Yine Tarih Karşısında – Mustafa Şekip

8 mins read

Çağdaş ilim ve eleştirinin kökeni eski Yunan düşüncesiyle başlar. Bundan önceki düşünce hayatını mitoloji temsil eder. Mitoloji, evrensel bir rüyayı andırır. Efsanelerin unsurları, fikirler, anlamlardan daha çok hayallerin imgeleridir. Zihin bu faaliyet devresinde idaresiz bir düşünce yapısına sahiptir. Burada tartışma ve eleştiriye imkân yoktur. Çünkü beşeriyet henüz bir çocuk gibi masallar isteyen ve bunlarla avunan bir çağdadır. Bu devirde mazi ile bugün, anane ile akıl ve hayat, tarih ile felsefenin çarpışmaları bilinmezdir. İçlerinde bulundukları ailenin örf ve âdetleriyle yaşayan ve bunlar hakkında asla şüphe ve tereddüt duymayan çocuklar gibi yaşayan bu devri ilk defa eski Yunan düşüncesi kapayarak beşeriyete geçmiş, bugün ve gelecek üzerinde düşünme çığırını açmış ve iki bin beş yüz seneden beri bu anane orta çağın görünürde durağanlığına rağmen devam etmiştir. Çünkü insanlığın tecrübeleri göstermiştir ki ilahlar koruma görevlerinde yanılmışlar, kabile ve aşiret düşüncesi alçak ve zalim olmuş, küçük şehirlerde kıskanç bir dar kafalılık içinde kendi kendilerini mahvetmişlerdir. İşte bu tecrübelerin elim derslerinin ilk tepkisi Sokrat, Eflatun ve Aristolarda tecelli ederek bunlara; “ilahtan korkmamak: ölüm bir duygu yanılmasından başka bir şey değildir. Bütün korkup ürktüğümüz şeylere tahammül edilebilir ve yenilebilir” düşüncesini telkin etmiştir. Zaman ve çevresinin pratikteki ihtiyaçlarını aşan bu düşünce tarzından eski, faydalanmamış ise de beşeriyetin gözü mutlak surette açılmış ve yine ilk defa olarak yaşayan insanların ve bunların yapmakta oldukları çaba ve faaliyetlerin yalnız ananede aranması ihtiyacı hissedilmiştir. Şu hâlde geçmiş ile bugünün, tarihperestlik ile hakikat arayışçılığının ilk parıltıları yeni bir şey olmayıp tam yirmi beş asırlıktır. Binaenaleyh benim tarihperestliğe karşı açmaya mecbur olduğum mücadelenin şaşılacak hiçbir noktası yoktur. Aziz dostum Fuâd Bey, eğer harf meselesinin tartışmasında Nâmık Kemal’in bir makalesine, harflerimizin dokuz asrına ve başlangıçta bir medeniyet sahibi olmadığımız gerçeğine sığınarak sözde ilmî bir bağlılıkla muzaffer olduğuna kani olmasa ve bu oldukça baştan savma savunma en ağır başlı bir gazetemizde “ilmin hükmü” suretiyle karşılanmasa idi “Tarih Karşısında Münevver” de yazılmayacaktı. Aslında ortada henüz dişlenmiş bir tarihperestlik olmadığını ben de biliyorum. Fakat yangının saçağı sarmasını mı beklemek gerekir? Bundan böyle tarihe karşı ilişkimizi açık bir surette belirlemek mecburiyetindeyiz. Bu ihtiyaç bilhassa inkılâp devirlerinde en çok hissedilen olduğu için mesele ortaya çıkmakta doğal olarak gecikmemiştir. Aydınların düşüncesi, geçmiş ile bugün, anane ile şuur ve düşünce arasında daima bir rakkas gibi sallanır. Bu sallanmanın en üst düzey tezahürleri toplumların en galeyanlı dönemlerini teşkil eden inkılâp zamanlarında görünür. O haldeki toplum, âdeta iki istikamete ayrılmış ve birbirlerini imha etmeye kadar varabilecek bir inançla imtihan meydanına atılmıştır. Sükûn devirlerinin kapalı, zayıf, şüpheci sallanmalarına karşılık inkılâplarda açık, sağlam ve kesin bir yön seçilmiştir. Sallanmak, ne şekilde olursa olsun baş döndürmek, sersemletmekten başka bir netice vermez. Bu itibarla her inkılâp, sallantı ve sersemliği tekmeleyip, şuurlu bir gaye, refah ve dönem getirmeci bir faaliyete sarılmaktır. Bu da tarihi sadece bir “nakil” veya “kronoloji” halinde kabul ile kalmayıp onu yeni bir nakil ve yeni bir sentez halinde yorumlamakla olur. Sadece gözlemci ve nakleden konumunda kalmak vakanüvisler veya sırf tarih hazırlayıcılarının yetinebileceği bir şey olabilirse de devamlı olarak gelişmek ve ilerlemek veya hürriyet ve kurtuluşa kavuşmak isteyen toplumların alametleri olmaktan çok uzak değildir.

