Asıl adı Ahmed Âgâh olan büyük şâir, kendi ifâdesiyle, “Yıldırım Bâyezid Han diyârı” ve “binbir türbeyle müştehir” “müslüman şehir” Üsküp’te dünyaya gelmiştir. Büyükbabası, bugün Sırbistan sınırları içinde yer alan Niş şehrinden 1877’de Bursa’ya, oradan da İstanbul’a göç etmiş; fakat orada da kalamayarak Selanik’te yerleşmiş Nişli Yunus Refet Bey’dir. Şâirin babası İbrâhim Nâci Bey, bu Selanik’te yerleşmiş âilenin çocuğu olarak Üsküp’e gelmiş ve burada meşhur şâir Leskofçalı Gâlib Bey’in kardeşi, Leskofçalı İsmail Paşazâde Dilâver Bey’in kızı Nâkiye Hanım’la evlenmiş, bu evlilikten Ahmed Âgâh, yâni geleceğin Yahya Kemal’i dünyaya gelmiştir. 1377’de Niş’i fetheden Yahşi Bey’in mâiyetindeki beylerden biri olan Şehsüvar Bey’e kadar soyunu çıkaran şâir, bu sebeple, 1934’te çıkan soyadı kânunundan sonra “Şehsüvar”ın Türkçesi olan Beyatlı’yı, soyadı olarak almıştır. İlk defa 1902’de İstanbul’a gelen ve burada Mâlûmat dergisinde, 1902 Temmuz’unda ismine, Nâmık Kemâl’den ilhamla Kemal’i ekleyerek “Üsküplü Âgâh Kemal” adıyla görünen şâir, muhtemelen Paris’e gideceği 1903 yılından sonra Âgâh Kemal’le birlikte Yahya Kemal adını da kullanmaya başlamış olmalıdır. Â. Kahraman, ondan, bütün belirsizliğine rağmen, hayâtının Paris döneminden başlamak üzere Yahya Kemal olarak bahsetmeyi uygun görmüştür. Bununla birlikte bir yazıda imza olarak bu adın kullanılması çok sonraya, 1914’e rastlar: Peyam’da yayınlanan “Bir Fikir” başlıklı yazısı, bu imzânın ilk kullanıldığı yazı olur.
Eğitimine Üsküp ve Selânik idâdîlerinde devam eden; fakat bâzı âilevî meseleler dolayısıyla burada okuyamayacağı anlaşılan Yahya Kemal, 1902’de İstanbul’a gönderilmiş; fakat yıl ortası olduğu için Galatasaray Sultânîsi’ne de Robert Kolej’e de kayıt yaptıramadı ve bu boşluk içinde 1903’te Memphis gemisiyle Paris’e firâr ederek oradaki Jön Türk muhitine girdi. Burada siyasal bilgiler okudu, önemli edebî ve politik sîmâları tanıdı. Ayrıca diğer Avrupa şehirlerini de gezmeyi ihmâl etmedi: 1906 yazında Londra’ya gidip bir İngiliz âilesinin yanında iki buçuk ay pansiyoner olarak kaldı. Aynı yıl Belçika’nın çeşitli şehirlerini ziyâret eden Yahya Kemal, 1910’da İsviçre’ye, 1911’de “Gittim o son diyara ki serhaddidir yerin” şeklinde târif ettiği, Fransa’nın okyanusa uzanan geniş yarımadası Bretonya’ya olmak üzere iki seyahat daha gerçekleştirdi. 1912’de İstanbul’a döndüğünde, elinde bir diploması yoktur; fakat zengin bir kültürel birikim ve “Kâlbimde solmamıştır o şi’rin çiçekleri” mısrâıyla bitirdiği “Eski Paris” adlı şiirinde beliren, o günlere duyduğu özlem hislerine sâhiptir.
İstanbul’da Dârüşşafaka Mektebi, Heybeliada’daki Bahriye Mektebi gibi çeşitli okullarda medeniyet târihi ve edebiyat dersleri veren Yahya Kemal, 1915 Ekim’inde Ziya Gökalp’ın teklifiyle Dârülfünûn’da Medeniyet Târihi ve Garp Edebiyatı Müderrisi olmuştur.
