankl’ın bu görüşü her şeyin merkezine iç güdüleri alan Freud’a, gücü koyan Adler’e, kendini gerçekleştirmeyi koyan Maslow ve ihtiyaçlar hiyerarşisine karşı çıkıştır. Bu karşı çıkış onları tamamen yok saymak anlamında değil, eksiklerini giderir bir biçimde olmuştur. Freud’un öne sürdüğü haz, anlam bulunduktan sonra gerçekleşir, Adler’in gücü ise araçtır anlamı bulabilmek için.
İnsanı anlamsız bir hale getiren şey, anlamsızlık duygusu, Frankl’da “varoluşsal boşluk” olarak karşılık bulur kendisine. Özellikle çağımız için düşünüldüğünde, bir şeylerin köklerinin tutmasına fırsat kalmadan hızlıca değişmesi, insanı varoluşsal boşluğa, yani anlamsızlığa doğru sürüklemektedir. İnsanlar arasındaki ilişkiler, kurumlar, toplumsal, bireysel, ekonomik… Bir şekilde bir yerlerden çekilip alınan anlamlar hayatın geri kalanına da yansır. Yaşadığımız çağ, hepimizi anlamsızlıklara boğuyor. Televizyon programları, kitaplar, dergiler, sınavlar, karşılaştığımız insanlar… bir şekilde olması gerekenden uzaklaştırıyor, bizi yoruyor, yalnızlaştırıyor.
İnsanların toparlanması, anlamı arayıp bulmalarına bağlıdır. Bu anlam arayışında Frankl’a göre ise insanı yönlendiren, vicdandır.
Psikoterapi ve Din kitabında şöyle söyler Frankl:
“Sanayileşme aynı zamanda bir kentleşme yaratır ve insanı geleneklerinden ve gelenekleri kanalıyla tarif edilen değerlerinden yabancılaştırarak köksüzleştirir. Bu koşullar altında, bilimsel araştırma sonuçlarının da gösterdiği gibi, özellikle genç neslin anlamsızlık duygusu yaşaması doğaldır.” Bu bilgileri verdikten sonra Frankl “bağımlılık, saldırganlık ve depresyon üçlüsünden oluşan ve temelinde anlamsızlık duygusunun yatmış olduğu kanıtlanan kitle nevrozu sendromuna” işaret eder.
Başka bir paragrafta ise şunları söyler:
“Öyle veya böyle eğitim sorumluluk alma eğitimidir; bugün bu her zamankinden daha fazla geçerlidir. Bolluk toplumunda yaşıyoruz ve bu bolluk yalnızca maddi varlıkların bolluğu değil aynı zamanda bir bilgi yüklemesi bilgi patlamasıdır. Çalışma masalarımızın üzerinde giderek artan sayıda kitap ve dergiler birikiyor. Sadece cinsel anlamda değil, çok farklı uyaranlarla karşılaşıyoruz. Kitle iletişim araçlarının uyarı yüklemesi karşısında ayakta kalmak için insan neyin önemli neyin önemsiz olduğunu, neyin gerekli neyin gereksiz olduğunu, kısacası neyin anlamlı ve neyin anlamsız olduğunu bilmek zorundadır.”
Fatıma Güner