Bütün akıl ve şuuru geçmişe vermek, yaşayan bugünün hakkına tecavüz etmek ve faaliyetini kısırlaştırmaktır. Bunun aksini yapmak da şuurumuzu hafızadan mahrum ederek kendimizi boşluğa bırakmaktır. Ben geçen makalemde ne bunu ne de onu savunmadığım gibi tarihin kendi başına ortaya çıkarak, “mürteci” veya “inkılâpçı” lügati ilân ettiğini de söylemedim. Tarih, ruh ve mana veren daima insanların kendi ihtiyaç ve kendi idealleridir. Bu iki sebep ona yönelip irtibat kurmadıkça onun kendi kendine bir şey söylediği yoktur. Nitekim beşeriyetin şuurlu bütün dönemlerinde, şimdi hakkında geçmişin değil, bilakis geçmiş hakkında şimdinin hüküm verdiklerini görüyoruz. Mesela Skolastik devir için geçmiş müşrik, cahil ve kutsiyetsiz iken uyanış dönemi onda hayat ve güzellik arzularının bir doyumunu, on sekizinci asrın aydınlanma devri de açıklık ve faydanın bir kaynağını buldu. Bu gerçek örnekler gösteriyor ki bugün ve gelecek his ve idrak ediliyorsa geçmiş de ona göre görünüyor. Şimdi ve geleceğin yeni bir harekete temel olacak surette his ve idrak edilmesinde rehberlik artık tarih ve ananeden ziyade yeni ve hür bir düşünceye yönelmektir.

Tarih, acaba nereye gidiyor ve ne yapmak istiyor? Bir zaruret veya bir kör dövüşü müdür yoksa bizim bütün ümit ve iştiyaklarımızın kendiliğinden gerçekleşmesi midir?