Balkan Savaşları ve Harb-i Umûmî’nin elimizden aldığı eski toprakları özlemle anan ve bu gâilelerden önce göçüp gidenlere, bu kayıp toprakları hep vatan olarak hatırladıkları için “1918” başlıklı şiirinde imrenen şâir, Millî Mücâdele yıllarında, Anadolu hareketini İleri, Tevhid-i Efkâr gibi mevkûteler ve bilhassa Dergâh ve Hâkimiyet-i Millîye’de çıkan yazılarıyla desteklemiş ve bu dâvâya hasrettiği yazılar, ölümünden sonra Nihad Sâmi Banarlı tarafından hazırlanan külliyâtı içinde, Eğil Dağlar (1966) adlı kitapta toplanmıştır. Onun, Anadolu’daki mücâdeleyi, Alfred de Vigny’nin “Kurdun Ölümü” şiirinden – sanki onun bizi, bizim mâcerâmızı anlattığı düşüncesiyle – esinlenerek, âilesini korumak için ölümün kucağına tereddütsüz atılan erkek kurda benzettiği Türk ordusunu, birer yavru kurt olarak remizlendirdiği İnönü ve Dumlupınar çocukları ve onları koruyan dişi kurdun temsil ettiği Anadolu’yu, İleri gazetesinin 4 Mayıs 1921 târihli nüshasında çıkan “Kurdun Dişisi ve Yavruları” adlı yazısında çetin bir hayat kavgası çerçevesinde yüceltmesi, millî mücadelenin en etkileyici nesirlerinden biri olarak aynı kitapta yer almıştır.
Â. Kahraman’dan öğrendiğimize göre; 29 Temmuz 1923’te, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Reisi Gâzi Mustafa Kemal Paşa tarafından kendisine gönderilen bir telgrafla, Urfa mebusu olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi âzâlığına seçildiğinin Dârülfünûn adresine resmen bildirilmesinden evvel Ankara’ya gelen Yahya Kemal, Ankara Türk Ocağı’nda bir dizi konferans vermiş ve 1924 senesi Nisan’ında da bu millî cemiyetin hars heyetine, Ziya Gökalp, Rıza Nur, Hamdullah Suphi, Ahmed Ağaoğlu, Mehmed Emin, Yusuf Akçura, Fuad Köprülü, Hâlide Edip gibi isimlerle berâber seçilmiştir.
Yeni Türkiye’nin Avrupalı muhasımlarına kendisini kabûl ettireceği kurucu bir belge olan Lozan görüşmelerinin ilk evresinde, haberleşme ve basın işlerini deruhte etmek için müşâvir olarak bulunan, 1926 başlarında da Sırp – Hırvat ve Sloven Krallığı ile Ekim 1925’te Ankara’da imzalanan Dostluk Anlaşması’nın tamamlayıcı ikinci ayağı için Belgrat’a giden Yahya Kemal, Millî Mücâdele’ye çok ciddî destek vermiş olmasına rağmen, Mustafa Kemal Paşa’nın sonraki yıllarda girişeceği inkılâplara karşı hep mesâfeli olmuştur. Hatta köktenci inkılâpların yapılacağına ve bunların en esaslılarının din konusunda olacağına dâir ilk fikirler kafalardan sâdır olmaya başladığında Paşa’yı, “inkılâpları yaparken Türk milletinin Müslüman olduğunu gözden ırak tutmamak” konusunda cesâretle uyardığını B. Ayvazoğlu’nun aktarımından öğreniyoruz. Şüphesiz bu bakış açısı, Yahya Kemal’in, sonraki yıllarda kariyerini elçilik görevleriyle memleket dışında devam ettirmesinde etkili olacaktır. 1926 – 1932 yılları arasında Varşova, Madrid, bu sonuncuyla aynı zamanda Lizbon elçiliklerinde bulunan Yahya Kemal, 1932 Nisan’ında Ankara’ya çağrılır; fakat bu zaman zarfı içerisinde Atatürk’ün sofrasında hakkında iyi şeyler anlatılmadığına dâir dedikodulardan kaynaklı korkuları sebebiyle Türkiye’ye dönmeden bir hastalığını bahane ederek Paris’e geçer ve istifâ etmiş sayılır. Yahya Kemal’in, inkılâplar konusundaki çekinceleri ve Madrid’e giderken harf inkılâbı ile ilgili kaygılarını Atatürk’e dillendirmiş olması, kendi nezdinde bâzı kaygılara sebep olmuş gibi görünüyor; fakat yurda döndükten sonra Yozgat milletvekili olarak ikinci defa Meclis’e girmesi bu kaygıları biraz büyütmüş olabileceğini düşündürüyor. Bununla birlikte şâirin Atatürk’ün ölümünden sonra da yeni Türk rejimiyle başının derde girdiği zamanlar hiç olmamış değildir. Meselâ, “Ezân-ı Muhammedî” şiirinin lâikliğe aykırı bulunması sebebiyle 1942 Aralık’ında fazla sürmeyecek bir yurt dışına çıkış yasağı konulup kendisine pasaport verilmemiştir.