Ben öyle zannediyorum ki idealin bu endişeleri olmadıkça tarih incelemeleri bugünkü ulaştığı seviyeye varamaz ve bu kadar insan kendilerini ona vakfetmezlerdi. Ortada felsefenin tarih veya tarihin felsefe yerine kaim olması iddiası olmadığı gibi birinin diğerine efendilik taslaması gereği de yoktur. Yeter ki birbirlerinden yeri geldiğinde ve gerektiğinde etkilenmesini bilsinler. Hiç şüphe yok ki, geniş malzemeler hazırlamak için tarihe, bazı zamanlarda daha fazla çalışmak gerekmektedir. Felsefe de ancak ilimlerin bu geniş alt yapısı ile yükselecektir. Felsefenin tahakkümüne maruz bir tarih bodur kalmağa mahkûm olacağı gibi, bunun aksi de tarihi bir “evrakı perişan” halinde bırakır. Ben ne ona ne de buna taraftarım. Felsefenin görevi; metodik bir şüphe ile daima en genel şekliyle insanlığın eğilimlerinin istikametini araştırmaktır. Aslında hiçbir devrin, hiçbir memleketin adamı olmayacak ne bir tarihçi ne de bir filozof insanlık henüz yaşamamıştır. Bunun için şimdiye kadar gelmiş filozof ve tarihçilerden hiçbiri hakkında megaloman bir iddiam yoktur. Yalnız beşeriyetin her türlü ümitsizliğine rağmen daha kuvvetli ve daha yüksek bir ümit ile bütün felaketlerden kalkınıp yükseleceğine ve gittikçe genişleyen bir birlik ile zaman ve mekâna hâkim olmak arzusundan geri durmayacağına inanıyorum. Yine eminim ki yüksek ümit ve fikirleri olmayanlara tarihî vesikalar hiçbir şeyi öğretemez. Sistemli bir düşünce yapısı olmadığı sürece, sağlam araştırmaları idare edecek bir rehber de yoktur. Bu durumda en büyük bir keşif ile karşılaşılsa dahi yine de anlamsızdır. İşte felsefenin hizmeti asıl buradadır. Felsefe, insanlığın bilgi birikimine temel birçok noktadan hizmet ettiği gibi, bu birikimi temsil ettikten sonra böyle bir sistemli yapı verebilir. Bu yapı olmadıkça bilmek var fakat anlamak yoktur. Bilmek ile anlamak arasında ayrılık olduğu insan şahsiyeti de ikiye bölünmüş demektir. Bütün kısır çekişmeler, tartışmalar da buradan doğmaktadır. İnkılâbın ruhu için bu vaziyetten daha tehlikeli bir zaaf olamaz. Bilgiçlik, anlayıcılıktan ilişkiyi kesmekle müsbet ilmin ilerlemesini engelleyeceği gibi, yeni nesillerin şahsiyetlerini de baltalar. Hâlbuki geçmiş ile gelecek arasında geçiş döneminde bulunan şahsiyetlerin çok kuvvetli olması gerekir. Bu da ancak tarih ile felsefenin sağlam bir şahsiyet ve birlik yapacak gibi kaynaştırılmasıyla olabilir. İlim ile felsefe birleşmeden birbirlerine katkı sağlayamazlar. Bu olmayınca da gençlik ne kadar tarih bilirse bilsin şimdinin yalnız eşiğine kadar gelebilir. İlerisine emin ve şahsiyetli bir adım atmağa cesaret edemez. Yaşanmış bir hayat ve gösterilmiş çabaların bir gölgesi olan tarihin bugünkü hayatımızı dolduramayacağını dikkate alarak yeni çaba ve hamlelerimizin kıymetini bilelim ve bunları beslemiş ve daha da besleyecek olan felsefeye “soyut düşünceler” diyerek felsefenin en sıradanına düşmeyelim. Bir meyvenin baharda ortaya çıkması gibi, hiçbir zaman bugün, dünden çıkıp gelmez. Burada atalet kanununun –ki hareket veya sabit olan bir cisim, hareketini engelleyen ve sabitliğini sonlandıracak bir gerekçe olmadıkça daima bulunduğu halde kalır– geçerli olduğunu düşünsek bile bugünkü hareketimizin yeterli olmadığını apaçık gördüğümüz için buna yeni çaba ve fikirle müdahale etmek zorundayız. Nerede kaldı ki tarihte böyle bir kanun da olmadığı için ne duruşumuzda ne de hareketimizde mazinin gidişine güvenebiliriz. Şimdimizi ve geleceğimizi bugün hangi ruh ve manada yaşıyorsak maziyi de onun zaviyesinden göreceğiz ve asıl dayanağımız bu ruh ve mana olacaktır. Hem de tarihte bize yol gösterecek işaretler, çağrılar birçok ve değişiktir. Bunların arasından bize gerekli olanları seçip benimsemek için yeni bir ruh ve zihniyet mayasına sahip olmak lazımdır. Bu olmadıkça bütün tarih, ne kadar açıklayıcı ve ne kadar mükemmel olursa olsun, ruhlarımızı ezen bir kâbustan fazla bir şey olmaz. Tarih, ancak bu maya sayesinde süregenlikten çıkarak hayatımızla kaynaşır ve bizimle ortak bir ruh haline gelir. Bir zamanlar ilimlerin anası kabul edilen tarihin derslerinden en sağlam gerçekleri çıkardıklarını zanneden bir sürü diplomat, gazeteci ve yazarlar Japonya’nın otuz kırk sene içinde vücuda getirdiği benzersiz gelişme hamlesini görünce hepsinin ağzı açık kalmıştı. Bunların tarihten çıkardıkları hakikat, milletlerin mutlaka ağır ağır geliştikleri ve binaenaleyh Doğu milletlerinin hiçbir zaman Batı’ya yetişemeyecekleri idi. Bugün ve gelecekte olabilecek şeyler için tarihin ne kadar isabetsiz bir falcı olduğunu bundan daha güzel gösterecek bir örnek olamaz. Bunun için gerçekten de derin bilgi sahibi bir bilim adamı adayı olan Fuâd Bey kardeşimden rica edeceğim: Türk edebiyatı tarihine başarıyla başladılar, buna tam bir cesaret ve severek devam edebilirler. Yalnız bugün ve gelecekte olabilecek şeyler hakkında, şimdi olduğu gibi tarihin bir katresine değil, denizine bile sahip olsalar, kesin hükümler vermeyi bu işlerin pek meraklısı olan Gustave Le Bon ve benzeri “tarih istikbal”cilere bıraksalar çok bir şey kaybetmezler.

Hazırlayan: Prof. Dr. Şaban Öz

SAMER

Rate this post
Haber Oku
Tidings Globe