Yahya Kemal’in, Türk Müslümanlığı ve muhafazakârlığının en önde gelen figürlerinden birisi ve belki de birincisi olarak cumhuriyet devrinde temâyüz etmesi, Peyami Safa tarafından “gayretkeşlerin himmetiyle baştanbaşa inkâr edilen bir târih(in), ecdâdın ruhlarıyla berâber ayağa kalkmak için” onu seçmiş olmasına bağlanır. 1910 – 1914/15 yılları arasında Nev-Yunânîlik adını verdiği bir Hellenist edebiyat yaratmak ve Avrupalılar’ın zamanında yaptıkları gibi neo-klâsik bir cereyan doğurarak Şark felsefesini bırakıp Yunan düşünce ve esatirine dönerek, tıpkı Yunan sanatı gibi sâde ve tumturaksız bir “beyaz lisan” oluşturmak isteyen, bu vâdide de bâzı şiirler yazan Yahya Kemal, bilhassa milliyetçi çevrelerde çok eleştirilmesine ve Ömer Seyfeddin’in “Boykotaj Düşmanı” hikâyesinde onu Yunanlılığa hizmet eden bir adam olarak göstermesine sebep olan bu fikirlerden, savaş yılları içinde caymış ve B. Ayvazoğlu’nun tâbiriyle, “uzun sessizlik döneminin ardından okuyucularının karşısına şarkı ve gazelleriyle bir Osmanlı olarak” çıkmıştır. Bundan böyle onda, şehir olarak bilhassa İstanbul’u merkeze alan bir Osmanlı – Türk medeniyeti tasavvuru şekillenecek; Tanpınar’ın ifâdesiyle, Osmanlıcılık, İslâmcılık, Turancılık, Garpçılık gibi ayrılıkları, bir hendesî uzlaşma noktası olarak “millet” kavramında birleştirerek, târih anlayışını, hocası olan Camille Julien’in “Fransa toprağı bin yılda Fransız milletini yarattı” sözünün etkisinde, Anadolu’nun Müslüman – Türk coğrafyası olarak on asırlık sergüzeştine odaklanacağı bir millî coğrafyaya sığdıracaktır. Bu coğrafyanın dışında önemsediği millî töz, sâdece Ahmed Yesevî olarak görünmektedir. Fuad Köprülü’yü, onu araştırmaya yönlendirmesi de “milliyetimizin asıl kaynağını” onda sezen sanatçı ferâset ve rikkatinden kaynaklanmaktadır. Banarlı’nın ifâdesiyle, “Yahya Kemal’e göre, Türklük, dünya coğrafyası üzerinde birçok vatanlar kurmuş fakat onun fethettiği ve vatan edindiği toprakların en azîzi, bizim 1071 Malazgird Zaferi’nden bu yana, Türk kanıyle İslâm îmânının birleşmesinden doğan kudretle aldığımız, alırken de her köşesini ecdad kanıyla değerlendirdiğimiz Anadolu ve Balkanlar Türkiyesi olmuştur. Milliyetimiz, bu son vatanın taşını toprağını Türkleştirerek, onu 900 yıl içinde tam bir Türk vatanı haline koymuştur.” Şâire göre, Ziya Gökalp’a da söylediği gibi, bundan öncesi “kable’t-târihtir” ve ilgisini çekmemektedir. Gerek Ziya Gökalp’ın, ona, Osmanlı kültürüne medyûniyetini kastederek “gözün mâzîdedir âtî değilsin” demesi, gerek Falih Rıfkı’nın onun “cumhuriyetçi ve Türkçü değil, Osmanlı emperyalizminin destancısı” olduğunu söylemesi, her ân târihsel bir ekskürsiyonla sığındığı geçmişin nostaljisinde kaybolan değerleri muhafaza etme gayretini anlayamamaktan kaynaklanıyordu. Bu bağlamda, günümüzde, Saadet-i Ebediye okuyan hacı amca resmine sığdırılarak vülgarize edilen muhafazakârlığın, gerçek ve entelektüel temsilcisi olarak da Yahya Kemal sivrilmektedir. Onun muhafazakârlığında, özellikle Osmanlı Türk’ünün din anlayışı ve bu anlayışı estetik değerler oluşturmak için kullanırken gösterdiği beceri ve yarattığı medeniyet esastır. Yahya Kemal geleneğe değer verir. 1921 Şubatı’nda İleri’de yayınlanan “Hilafete Yakın Bir Gün” yazısında, Revan Köşkü’nde gezerken kulağına derinden gelen Kur’an sesinin “Dörtyüz seneden beri geceli gündüzlü bilâfâsıla” yükseldiğini öğrenmek, onu heyecanlandırır. Hatta bunda, o sırada işgâl altında olan İstanbul’dan asla çıkarılamayacak olmamızın kaynağını bulur. 1922 Mart’ında Tevhid-i Efkâr’a yazdığı “Ezan ve Kur’an” başlıklı yazıda, yine en eski İstanbul geleneklerine ve bu kesintisiz Kur’an kıraatine döner: “Gezintilerimde bir hakikat keşfettim. Bu devletin iki manevi temeli vardır: Fatih’in Ayasofya minaresinden okuttuğu ezan ki hala okunuyor! Selim’in Hırka-i saadet önünde okuttuğu Kur’an ki hala okunuyor!” Bundan hemen sonraki cümlesi, genel muhafazakâr eğilimleri ve gelenekçiliği dışında, inkılâplara neden mesâfeli durduğunu açıklamaktadır: “Eskişehir’in, Afyonkarahisar’ın, Kars’ın genç askerleri; siz bu kadar güzel iki şey için döğüştünüz!”
Yahya Kemal’de Müslümanlık, Türklüğün olmazsa olmaz şartı, Tanpınar’ın deyişiyle, “halkımızın saf ruhunun hem yapıcısı hem de en sahih aynasıdır.” B. Ayvazoğlu’na göre, o, “ilmihal Müslümanlığıyla hemen hiç ilgilenmeyen, İslâm’ı Sinan’ın Süleymaniye’sinde, Yesârî’nin hattında, Itrî’nin tekbirinde arayan”, Türk’e has bir Müslümanlık anlayışının savunucusu ve tâkipçisiydi. Bu sebeple onun, Tanpınar’dan bu yana, tıpkı “Tâlihin beni içinde yarattığı cemiyetten ayrılmak istemediğim ve dedelerimiz öyle itikat ve ibadet ettiği için Katoliğim” diyen Ernest Renan bir kültür Müslümanı olduğunu ve deistliğini iddia edenler de olmuştur; hatta biz bu benzerliğe -bir noktaya kadar- millî katolisizmin savunucusu; fakat inançsız muhafazakâr Charles Maurras’ı da ilâve edebiliriz; fakat bu konuda Orhan Okay’ın onu, “İslâm akâidi açısından eksiği olsa da inanan bir insan olarak gören” anlayışı daha doğrudur. Çünkü, yine Ayvazoğlu’nun Okay’dan aktardığı gibi, başka türlü, “o kadar yazıyı, şiiri izah etmek mümkün olmaz.”
Yahya Kemal, son memuriyetini 1948’de, yeni kurulan Pakistan’ın ilk büyükelçisi olarak buradaki sekiz aylık göreviyle tamamlamıştır. Ömrü boyunca kendisinden izinsiz bâzı girişimler sayılmazsa hiçbir kitabı yayınlanmayan Yahya Kemal’in şiirleri ve nesirleri, ölümünden sonra, Yahya Kemal Enstitüsü’nün girişimiyle bir külliyat hâlinde neşredilmiştir. 1961’de, daha yalın bir dille ve yeni tarzda yazdığı şiirler, Kendi Gök Kubbemiz adıyla basılmış, eski tarz şiirleri, 1962’de Eski Şiirin Rüzgârıyle adı altında toplanmıştır. 1963’te yayınlanan Rubailer ve Hayyam Rubailerini Türkçe Söyleyiş, kendisine âit kırk bir rubâi ile Hayyam’dan tercüme edilmiş elli dört rubaiden oluşmaktadır. Medeniyet şehrimiz İstanbul hakkındaki yazılarının toplandığı Aziz İstanbul (1964) ile Kurtuluş Savaşı yazılarının bir araya getirildiği Eğil Dağlar (1966) dışında, külliyâtında, kültür ve devlet hayatımızın çeşitli önemli sîmâları hakkındaki kanaatlerini içeren Siyasi ve Edebi Portreler (1968) ile hâtıralarının, târih ve edebiyat yazılarının derlendiği kitapları bulunmaktadır.
Göktürk Ömer